Mezopotamya'nın üvey evlatları: Ezidiler, Nasturiler, Süryaniler
Muhsin Kızılkaya yazdı...
MUHSİN KIZILKAYA / HT GAZETE - YAZI DİZİSİ 6 (NASTURİLER 3)
Daha toy bir delikanlı olan Patrik Mar Şemun’un kapısını bir gün gizli bir İngiliz heyeti çaldı. Koçanıs Köyü’nde yapılan gizli görüşmede ajanlar genç Patrik’i, çok yakın bir zamanda Türkler ve Kürtlerin, Ermeni ve Nasturileri katletmeye başlayacaklarına inandırdılar. Direnişe geçerlerse eğer Britanya’nın yardıma hazır olduğunu söylediler. Ancak daha önce “ağzı sütten yanmış” olan Patrik, yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdi. Bütün kararları demokratik bir usulle alan Nasturilerin konuyu aşiretlerine götürüp tartışacaklarını anlattı Mar Şemun ajanlara. Konu meclise geldi ve ortak bir karar çıktı: Harp çıkarsa Ermeniler ile Nasturiler birlikte hareket edecek!
Nasturilerin bu kararı üzerine İngiliz ajanlar bu kez, tebâsı içinde en sadık halklardan biri olan Nasturiler’in yakın bir zamanda kendilerine karşı ayaklanacaklarına Osmanlı’yı inandırmaya çalıştılar. Paşalar buna ihtimal vermedi. İngiliz’de akıl çok; bunun üzerine Türk paşalardan, Nasturiler’in ellerindeki silahları devlete teslim etmeleri gerektiğini söylemelerini istediler.
Nifak tutmuştu! Dirlik bozuldu. 1916’da Osmanlı devleti, İran’dakiler de dahil olmak üzere Kürt aşiretlerinden yardım istedi. Ermeni ve Nasturilere karşı kanlı çarpışmalar başladı. Çatışmalar 1918’e kadar aralıksız sürdü. Ermenilere uzak diyarların yolu göründü, tehcir kaderleri haline geldi. Özellikle Hakkâri’deki Nasturi köyler yakıldı, hayvanlar telef oldu, çoluk çocuk yollara düştü.
KOÇANIS DAR GELDİ
Bu hengâme içinde Patriklik makamının bulunduğu Koçanıs Köyü, Mar Şemun’a dar gelmeye başladı. Haber saldı, Cilo, Walto, Talê, Tuxûbê, Tiyarê bölgelerinde bulunan kiliselerdeki bütün değerli eşyayı, kitapları, emanetleri Koçanıs’a getirtti. Toplanan hazine, Hıristiyanlığı kabul ettikleri ilk günden bugüne biriktirdikleri her şeydi. Çin’den hediye gelmiş paha biçilmez vazolardan tutun da Vatikan’ın hediye ettiği kilise çanlarına kadar... El yazması tarih kitapları, tıp kitapları, cönkler; Fransız yapımı kristal şamdanlar, altın ve gümüş haçlar, değerli kâseler, tespihler, antika buhurdanlıklar, devekuşu yumurtaları, mercanlar, heykeller, bir miktar külçe altın, simli ipek cübbeler... İçlerinden biri de ceylan derisi üzerine altın harflerle yazılmış el yazması İncil’di... İlklerden biri... Onu, Mar Şemun yanından ayırmıyordu. Mar Saba Kilisesi’nin en kutsal emanetiydi, başında iki kişi sürekli nöbet bekliyordu.
Koçanıs’ta bulunan Mar Saba Kilisesi’nin içine yığılmış kavmin bütün tarihini ve birikimini oluşturan malzemeye hüzünle baktı Mar Şemun. Bunu saklayacak bir mağara vardı mutlaka bu koyaklarda. En sadık adamlarının fikrini sordu. İçlerinden, hazineyi götürüp Dêzê Köyü’nde saklama önerisini getirenin teklifi aklına yattı. Emir verdi, hazine Dêzê’ye götürülecek, sözü edilen mağaraya saklanacak, yerini sadece 3-4 kişi bilecekti. Şimdi acele etmeliler. Bugünden tezi yok Kürtler buraya da saldırırlar. Bir an önce yüklenip İran’a gitmeli...Hazineyi iyi bir yere sakladığına emin olduktan sonra Mar Şemun, Urumiye’ye doğru yola çıktı.
ÇAR SUBAYLARI
Bu arada Rusya’da Ekim Devrimi olur. Devrimden sonra ülkesine dönmekten korkan birçok Çar subayı, Kürtlerden ve Türklerden kaçıp İran’a sığınmış olan Nasturileri eğitmeye başlarlar. Osmanlının eline geçerlerse Rusya’ya iade edileceklerini bilen bu zabitler bütün geleceklerini Nasturiler üzerine kurarlar. Nasturiler başarırlarsa onlar da kurtulacaktır. Bu arada Nasturilere Fransızlar da ilaç ve doktor yardımı yaparlar
İngilizler bu durumdan hoşnut değildir. Bu oyunda başıboş Rusların yeri yoktur! Ne yapıp edip Nasturilerin kendilerinin denetiminde bulunan Irak’a götürülmeleri gerekir. Bunun için şeytanın bile aklına gelmeyen oyunlara başvururlar.
Anadolu’dan sürülmüş olan eli silah tutan Ermenilerin önemli bir kısmı, İran’da gittikçe güçlenen Mar Şemun’un ordusuna katılır. Bir yandan İran’a başkaldırmış olan Kürt Şikak aşireti ağası Simko’nun sıkıştırması, öte yandan Nasturi-Ermeni ittifakından doğan gücün verdiği rahatsızlıklar, İran’ı çare arayışına iter. Ya Simko ya da Mar Şemun, ikisi aynı anda olmazsa, ikisinden biri mutlaka ölmelidir... Aynı anda Musul Valisi Haydar Bey’in de kafasında benzer fikirler dolaşıyordur. Tebriz Valisi Muht-i Şems “din kardeşi” olarak gördüğü Simko’ya Mar Şemun’u öldürtmek için yakınlaşırken, Türk Vali Haydar Bey, ikisinin de ölüm fermanını diğerine imzalatmak üzere planlar kurar.
MEKTUPLA GELEN DAVET
Simko, Mar Şemun’a bir mektup yazarak görüşmek üzere kendi evine davet etti. Mar Şemun fazla düşünmedi. Verdiği her kararda görüşlerine ilk başvurduğu en önemli danışmanı olan halası Surme Hanım’a Simko’nun davetine katılacağını bildirdi. Mar Şemun atlı arabasını hazırlama emrini verdi. Mar Şemun bu sefere yalnız gitmeyecekti. Yanında, bir süreden beri hiç ayırmadığı Rus zabitler vardı. Pos bıyıklı, iyi beslenmiş, iri yarı semiz 4 Rus subayı, kılıçlarını kınından çekip ellerine aldılar. Atlı arabanın birer köşesine yerleştiler. Göğüsleri öne fırlamış, başları dik, ellerinde kınından çekilmiş kılıçlarıyla 4 subay, Mar Şemun’a, arabaya binip yerine geçinceye kadar adeta selam durdular. Mar Şemun kendisine gösterilen bu ihtimamı “Zafer yakındır” duygusuna vesile yaptı.
Atlı araba hareket ettiğinde, arabanın arkasından Nasturilerden oluşan 100 süvari de hareket etti. Birliğin komutanı patriğin en güvenilir adamlarından Danyal’dı. Ayrıca patriğin kardeşi David de ağabeyine eşlik etmek üzere kafileye katılmıştı. Mar Şemun ve beraberindekiler bütün görkemiyle Simko’nun evinin bulunduğu Koneşehir’e girdiler. Simko misafirini kasrın kapısında karşıladı. Kapıda el sıkıştılar, Rus zabitler geride durdu, partikle Simko aynı anda içeri girdiler.
Simko yer gösterdi, sobanın arkasındaki en güzel yere oturttu misafirini. Kendisi de çaprazına geçip oturdu. Tütün tabakasını çıkardı, Mar Şemun’un önüne sürdü. Mar Şemun da tütün torbasını çıkardı, ona uzattı. İkisi birbirinin tütününden birer sigara sardılar. Sohbet başladı.
SİLAHLARIN GÖLGESİ
Kısa bir süre içinde divanhane hıncahınç doldu. Havada hiçbir ağır laf dolaşmadı. Şakalarla süslediler konuşmalarını. Mar Şemun, Simko’nun mücadelesiyle gurur duyduğunu, kavmiyle yanında olduğunu söyledi ona. Simko da, zulme uğramış, yerinden yurdundan olmuş bir kavmin ruhani lideri olarak patriğin enerjik gençliğine hayran kaldığını söyledi.
Vakit öğlene geliyordu. Yemek geldi, keyifle yemeklerini yiyip tekrar birbirinin tabakasından sigara sarıp içtiler. Artık vedalaşmanın vakti gelmişti. Hep birlikte ayağa kalktılar.
Mar Şemun önde, arkasında Simko dışarı çıktılar. Atlı arabanın yanında el sıkıştılar. Simko patriğin omzuna elini koydu, patrik döndü, sağ ayağını arabanın basamağına atar atmaz, sırtında soğuk bir namlu hissetti. Adımı atmaya fırsat bulmadan Simko elindeki tabancayı ateşledi. Sonra bir adım geri gitti, arka arkaya Mar Şemun’a kurşun yağdırmaya başladı. Kısa bir anda olmuştu herşey. Herkes şaşkındı. Patrik zabite elini uzatmaya çalıştı, fırsat bulamadı, sanki beli kırılmıştı, arabanın tekerleklerinin yanına yığıldı. Ağzından, “Wey bê bexto (Vay, kalleş herif!)” diye bir söz çıktı. Silah sesinden atlar ürktü, araba hareket etti, tekerlekler Mar Şemun’un cesedinin üstünden geçti
Bir anda ortalık mahşer yerine döndü. Mar Şemun’la gelmiş olan 100 süvariden büyük bir kısmı öldürüldü. Haber tez yayıldı. Simkoyê Şikak, Nasturilerin ruhani lideri Patrik Mar Şemun’u öldürmüştü! Haber duyulur duyulmaz, eli silah tutan bütün Nasturiler yediden yetmişe silahlandı, öfkeyle Şikak aşiretinin topraklarına girdiler. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadılar. Büyük bir katliam yaşandı, yüzlerce kadın, çocuk öldürüldü. Patriğin Simko tarafından öldürülmesi Kürtlerle Nasturiler arasında yüzlerce yıla dayanan dostluğun, aynı topraklar üzerinde barış içinde bir arada yaşama iradesinin sonu oldu.
İNSANSIZ KALAN HAKKÂRİ
BUNDAN sonraki birkaç yıl kıtlık ve ölüm yıllarıdır. Hakkâri’de büyük bir kıtlık başgösterdi. Savaşta sağ kalanlar, Irak’a doğru gitmek üzere yola çıktılar. 1924 yılına kadar Hakkâri insansız kaldı, ne Kürt, ne Nasturi kimse uğramaz oldu...
1924 yılında topraklarına geri dönenlerin arasında Nasturiler de vardı. Ve çok değil bir yıl önce kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Nasturilerin dönüşünden hiç hazzetmedi. Bir yolunu bulup bir daha dönmemeleri sağlansa ne iyi olurdu
7 Ağustos 1924 günü, Hakkâri’den Çukurca’ya gitmek üzere Vali Halil Rıfat Bey, yanında İl Jandarma Komutanı Binbaşı Hüseyin Bey, Çukurca takımına atanan jandarma teğmeni, 15 asker ve yöre eşrafından bir kafileyle yola çıktı.
Nasturiler Han Yaylası’nda yollarına pusu kurdular. Jandarmaları ve yüzbaşıyı öldürdükten sonra Vali’yi esir aldılar.
Nasturilerin sonunu getirmek için güzel bir fırsat daha doğmuştu. Tabur tabur asker geldi Hakkâri’ye, Müslüman Kürt aşiretleri de hazırdır devletin yanında savaşmaya. Bu tarihe kadar 3-4 kez kırıma uğramış olan Nasturilere böylece son bir darbe indirildi. Gerçekten de bu darbe son darbe oldu; bir daha bölgede hiçbir Nasturiye kimse rastlamadı.
‘HARABELERİN ARASINDAN NASIL CANLANACAKLAR’
Kiliseleri ahır yapıldı. Tarlalarına el kondu. Mülkleri Müslüman Kürtler kendi aralarında bölüştü. Boş kalan köylerine, uzak diyarlardan Kürtler gelip yerleşti.
Katliamdan kurtulan, bir süre dünyayı dolaştıktan sonra San Fransisco’ya yerleşen Patrik Mar Şemun’un halası Surme Hanım, daha sonra “Ninova’nın Yakarışı” adlı bir kitap yazdı: Kitabının en çarpıcı cümlelerinden birisi de şu olmalı:
“Kiliselerimizi belki yeniden yapabiliriz, fakat sormak gerekir. Kürtler yok ettikleri değerleri, sebep oldukları harabelerin arasından yeniden nasıl canlanacaklar?” Nasturilerin kendi alfabeleri var. Aramice konuşuyorlar. Hemen hemen hepsi Türkçe ve Kürtçe biliyorlar. İbadet dilleri Süryanice’dir.
Şu anda Türkiye topraklarında hemen hemen çok az Nasturi yaşıyor. Var olanlar da resmi ilişkilerinde Türkçe konuşuyorlar. Ama diller arasında müthiş bir geçişkenlik gösterebiliyorlar. Örneğin Mardin’dekiler Arapça, Diyarbakır’dakiler Kürtçe, Antakya’dakiler Rumca, İstanbul’dakiler Türkçe, Avrupa’dakiler, bulundukları ülkeye göre; Almanca, Fransızca, İsveççe vb. konuşuyorlar.
KAFİLELER HALİNDE AVRUPA’YA GÖÇ
1970 genel nüfus sayımında, sadece Hakkâri’de Keldani olduğunu söyleyen 2 bin kişi çıkmış. Bu sayı 1980 sayımlarında 9 bin olmuş. Ama bugün Hakkâri’de tek bir Nasturi bile yok. Nasturiler; Mardin’de Midyat, Şırnak’ta Silopi, Uludere, Beytüşşebap ve İdil ilçeleri Siirt’te Pervari, Diyarbakır ve Van’da yaşıyorlar. Türkiye dışında ise İran, Irak ve Suriye’de hayatlarını sürdürüyorlar. Son yıllarda kafileler halinde Avrupa’ya gittiler. Gittikleri her Avrupa ülkesinde neredeyse törenlerle karşılanıyorlar. Hıristiyanlığı kabul eden ilk kavim oldukları için bugün özellikle İsveç, Norveç, Almanya, ABD’de rahatlıkla oturma, çalışma izni alabiliyor, vatandaşlığa kabul ediliyorlar. Türkiye’de kalan Nasturilerin önemli bir kısmı bugün İstanbul’da yaşıyor ve en çok kuyumculuk işiyle uğraşıyorlar
Nasturiler kendi içine kapalı bir toplumdur. Ortak değerleri din ve dildir. Nasturiler arasında el sanatları, atölye, tezgâh, altın, gümüş bakır işlemeciliği, mermer, demir, deri, ipek işlemeciliği çok gelişmiştir. Şarapçılık, pekmezcilik, sera ve bağcılık işini çok kaliteli yapıyorlar. Savaşlar, kıyımlar, sürgünler yüzünden yaklaşık 200 bin Nasturi’nin yurdundan göç etmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. 1980’li yıllarda Türkiye’de yaklaşık 25 bin Nasturi olduğu hesaplanırken, bugün bu sayı 5-6 bin civarına inmiş durumda.
YARIN: SÜRYANİLER