Sosyal medya üzerinden günlük yaptığım anketlerden yola çıkarak düşüyorum bu notları. 2025 yılından beklediği bir şeyler var herkesin…
Misal bu yıla herhangi bir ismin verilmemesi ya da bir sıfat takılmaması. Geçtiğimiz yılı “Emekliler Yılı” olarak geride bıraktık ki teoriyle pratik pek örtüşemedi…
Misal açıklanan Asgari ücretten sonra ev kiralarının asgari ücret oranı baz alınarak arttırılması. Bunu detaylandırmaya gerek yok sanırım…
Misal politikacıların daha az ayrıştırıcı dil kullanıp, ekonomi ve diplomaside birbirinin aklından daha fazla yararlanması. Olmayacak bir dua ki “amin” diyemiyorum…
Misal hakemlerin futbol takımlarından daha az konuşulur olması. Sahanın yıldızı 12. adam olduğundan beri futbol filan konuşmayı da bıraktık, doğrudur…
Misal gemi azıya alan “fırsatçılar” için maaş zammı ya da ikramiye ödemelerinin bir gün öncesi ve sonrasında etiketlerin resmi kontrol altına alınması. Fiyatlama yorgunu oldu çünkü son tüketici daha doğrusu “son tükenen”…
Misal vekalet verdiğimiz sayın milletvekillerinin yılın en az bir günü vatandaşla rolleri değişmesi. Empati gelişimi ve rasyonellik anlamında tadından yenmez bir deneyim olur…
Ve son olarak misal tartışma programlarında kullanılan uzun sopaların, yer bezi değneklerinin, radyo antenlerinin yasaklanması. Bana göre yeni yıldan istenebilecek en isabetli dilek de budur; nokta!
***
Taş Konak’ta bir akşam…
Kurtuluş’ta doğdum. İstanbul’un mazide kalmış kesişme noktalarından birinde. Azınlıkların her rengini bağrında taşıyan, köken, inanç ya da kültürel ayrılıkların farklılık değil, zenginlik kabul edildiği asri bir semtte…
Bir yanından Feri hanımın ismini verdiği köyü, öte yandan Pangaltı üzerinden Harbiye’yi, beri taraftan da iki yüz yıl kadar öncesinde yıldızı bir fabrikayla parlayan Bomonti’yi kucaklayan kesişme noktasıydı Kurtuluş…
Uzun caddesinin bittiği yerden birkaç yüz metre sonra, Latin ve Ermeni mezarlığının arasında uzanan yolu arşınlayıp, kendinizi sağdan aşağı bıraktığınızda hala mutena bir semt olarak kalan Nişantaşı’na dokunabiliyordunuz…
Bir paragrafta yüz ayrı dünya portresini aktarabileceğiniz bu şahane mezarlıklar, ibadethaneler ve kahkahalar semtinin kendine özgü fukaralığını Rumeli caddesine girdiğinizde unutur, her adımda çağının saygınları arasına girmiş suretlerle karşılaştıkça tatlı bir elitliği giyinirdiniz üstünüze…
Gençken böyle şiir gibi akmıyor metaforlar. Rumeli caddesinin üstünde yer alan “Hükümet Konağı” her zaman bir önceki kuşağın pastel rengini taşıyan pembe bir anıt gibi dururdu benim için…
Kaymakamlık makamıydı ama hiç öyle asık yüzlü bir yere de benzetemezdim. Eskilerin “Taş Konak” ismini verdiği bu müstesna yapı, inşa edildiği yıllarda muhitin tek taş yapısı olduğu için parmakla gösterilerek bu ismi almıştı…
Yani benim gençliğimden öncesi daha seçkin bir mekanı işaret ediyordu. Öyle olduğunu çok sonraları anladım. Rahmetli validemin en sevdiği şarkı “Kimseye etmem şikâyet” misal, burada trajedilerin türlüsünü yaşamış ilk kadın şairlerinden İhsan Raif’in kaleminden çıkmaydı…
Hemen arka sokaklarda bir yerde Osmanlı’da kadın hareketinin öncülerinden kabul edilen Şair Nigar da konağa sıklıkla ziyaretçi olarak gelmiş, sonradan dünyaca ünlü müzik yapımcısı Arif Mardin ve kız kardeşi Betül Mardin’in çocukluğunu geçirdiği bu konakta kendi mevsiminin yasemin kokusunu duvarlara sindirmişti…
Konak’ın hikayesi anlatmakla bitmez. Şimdilerde yine meşhur olan soylu aile dizilerinden birinde görürüz belki artık çoğu gölgelerde yaşayan çağının yıldıklarını…
Ben biraz Taş Konak’ın şimdiki halinden bahsetmek istiyorum. Açıkçası uzun zamandır uğramadığım için bu binanın restore edilerek “Kalyon Kültür” isimli bir kültür sanat adresine dönüştürüldüğünü bilmiyordum…
Bu işler böyledir. Parçadan bütüne giderken bir parçaya gereken ilgiyi göstermezseniz bütünün yapısı bozulur. İnsanın hafızasının ilgi görmeyen hücrelerinin intikamıdır unutmak…
Neyse, Kalyon Kültür 2020 yılından bu yana “Kalyoncu” ailesinin kültür ve sanat girişiminin geçmişle kurduğu bağı yarına taşıyacak bir buluşma adresi olmuş. Ve ne mutlu ki yaşıyor…
Önceki gece İngiliz Denim Sanatçısı İan Berry’nin insanı maviliklere taşıyan sergisini (Beyond Denim) gezerken konağın girdiğim her odasında başka bir galaksinin yıldızları üstünde yürüyormuşum hissine kapıldım…
Konağın oksijenini ona yeniden dokunan ellerden aldığını hissettim. Sergiyi ve Berry’i İstanbul’a getirip sanatseverlerle buluşturan Reyhan ve Cemal Kalyoncu çiftiyle sohbetimiz de nefesi geniş oldu…
Cemal Kalyoncu bugüne kadar işadamı kimliğiyle bilinen ama çok da göz önünde olmayı tercih etmemiş bir iş insanı. Yaptığı işleri düşününce bu tevazu yanlış anlaşılamayacak kadar samimi geldi bana. Eğitime, aile köklerine, büyüdüğü kentlere, geleceğe ve ülkesine yaptığı yardımları edepli bir ıslıkla anlatır gibi konuşuyor.
Sadece Taş Konak projesiyle değil, sürdürülebilir kültürel yaşama olan katkılarıyla da bence fazla kenarda kalmayı tercih etmiş. Bir yangınla küle dönen Vaniköy Camiini emek yoğun bir gönüllükle aslına uygun restore edip, Boğaziçi’ne kazandırdığı günden beri o kenardan yolun üstüne çıkmıştı benim için…
Eşi Reyhan Kalyoncu ise biri Amerikan Üniversitesinde olmak üzere, çift disiplin lisans eğitimini bir de yüksek lisansla taçlandırdıktan sonra, aile şirketine davranış bilimci olarak giriş yapmış, şirket içi eğitimlerden büyük çaplı insani yardımlara kadar birçok konuda markasını gönendirmiş…
Ardından da Kalyon Kültür seferlerine eşi ve değerli kızı Sena ile paralel olarak imzasını atmayı tercih etmiş. Balkanlara özgü misafirperverliğini gelin olduğu Karadenizli ailenin renklerini iyiden iyiye zenginleştirmekte kullanmış…
Sohbetin sonuna doğru İhsan Raif Hanım’ın odasında Müzeyyen Senar’ın taş plağından “Kimseye Etmem Şikayet” şarkısını dinletti bu nahif aile bana…
O gece oraya boş götürdüğüm akıl ve gönül heybemi sanat, sohbet, anılar ve temennilerle doldurarak bir hayli yüklü olarak eve döndüm…
Yol üzerinde rastladığım gençliğime göz kırparken, yürüyeceği yolda en büyük dostunun hafıza olacağını üfledim kulağına. Gülümseyerek Kurtuluş’a doğru kayboldu gözden…
Ben de o akşamdan beri kimseye şikâyette bulunmadım “bilmemek” meselesiyle ilgili bir şeyi. Öğrenene kadar payına düşeni yaşasın o da…
Her şeyin bir zamanı var çünkü. Önemli olan zamansızı yaşatmak; bir şarkı ya da bir konağın yukarı çıkan basamaklarında…
***
Gerçek altın gönül zenginliğindedir!
Gençliğimin bir kısmı Çanakkale’de geçti. Daha doğrusu Bozcaada’da 15 yıl kadar geçirdim. Lise yıllarından başlayarak valideyi kaybettiğim yıla kadar aralıksız 4 ay kadar yaşardım o güzel adada…
Çok şeyi orada öğrendim. Fabrika işçiliğini, balık avlamayı, garsonluğu, küçük esnaflığı, platonik aşkı, Troya efsanelerini, gelgitte ortaya çıkan yakamozu, Ege’nin kuzey ucunu, antik mezarlıkları, üzümü, bağı ve dağı...
Adaya o zaman basit bir taka ile geçilirdi. Daha sonradan Kenan Evren ikinci dünya savaşından kalma bir çıkartma gemisini tahsis etti seferler için…
Çanakkale insanı müstesnadır. Antik köklerinin tüm DNA’larını günümüze taşımıştır. Buna küçük yerlerde dönen büyük efsaneleri de katarak düşünün…
Önceki gece tamamladığım “Altın Bulmadan Zengin Olunmaz” isimli kitabın sayfalarında anılarda bıraktığım bu detayları kısmi de olma hatırlama durumunda kaldım…
Çanakkale kökenli bir iş insanı olan Davut Doğan yıllar sonra dev bir mobilya imparatorluğuna dönüşecek olan çalışma hikâyesini anlatıyordu kitapta. En sevdiğim bölüm de küçük yerlerde dönen sokak efsaneleriyle ilgiliydi…
Toplumsal statüde geldiğiniz yerin geriye doğru arkeolojisine girişirseniz başlangıç noktasında size atfedilmiş birden çok söylentiye denk gelirsiniz…
Sanırım Davut Doğan da hayatının bir yerinde o bölgede neredeyse herkes için geçerli olan “ailesinin bulduğu define sonrasında zenginleştiği” fısıltısına gülümsüyordur şimdi…
Kitapta anlattığı gelişim öyküsü hiçbir şeyin tesadüf olmadığını gösteriyordu oysa. Daha doğrusu içinde “çok çalışmak” olan hiçbir şeyin…
İnsanların ve markaların büyüme hikâyelerinde günün sonunda ille de etiket koleksiyoncusu olursunuz. Doğan’ın o etiketler içinde kökleri ve çalışma azmine dayandırdığı iki etiket beni kendisinin gerçekten bir define zengini olduğuna ikna etti…
Ancak bu define bizzat zekâsı ve çağın ötesini doğru okumakla ilintiliydi. Kitabın metaforik ismi bu yüzden iki kere cezbedici…
Bulduğun altın toprağın değil, senin içindeyse zengin olursun. Biri senle büyür, öteki harcadıkça tükenir çünkü…
(Gelirini kız çocuklarının eğitimine bağışlayan kitap için altın gönüllü Davut Doğan’a teşekkürler.)
***
Ağacı taşlamak üzerine…
Noel ve Yılbaşı tartışması bu yıl olmadığı kadar ateşliydi. İş, kent meydanlarındaki süslü çam ağaçlarına yapılan maskeli saldırılara kadar vardı…
Bu denli hoşgörülü bir toplumdan bu kadar öfkeli ve öteki takıntılı bir kalabalık nasıl çıktı, yanıtı sosyologlara bırakıyorum…
Ama başta ilahiyat konusuyla uğraşan bilim insanları olmak üzere aklı başında herkesin üstünde hem fikir kaldığı birkaç başlığı burada sıralamadan yapamayacağım…
Noel, Hristiyan inancında İsa Peygamberin doğduğu gün olarak kabul edildiği için bir anma günüdür. Üstelik Hristiyanlığın farklı inanç dallarına göre de kimi 25 Aralık’ ta idrak eder, kimiyse 6 Ocak’ta. Hatta yüzyıllar önce bahsedilen tarih Mart ayından taşınmıştır şimdiki yerine!
Yılbaşı, kadim Türk kültüründe de yer alan “Nardugan Bayramı” ile özdeşleşmiş bir kutlama geleneğidir ki, ağaç Türk kültürü içinde çok kutsal bir yerde durur…
Bu arada yine kadim Türk boylarında “Çam Bayramı” olarak kutlanan bir bayramdan da sıklıkla bahseder tarihi kaynaklar...
Günümüze kadar yılbaşları bizim toplumumuzun “TV karşısında ailecek çekirdek çitleyerek” geçirdiği Noel ile tek ilişkisi yakın tarihli olmasından kaynaklanan bir gün olarak idrak ediliyordu. Kısa zaman önce de eller havaya ve tatil günü filan oldu…
Şimdilerde ise anılarımızda sanki hiç yaşanmamış bir gün gibi lanetleniyor belli bir kesim tarafından. Herkesin inancı kendini bağlar. Ama ne bileyim sen “yok öyle bir şey” dediğin için dünya dönmekten, huylu da huyundan vazgeçmez…
Şimdiden mutlu yıllar dilerim hepimize!