UFO'ların varlığını yazdı, olay oldu!
NASA'da çalışan bir Türk bilim kadını... Neva Çiftçioğlu Banes HT Pazar'a konuştu
HT GAZETE / Alihan MESTCİ
Neva Çiftçioğlu Banes, gazetemizde her pazartesi bilim yazıları yazıyor. Kimi zaman psikopatlığın belirtilerine, kimi zaman uzaylıların varlığı meselesine, kimi zaman da ideolojinin koktuğuna (Evet, aynı ideolojiyi paylaşanlar birbirlerinin vücut kokusundan hiç de rahatsız olmuyormuş) değinen yazılar yazıyor. Ha bu arada ekmek israfı gibi konulara da el atıyor. Ama en önemlisi, bilim yazılarıyla gündemin adeta demir kubbesi altında pozitif meselelerden izole bir ortamda yaşayan biz okurlarına, dünyada bilim-teknoloji alanlarında neler oluyor, neler tartışılıyor haber veriyor. “Artık misyonum insanlara mesajlar vermek” diye anlatıyor zira. Okurlarıyla derin bir gönül bağı kurmuş. “Gelen e-postalardan anladım ki, herkes, yurtdışında belirli bir konuma gelebilmek için ciddi bir maddi güvence gerekiyor zannediyor” diyor. “Hayır, öyle değil! Basamak basamak bir yerlere çıkılır. Yukarı çıkarken en tepedeki basamağa odaklanmak bana yanlış geliyor.” Doğru zamanda doğru insanlarla karşılaşıldığına inanıyor Neva Çiftçioğlu Banes. Peki ya şans? Bir bilim insanı şansa inanır mı? İşte başlıyoruz.
Şansa inanır mısınız?
Pek inanmam, bence şans yaratılır. Milli Piyango gibi inanılmaz tesadüfler var hayatımda. İnsanların “İmkânsız, olmaz böyle şey” dediği, hayatım boyunca ulaştığım başarılar var. Hadi iki kere, üç kere şans bana gülsün, hayat boyu etrafım şanslarla dolu olamaz. Böyle bir olasılık yok. Milli Piyango’yu bile insan bir kez kazanır. Değil mi yani? “Biyolojiden mezun olduktan sonra şansı yaver gitti Ankara Tıp Fakültesi’ne girdi. Eh şansı yaver gitti oradan da Finlandiya’ya gitti. Şansı yaver gitti NASA’ya gitti” denir mi yani? Gülerler adama... Denk gelebilir bazı şeyler, ona şans diyorlar.
Bir bilim insanı olarak da şansa inanmanız beklenmez herhalde.
Bazı şeyleri de şans eseri buluyor insanlık. “Buluşların çoğu şans eseri” diyoruz ya... Laboratuvarda iki kimyasalı karıştırıyorsun olmadık bir reaksiyon ortaya çıkıyor. Baktığını da görebileceksin. “Yanlış yaptım, bu karışımı çöpe atayım” da diyebilirsin. Herkes bakıyor ama herkes göremeyebiliyor önüne çıkan olanakları.
Peki neden göremiyoruz?
Kültür olarak biraz karamsarlık var bizde. “Maddi durumumuz çok kötü” diyor bazı öğrenciler. Annen-baban yanındaysa, bir okula da gidebiliyorsan o an için yapman gereken tek şey çalışmak. “Ama buradaki öğretmenler bizi gerektiği gibi iyi eğitmiyor” diyor. Sen önce var olana konsantre ol; ondan sonra daha iyisini yapmak için ikinci hedefe odaklan. Ben gençlerde o aceleceği görüyorum sürekli.
Bu acelecilik nasıl aşılacak?
Ülke olarak sürekli “Ne olacak halimiz?” deriz. Mutlaka her şey dört dörtlük değil. İstediğimiz gibi de olmayabilir. Unla şekerin varsa çikolatalı pasta hayali kurma, otur helvanı yap yani. Şikâyet etmenin anlamı yok ki, ona göre formül uyduracaksın. Evde bile yemek yaparken buzdolabını açıp bakıyorum; ne varsa değerlendirip lezzetli bir yemek ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Hayat da evlilikler de böyle. Eksiklere odaklanacağına var olan güzelliklerle mutluluğu yakalamalı.
Olanları kullanıyorsunuz yani.
Hayat sana her şeyi dört dörtlük sunmuyor ki. Ben de devlet okullarından mezun oldum. Her paralı okula giden başarılı mı oldu sanki? Tabii mukayese etmek de yanlış, yarış yapmak da. Sana ne verildiyse imkânların dahilinde en güzelini yapmaya çalışacaksın. Benim hayat felsefem bu.
“Orta direk bir aileden geliyorum” diyorsunuz. Peki inanılmayan bir çocuk muydunuz?
Ay’a adım atılırken ben, babamın omuzlarında oturan 3-4 yaşımda bir Neva’ydım. Telekomünikasyon binasının önünde Ay’a ilk adımın atılışını seyrederken babam bana bir çocuğun anlayacağı dilden anlatıyor, Ay’ı gösteriyor “Bak Ay’a adım atılacak, uzaya roket gönderiliyor” falan. Ben, “Büyüyünce ben de gideceğim o roket yapılan yere” diyorum, herkes gülüyor. 4 yaşındayım, kim inanır ki? Çocukların hayallerini küçümsememek gerek. Biraz daha büyüyünce Kaptan Cousteau belgesellerini izlemeye başladım. O sıralarda da “Ben deniz bilimcisi olmak istiyorum” deyip biyolojiye âşık olmuştum. Hayallerim herkesin fikrinden çok daha önemliydi benim için.
‘YAZIP BAŞARISIZ OLMAK VAR’
Bilim yazmaya nasıl başladınız?
Bilim okumayan bir toplumdan rahatsız olmuşumdur hep. Gazetelerimizde spor ve magazin sayfalarına bakıp bilim okumadığımızı fark ettim. Mesela çocukların, gençlerin bir şeyler öğreneceği bir sayfa yok. İlginç, bilim-teknoloji, rengârenk bir sayfa olsun istedim. Fatih (Altaylı) Bey, İstanbul’da sohbet ederken, “Elimden gelse gazeteye sayfalarca bilim yazısı koyardım” dedi. Çeşitli ülkelerden gazeteler göstererek, “Bakın, bilim-teknoloji yazılarına ne kadar çok yer ayırıyorlar. Bu şahane bir şey” dedi. Yazmak için gönüllü oldum. Sonra da geri adım atıp “Yok, okumazlar ki” dedim. Elimi attığım her şeyde başarılı olmak isteyen bir insan olarak, bilim yazıp başarısız olmak da vardı. Bir korku oldu açıkçası. Daha sonra Fatih Bey “Hadi” dedi ve başladım. Ona minnet borçluyum.
Sonra?
İlk yazımdan itibaren inanılmaz güzel tepkiler geldi. Tabii kötüler de geldi. Benim hiçbir isim koyamadığım bir ideolojim var. Yani, beni hiçbir yere oturtamazsınız. “Bu kız var olan partilerden hangisine uyuyor?” diye bakın, hiçbirisine uymuyorum. Doğru ve yanlışı kendime göre ayırt etmeye çalışıyorum. Yanlış gördüğümü söylüyorum. Onun için okurlarımdan rahatsızlık duyanlar var. Kimisi “Hükümetimize mi taş attın?”, kimisi de başka yazıda “Muhalefete mi taş attın?” diyor. Yahu ben kimseye taş atmıyorum. Gördüğüm bazı şeylere dokunuyorum. Bu benim kendi “Nevaloji”me ait bir şey yani.
Nevaloji mi diyorsunuz?
Eh sizin de vardır bir ‘-loji’niz yani... Ama yazılarımda hiçbir siyasi ideoloji yok, benim amacım bilim yazmak. Öyle olsa siyaset yazarı olurdum.
Yazılarınıza aldığınız tepkiler, size yeni bir dünya açmış olmalı.
Bir bilim insanının çok değerli vaktinden ayırıp da onca işi dururken bilim yazmaya vakit ayırması büyük fedakârlık istiyor. O yüzden de kolay kolay herkes bu işe adım atmak istemez. Ama adım attıktan sonra sizinle gönül bağı kuranlar için geri adım atmak istemiyorsunuz. Bilimsel hayatınızı sürdürürken, yazılarınızla bazen onların hayatına dokunabiliyorsunuz. Mesela “Okuma-yazma öğrendim” diyen bir kadın var. Onu hayatta unutamam. Yani, bana bir e-posta atıyor. Kendine bir hesap almış Yahoo’dan. Diyorki; “Benim imkânlarım elvermedi. Okula gitmedim, annemler okutmadılar.” Ama eşi çok anlayışlı bir insan olsa gerek, her gün sabah kalkıp kahvaltıdan sonra o hanıma gazete başlıklarını okurmuş. Bu, yazılarımın ikinci yılıydı. “Bir gün sizin köşe yazınıza denk geldim” diyor. “O gün eşim köşe yazınızı okuduktan sonra sizi okuyabilmek için gazete almaya başladık.” Daha sonra mahallelerinde okuma-yazma bilmeyen kadınlar için bir sınıf açılmış. “Sırf sizin köşe yazılarınızı okuyabilmek için oraya gittim ve sertifikamı aldım, artık okuyup yazabiliyorum” diyor. Bir insanın hayatına dokunabilmek kadar güzel bir şey olabilir mi? Bir tek bu bana yeterli.
‘UFACIK BİR IŞIK YETER’
Okurlarınıza epey nüfuz ediyorsunuz demek ki.
İnsanın hayatında bir kişiye bile böyle bir katkıda bulunması bence yeterli. Bir de bana çok sık yazan “Neva Abla” diyen genç kızlarımız var. Daha çok gazetedeki e-posta adresimden ulaşıyorlar. Okula gitmek istiyorlar; gidemiyorlar. O kadar güzel hayalleri var ki... Ben sadece köşe yazısı yazmıyorum. O çocuklara da cevap yazıyorum. Benim yaşam felsefemde şu var; toplu hayır yapmama gerek yok, bir insana ufacık bir ışık bile tutabiliyorsam, bu hayatımdaki en önemli misyon. Bu, laboratuvarda yaptığım testlerden de önemli. Şu sıralar sevgimizi kaybettik. Zaten böcek gibi yaşıyoruz, kısacık. Evrensel bir düzen içinde insanın 70-80 yıl yaşaması nedir ki? Bir Fransız’ın güzel bir lafı var: “İnsan hayatı tuvalet kâğıdı gibidir. Önce hiç bitmeyecek sanırsın ama yarıladıktan sonra çabuk biter.”
Yazılarınıza bir ihtiyaç varmış...
Aynı yeme açlığı gibidir öğrenme açlığı da. Yersin yersin ama yediğin hep makarnaysa doymak için yine yemek istersin. Çünkü vücut diyor ki: “Bana hamuru yolladın da bunun proteini nerede?” Ekrana ve dedikodu haberlerine yapışık yaşıyor insanlar çünkü zavallı ruhu öğrenmeye, tartışmaya aç.
Neler yaptı, neler yapıyor?
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü mezunu. Mastır ve doktorasını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı. Sonra Finlandiya’da Kuopio Üniversitesi Biyoteknoloji Bölümü’ne doktora öğrencisi olarak gitti. 11 yıl kaldı. Bu süreçte, insanlarda damar sertliği, eklem kireçlenmeleri, böbrek taşları gibi “patolojik kalsifikasyon” denilen hastalıklara sebep olan potansiyel etkeni Finli bir tıp doktoru arkadaşıyla birlikte buldu. Tedavi ve teşhis yöntemlerini patentleyerek Amerika’nın ve Japonya’nın çeşitli tıp merkezlerinde uygulamaya başladı. 1998 yılında Upsla Üniversitesi tarafından Nobel Tıp Ödülüne aday gösterildi. Bir gün gök bilimci Carl Sagan’dan (Ünlü Cosmos belgeselinin yaratıcısı) surpriz bir telefon aldı. Sagan, NASA’da Dr. David McKay ile çalışmasını önerdi. Daveti kabul etti ve NASA’nın Houston’daki Johnson Uzay Merkezi’nde yönetici bilim insanı olarak çalışmaya başladı. Projeleri; astronot sağlığı ve Dünya dışı ortamlarda hayat araştırmak (nanobakteriler) üzerineydi.
1 yıldır farklı bir düzende çalışıyor. NASA’da 16 bin 500 kişilik personel sayısı Başkan Obama’nın ödenekleri daraltması sonucu 4500’e düştü. Bu arada danışmanı, Mars’ta hayat olduğunu ilk savunan değerli bilim adamı David McKay de vefat etti. Banes, şu anda “bilim danışmanı” olarak NASA bünyesinde çalışmaya devam ediyor. Halihazırdaki projesi, canlıların uzay ortamında dayanıklılıklarını ölçmekle ilgili.
3 yıldır Habertürk Gazetesi’nde haftalık bilim yazıları yazıyor. Son 1 yıldır kitap yazmaya da yoğunlaştı. 3 kitabı aynı anda yazıyor. Birinde bir Türk kadını olarak bilim dünyasındaki yolculuğunu, diğerinde bilimde bazı buluşların kasıtlı olarak nasıl öldürüldüğünü anlatıyor. Üçüncü kitabın konusunu saklamayı tercih ediyor.
'BİLİM DÜNYASI BOKS RİNGİ GİBİ'
Kitap, hatta kitaplar yazıyorsunuz.
3 kitapta da vermek istediğim ayrı ayrı mesajlar var. O mesajları direkt olarak vermeyip okurun okuduktan sonra anlamasını sağlamak gerekiyor. Kolay okunan, mesajı kolay anlaşılan bir kitap oluşturmaya çalışıyorum. O yüzden biraz yavaş gidiyorum, yoğunlaşacağım.
Nasıl mesaj vermek istiyorsunuz?
Bilim insanı olmak isteyenlere ufak ipuçları vermeye çalışıyorum. Çünkü bilim dünyası öyle sanıldığı gibi toz pembe değil. Zaman zaman insanın bilime de saygısı kaybolabiliyor. Çünkü sanıyorsun ki doğruyu yaparsam kazanırım. Ama tam bir curcuna, savaş alanıdır bilim dünyası. Orada da politik oyunlar çok döner. Çok güzel bir şeyin buluşunu yaparsınız; elinizden alinabilir. Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilirsiniz ama çok büyük ilaç firmaları gelir, o buluşu öldürmek için elinden geleni yapar. Gençler için “Bakın dışarıda kurtlar sofrası var, gözünüzü açın” diyen bir üniversite dersi var mı? Yok. Kaç öğretim üyesi çocukları yurtdışına çıktıklarında yaşayabilecekleri bu tür zorluklara hazırlıyor ki? Dayak yerken nasıl korunulur, zayıf noktalar neresidir onu anlatıyorum.
‘DEPRESİF DÖNEM YAŞADIM’
Dayak bilimi ticarileştirenler mi?
Tüccarlar. Bir yandan para kazanmak için yatırım yapıp bilimi geliştirmeye çalıştırıyorlar ama kendi para kazandıkları bir işi baltalayacak bir buluşunuz varsa da sizi yok etmeye çalışırlar. Ben kendi buluşumdan örnek vereyim. Dünyada vücuttaki kireçlenmenin sebebi kesinlikle bilinmiyor. “Kalsifikasyon” diyoruz; böbreklerde de eklemlerde de oluyor, diş taşları, safra taşları... Bunun belirli tedavi yöntemleri var. Kronik rahatsızlığınız varsa tedaviyi satan ilaç şirketi için şahane bir altın yumurtlayan tavuk oluyorsunuz. Ben ve ekibim kireçlenme problemine yepyeni bir açıklama getirdik. “Bu kalsifikasyonun sebebi budur, tedavisi şudur” diye bilimsel açıklamalarda bulunduk. Bulduğumuz tedavi toplasan 75 dolara mal oluyor. Şu anda trilyonlar kazanan bir sistem, sizin 75 dolarlık tedavinizi piyasaya sürdürür mü? Hem de semptom gidermiyor, tedavi ediyorsunuz. Kesin çözüm getiriyorsunuz...
Eh sürdürmez tabii...
Resmen bir bilim mafyası vardır. Engellenirsiniz. Karşı çıkmak için ya arkanızda çok güçlü başka bir firma olacak ya da çok büyük bir kuruluş. Ben NASA sayesinde kendimi kurtardım. Ama kimden kurtardım? 5 tane bilimsel patentim var benim. Patentlerimi verdiğim şirketin üçkâğıdından kurtardım. Patentlerime el koyup, illegal şekilde para kazanmak isteyen kişi şu anda hapishanede. Ama bilimi de çok kötü bir şekilde baltaladı bu arada. Patentlerimin yenilenmesi için çok ciddi bir çaba sarf ediyorum. Yılmamak gerekiyor.
Yaşadıklarınız sizi nasıl etkiledi?
Bakış açım çok farklılaştı. Ömrünüzü verdiğiniz, hayat kurtaracak bir buluş, ciddi anlamda zedelenmiş. Düşünebiliyor musunuz? Geceleri uyumamışsınız, günde 16 saat çalışmışsınız; birileri buna zarar vermiş. Önce ciddi depresif bir dönem yaşadım. Ama sonra farklı düşündüm; insanın hayatında bölümler var. Hayatımın şimdiki bölümünde yaşadıklarımla ilgili, başarıya ulaşmak için neler yapmak gerektiğiyle ilgili mesajlar vermek var. Köşe yazarlığı yapmamın sebebi de bu. Hiç olmazsa ülkemdeki insanlara bilim dünyasındaki ilginç konuları getirerek bilime ilgi çekmek, gündemi değiştirmek, hiç olmazsa bilim tartışmak amacım. Toplumun tepkileri bilim mafyasının en büyük korkusudur. Uyanık bir toplum, bu mafyayı zayıflatır. Kitap yazarak da insanlara yol göstermeye çalışıyorum. Şu anki misyonumu böyle görüyorum
'NASA'DA BÜNYE ARTIK ZAYIF'
NASA size nasıl destek oldu?
Eğer bilim insanıysanız, arkanızda kurumlar destek olsa da aslında yapayalnızsınız. Patentlerimi kaybettiğim dönemde NASA, en başarılı 50 bilimadamı listesi oluşturdu ve beni o listeye koydu. O sırada 16 bin 500 kişi çalışıyordu NASA Johnson Uzay Merkezi’nde. Bunca kişinin içinde sizin adınızı oraya koyması, arkanızda durduğunu gösteriyor. Orası bir devlet kurumu, size avukat tutmuyor. Savaşımı tek başıma verdim. NASA’dan sadece manevi destek geldi.
NASA’da personel sayısı düştü.
Johnson Uzay Merkezi, NASA’nın Houston’daki kalbi. Astronot eğitimi yapılan, fırlatılan roketlerle bağlantı kurulan yerdir. Hakikaten küçülüp büzüştüğünü görmek beni çok üzdü. Global olarak bilime verilen değer mi azalıyor, nedir?
Bir de astronotlara dolma yediriyormuşsunuz.
(Gülüyor.) Biyo-testlerin nasıl yapıldığını astronotlara öğretiyoruz. Bir ekip oluyoruz. Mekik uçuşların yapıldığı zaman bazı uçuşlar öncesi benim evde kutlama yapıyorduk. Türk yemeklerini tanısınlar diye bir kez yapmıştım sarma. Sonra her uçuşta “E dolma yapacak mısın?” demeye başladılar. Şimdi ekip parçalandı. Mekik uçuşları bitti. Çoğu kişi NASA’daki ekonomik krizden dolayı işini kaybetti. Benim de hevesim kırılmış durumda. Şimdi NASA’ya dışarıdan bilim danışmanı olarak gidip gelmeyi tercih ediyorum. Bir bilim enstitüsünde de ayrı bir misyona dahilim.
Peki NASA’dan ayrılanlar ne iş yapıyor?
NASA’nın küçülmesiyle çok ciddi bir bilim insanı enflasyonu oldu. Houston’da özellikle... Genelde özel kurumlara geçiyorlar. Şimdi uzay seyahatleri de başladı. Ama üniversiteye dönen pek yok. NASA şu anda üniversitelere görev dağıtıyor. Teknoloji kaldı ama bilim kısmı üniversitelere devredildi bir bakıma.
Rakipleri mi kalmadı? O yüzden mi yavaşladı NASA?
İki tane sebep görüyorum ben. Birincisi NASA’yı artık sadece uzay bilimi olarak görüyorlar. Yani, NASA’nın dünyaya getirdiği teknoloji inanılmaz boyutlarda. İkincisi de politik sebepler. Başkan Obama’nın iki dudağının arasındaydı NASA’ya desteğin devam ettirilmesi. Ama desteklemedi. NASA değil Amerika’nın, dünyanın teknoloji merkezi. NASA nasıl bir yer biliyor musunuz? Çalışanlarının yetenekleri ve kişilik özellikleriyle tarif edemeyeceğim kadar güzel ve özel bir yerdi destek kesilmeden önce. Alçakgönüllü, birbirine destek olan, tek bir amaç için yumruk olabilen ve çok az maaşlara saatlerce çalışabilecek bir ekip düşünün. Sanıyorlar ki NASA’da çalışanlar inanılmaz paralar alıyor. Orası bir devlet kurumu. Bir astronotun maaşı son derece cüzzi miktarda bir futbolcuyla falan karşılaştırdığınızda. Bu çok mütevazı ve bilime gönül vermiş insanlar topluluğu dağıtılmamalıydı.
‘Bilim adamları yetersiz’
Bilime gönül veren insanlar genelde alçakgönüllü mü olur?
Yok yok değil. (Gülüyor.) Kendini beğenmiştir bilim adamlarının çoğu. NASA’ya öyle alçakgönüllü insanları seçmişler. İyi bir bilim insanı, “Az biliyorum, daha çok öğrenmek istiyorum” der. Kendini bilimin şahı ilan eden ama hiçbir şey bilmeyen o kadar çok kişi var ki bilim dünyasında...
Ve çok da popülerler.
Bir de popülerdirler. Çeneleri çok iş yapar, elleri yapmaz. Ellerinin altında çok genç ve çalışan birkaç beyin vardır. Onlarla idare ederler. (Gülüyor.)
Sizi ne heyecanlandırıyor?
Heyecanlandırandan çok, kaygılandıran gelişmeler var. Kaygılarımı giderecek bilimsel çalışmaların yoğunlaşması gerek. En çok gezegendeki kirlenme kaygılandırıyor. Had safhada artan ve bunun için hiçbir şey yapılmayan çok ciddi bir karbondioksit salımı var atmosfere. İnanılmaz bir çöplük dünyası oluşturuyoruz ve çok büyük kayıplar olmak üzere. Bir “Pili çöpe atmayın”ı öğretemediler bir türlü. Ben bilim adamlarını yetersiz buluyorum. Senin görevin aynı zamanda insanları bilinçlendirmek. Öğretmek. Televizyon programları yap, gazetelerde yaz. Bunun savaşını veren çok az. Herkes bir yerlerden araştırma parası toplayıp senenin sonunu getirme derdinde. Bu o kadar büyük, global bir sorun ki...
Motivasyon kaynağınız ne?
İnsan sevgisi! Benim çocuğum da yok. Gelecek nesillerin güzel bir dünyası olması lazım. Artık bir bebek kucağıma aldığımda “Sana güzel bir dünya bırakamıyoruz” diye üzülüyorum. Şu anda insanlar politik olarak birbirlerini yerken, gezegen ölüyor. Gezegen intikamını alırsa çok kötü olur. Geri dönüşü olmayan bir yola girdik. “Kansere çözüm geliyor” diye heyecanlanamıyorum bile. Hayati uzatsan kaç yazar, yaşayacak doğru düzgün dünyası yok....
Malumun ilanı insanları sıkıyor sanırım.
Ama tekrar tekrar magazinde “Kim kiminle”yi okuyorlar.
O aktörler sürekli değişiyor.
(Gülüyor.) O zaman bizim de bir formül uydurup insanları uyarı şeklimizi değiştirmemiz lazım.
Bilim insanları bir araya geldiğinde politika konuşuyor musunuz?
Ohoo. Biz dünyayı çok kurtarırız. Ama bizim konuşmalarımızda mantık vardır. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış deriz. Bilimin getirdiği şey bu.