Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Ömer Dinçer: Üzüldüm, yoruldum, ama asla pişman olmadım

        Balçiçek İLTER / GAZETE HABERTÜRK

        Marquez’in “Gerçeğin evine ön kapıdan değil arka kapıdan girilir” cümlesiyle başladım kitabına... Kitabın yazarı Prof. Dr. Ömer Dinçer. AK Parti iktidarında kritik görevler üstlenmiş bir isim o... Erdoğan’ın ‘Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Projesi’nin emanet edildiği bir başdanışman. Başbakanlık Müsteşarı. Milletvekili. Çalışma Bakanı. Milli Eğitim Bakanı...

        Bu kadar önemli görevden sonra kendi isteğiyle siyasete veda eden Dinçer, “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor?” başlıklı kitabında hem yakın geçmişe ışık tutuyor, hem yapılan hem de gerçekleşmeyen reformları anlatıyor. Bir de kendi başına gelenleri, kendi deyimiyle yargısız infazları, linç girişimlerini... “Hakkımda söylenmedik kalmadı. İslam devleti hayali kuran radikal bir irticacı oldum çıktım bir anda. Öyle bir karalama kampanyası vardı ki, onlar ‘Ben değiştim, ben artık o Ömer değilim’ dememi bekliyorlardı, demedim!”

        -‘Kamu Yönetimi Reformu’ niye bu kadar tepki çekti? Erken mi telaffuz edildi?

        “Erken oldu” demek zor. İlk kez bizler telaffuz etmedik. 1980’den 2000’e kadar bütün Devlet Planlama raporlarında, hatta birçok partinin seçim beyannamelerinde ve hükümet programlarında tartışılmıştı. Yeni değildi ama ilk kez somut adım atılıyordu. AK Parti’ye karşı önyargılar en büyük handikaptı. Şahsımla da alakalıydı. İdealist bir bilim adamı olarak üniversiteden ayrıldım, danışman, ardından müsteşar oldum ve bu projenin başına geldim. Sürpriz bir görevdi benim için.

        -Önemli bir görev...

        Kamuyla bürokrasi, hükümetle Meclis, siyasetle sivil toplum arasında hep Başbakanlık Müsteşarı vardır. O zamana kadar, algısı itibarıyla devleti temsil eder. Ben ise devletin yeniden yapılanmasına gönül vermiş bir bilim adamı olarak oraya gittiğimde, devleti temsil etmek yerine bürokrasinin gözünde milleti ve siyaseti temsil eden bir rol üstlendim galiba. Biraz da bunun etkisi oldu. Bürokrasinin karşısında halkın memnuniyetini koruyan bir konumda durmuştum.

        -Tabii, bu durum bürokrasinin hoşuna gitmedi...

        Hayır gitmedi. “Halk merkezde olmalı’’ sözü en önemli kırılma noktası oldu. İlk BTUK (Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu) toplantısında anladım bunu. O toplantı, vesayetin ete kemiğe büründüğü mekanizmadır. Devletin temel duruşunu temsil eden aktör. O toplantıda kendimi çok yabancı hissettim.

        -2004 yılında Kamu Yönetimi Reformu’nu kamuoyu ile paylaştığınızda destek gördünüz ama...

        Evet. “Vatandaşın hayatını kolaylaştıracağız, bürokrasinin ağırlığını azaltacağız.” Katılımı artıran, “Devlet memurunun imtiyazını artırmayacağız” gibi düzenlemeler. Müsteşarlık görevi, BTUK’daki duruşum, Kamu Yönetimi Kanunu birçok insanı tedirgin etti. Ve bana bir şey yapmaya karar verdiler. Yaşamımda önemli olan 3 il var. Karaman, Erzurum ve İstanbul. Geniş bir bilgi arayışına girdiler. Bir şey çıkmadı.

        -Bunu yapan kim?

        Derin devlet. Sonra büyük bir keşifle Sivas konuşmasını ortaya çıkardılar. Üzülüyorum, o makalenin bu kadar şöhretli olacağını düşünseydim, oturur adam gibi yazardım. Orada ben Cumhuriyet rejimini eleştirmemiştim. Tüm dünya değişiyorken hiç değişmemeyi ve ortaya çıkaracağı sonuçları anlatmaya çalıştım. Türkiye, güçlü statükosu yüzünden değişime direniyordu.

        -Radikal irticacı olarak algılandınız ama... İslami devlet kurmaya çalışan...

        Evet. Karalama kampanyası bir anda başladı.

        -Kitabınızda anlatıyorsunuz başınıza gelenleri, peki ne hissettiniz?

        Bunun tarifini yapmak çok zor. Olmadığınız biri gibi sunulmak. Öylesine acı bir durum ki... İnsan ruhunu bir cendereye alıp bir kalıp içine sıkıştırırlar ya, öyle bir şey işte. Bir taraftan ağır sorumluluk, diğer taraftan yalan yanlış haberler. Kolay katlanılan bir şey değil. Beni o dönemde ayakta tutan tek şey, kendimi tanıyor olmam, haklı olmam ve sorumlulukların çok ağır olması. İşler o kadar ağırdı ki kendi derdime yanacak durumum yoktu.

        -Kırgınlık, kızgınlık, acı... Hangisi?

        O dönemde çok kırgınlık hissettim. Çok acı çektim. Ben Anadolu’dan, küçük bir şehirden çıktım İstanbul’a geldim. İmam hatip mezunuyum. 12 Eylül öncesi, üniversitedeyim, sol örgütler çatışıyor. Üniversitelerin pek çoğu aristokratik bir tavır içerisinde, içe kapanmış bir şekilde, dışarıdan kimseyi kabul etmiyorlar aralarına. Ağırlıklı olarak sol eğilimliler ve ben onların arasında bir yerde tutunmaya çalışıyorum.

        -Nasıl tutundunuz?

        Bir tek şey vardı, herkesten fazla çalışmak. Ben abartmadan söyleyeyim, herkes bir çalışıyorsa ben beş çalıştım. Bir gün, iki gün değil, yıllarca böyle oldu. Ve ben her şeye rağmen ayakta kaldım çok şükür. Büyük mücadelelerle ayakta kaldığım bir noktada önüme Sivas konuşması, ardından intihal meselesi geldi; sanki bütün emeklerim sömürüldü gitti.

        "BENİ BİR TEK ERDOĞAN DESTEKLEDİ ZATEN..."

        Evet. Nasıl yormasın? Yapmadığım bir şey için bütün emeklerimin elimden alınması gündeme geldi. 30 yıllık dişimle tırnağımla kazandığım yeri, birisi geliyor, hiçbir sorumluluk hissetmeden, üzerini örtüyor ve heba etmeye çalışıyor, kolay değil kabullenmek.

        -İtibarı kaybetmek mi?

        Evet. Onu bitirmeye çalıştılar. Karşılaştığınız bütün zorluklara rağmen bir kitap yazıyorsunuz, yazdığınız kitap bu ülkenin o dönemde en az 40 üniversitesinde ders kitabı olarak okutuluyor ve birisi geliyor size çamur atıyor. İnsanlara nasıl izah edersiniz? Üstelik öyle bir toz duman var ki, kendinizi anlatacak vaktiniz ve fırsatınız yok. O dönemde başında olduğum projenin önünün kesilmesi gerekiyordu, böyle bir yol bulundu.

        -Dönemin Başbakan’ı Erdoğan arkanızda durdu ama...

        Bir tek o destekledi zaten... O olup bitenleri hiç umursamıyordu. O tavır da benim içim ayrı bir dertti çünkü derdimi anlatacak kimsem yoktu. İstiyorsunuz ki birisi sizin derdinizi paylaşsın. Başbakan’a anlatayım diyorum, takılmıyor, umurunda değil, “İşini yap” diyor. Ama o zaman çok yeniyim ben. Etkileniyorum, öğrencilerin, öğretmenlerin “Hocam” deyip saygı gösterdiği bir zeminden çıkıp herkesin beni suçladığı bir zemine kaymışım. Herkesin bana kötü gözle baktığını varsayıyorum. “O değilim” diye bağırıyorum ama kimse duymuyor. Karabasan basmış gibi bir şey yani.

        -Marquez’in lafıyla başlamışsınız kitaba, “Gerçeğin evine ön kapıdan değil arka kapıdan girilir” diye. Bütün bunları sizce niye yaşadınız? Nedir arka kapı?

        O işin arka kapısı bana göre iki meseleydi. 1- AK Parti iktidarının geliştirdiği temel politikalar. Tayyip Bey ve ekibine karşı çok büyük önyargı vardı, geçmiş ve dindar görüntü sanki Cumhuriyet karşıtı gibi tanımlandı. Üstelik bu ülkenin sahibi olduğunu düşünen ve iddia edenler, onların varlığını kendi otoritelerine karşı bir tavır olarak kabul ettiler. 2- Kamu Yönetimi Reformu, statükonun konumunu olumsuz etkileyecek bir projeydi.

        -Neden olumsuz etkilesin?

        Düşünün, bir oligarşi oluşuyor. Uzun yıllar boyunca o oligarşi kendi içerisinde bir çıkar dengesi oluşturuyor. Sonra farklı bir perspektif ve paradigmayla yeni bir iktidar geliyor. Bunun önünü kesmek için iki adım atılmıştır. Onlardan bir tanesi “irtica”, diğeri “projenin önünün kesilmesi”dir. Nitekim AK Parti’nin kapatılması davasında da bu iki mecrayı çok somut görürsünüz.

        ‘ZORLAMAK FAŞİST BİR TAVIRDIR’

        -Pişman mısınız o görevi kabul ettiğiniz için?

        Geriye dönüp baktığımda; ülkeme hizmet ettim, iyi bir şey yapmaya çalıştım. Ben, bu ülkenin demokrasisinin gelişmesi konusunda çıkarılan onlarca yasada emeği olan bir insanım. Bazılarını bizzat yazmışım. Yazmadıklarıma yeni bir perspektif kazandırmışım. Bu, küçümsenecek bir şey değil.

        -“Dinçer kanunları” diye tartıştık onları...

        Onlar aslında o kanunları aşağılamak ve beni küçümsemek için yapıldı ama ben gurur duyuyordum çünkü o kanunlar bu ülkenin demokrasisinin değişmesi için çok ciddi adımlardı. 50-100 yıl sonra bakıldığında gurur duyulacak. O yüzden ben asla pişmanlık duymadım. Üzüldüm, yoruldum ama pişman olmadım.

        -Kitapta “Ben artık o Ömer değilim dememi istediler” diyorsunuz.

        Bu, otoriter zihniyetin insan üzerindeki egemenlik kurma çabasından ibaret bir söylemdir. Yani otoriter zihniyet sizi kendisi gibi olmanız için değişime zorluyor. Halbuki değişim teorisine baktığınız zaman, değişim birisinin bir başkasının nasıl değişmesi gerektiğini söylemesi yahut da çalışması değildir. Herkes kendini değiştirmelidir. Zorlamak faşist bir tavırdır.

        -AK Parti için de benzer eleştiriler yapılıyor.

        Ben zaten ayrım yapmadan konuşuyorum, çok teorik ve ilkesel bazda konuşuyorum. Kim başkasını değiştirme yönünde bir tavır ortaya koyuyorsa, bu çok faşist ve otoriter bir tutumdur. Değişim insanın kendisiyle alakalıdır. “Değiştim” dediğin için suçlanırken, “Değişmedim” dedin diye de lince uğrarsın. Maksat değişim değil zaten. Karşı tarafı itham etme ve küçümseme meselesidir. Eğer asimile edilemiyorsanız yok edilmelisiniz. Yaşadıklarım bunlardır.

        ‘DÜNYADA İTİBAR İSTİYORSANIZ DEĞİŞMEK ZORUNDASINIZ’

        İki nokta var. Bir, yeniden yapılanma projesi içinde yerel yönetimlere çok yetki verdik ancak merkezi idarenin küçülmesi ve merkeziyetçiliğin azaltılması konusunda gerekenler yapılamadı. İkisinin de aynı yetkileri var. Merkezi idarenin planlama ve kontrol gücü artırılmalı. Denetim gücünün zayıf olması şu anda Doğu’da yaşadığımız olayların sebeplerindendir. İkinci nokta devlet memurları sisteminin gözden geçirilmesi.

        -Nasıl olmalı?

        Devlet memurları sistemi, Türkiye’de bütün çalışma hayatını olumsuz etkileyen bir sistemdir. Memurlar yanlış anlamasın; onlara dair değil, sisteme dair söylüyorum. Devlet memurluğu imtiyazlar taşıyor ve insanlara performansa dayalı olmadan ömür boyu iş garantisi veriyor. Bu, özel sektörü de olumsuz etkiliyor.

        -Türkiye’de değişim yapmak bu kadar zor mu?

        Gerçekten zor. Gelenekleri çok güçlü bir toplum. Devlet yönetim geleneği çok güçlü. Osmanlı bile değişime ihtiyaç hissettiği zaman, değişim ve reform dönemlerine bakın, hep çok sancılı ve kanlı geçmiştir. Türkiye’de değişim yapmak sancılı ve zorunlu.

        -Değişim teorisini anlattınız, “Başkası dayatmamalı” dediniz. Ya bu ülke değişmek istemiyorsa?

        O zaman, başka ülkeler arasında yaşam kalitesi yüksek ve rekabet edebilir bir ülke olma hayalinden vazgeçecek demektir. Dünyada itibar ve yüksek yaşam kalitesi istiyorsanız değişmek zorundasınız çünkü çevreniz sürekli değişiyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ