Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muharrem Sarıkaya Saldırabilmek mi? Savunabilmek mi?

        SAVAŞ sanatında hangisi diğerinden üstündür?

        Başarı çizelgesine yerleştirilse, hangisi eşitler arasında öncelik alır?

        Soruyu yöneltmemin nedeni İran’ın hafta sonu İsrail’e karşı düzenlediği ilk saldırısı sonrası yaşanan gelişmeler.

        İran tarafı saldırabilmiş olmayı başarı olarak gösteriyor ve hedeflediği amaca ulaştığını söylüyor.

        İsrail ve savunmasına destek veren ABD ve Ürdün ise saldırıların çok büyük zarar vermeden engellenmiş olmasını başarı olarak sunuyor.

        İran’ın o kadar füze ve insansız hava aracı ile saldırmasının bir sonuç üretmediğine vurgu yapıyor.

        Peki hangisi haklı…

        Bunun için iki savaş teorisi denildiğinde ilk akla gelen iki ismin eserlerine baktım.

        “POLİTİKA ESAS, SAVAŞ ARAÇTIR”

        Kitapları birçok ülkenin askeri okullarında ders kitabı olarak okutulmaya devam eden “Savaş Sanatı” eseri geçerliliğini koruyan Sun Tzu ve Napolyon savaşlarına katılmış, “Savaş Üzerine” adlı eseriyle taktik alanda önem kazanan Prusyalı General Carl Von Clausewitz…

        Savaşa yaklaşımları zıt olmakla birlikte ikisi de bu konuda benzer yaklaşım sergiliyor ve saldırıyı savunmanın önüne koyuyor…

        Bu konuda Clausewitz çok daha net tutum sergiliyor; öncelikle savaşı politik bir araç olarak görüyor.

        “Savaşı, politikanın başka araçlarla devamı” olarak görüyor; uygar toplum savaşlarının baştan sona politika ile ilişkili olduğunun altını çiziyor.

        “Politika esas, savaş ise onu sağlayan araçtır” yaklaşımını sergiliyor.

        Özetle bir ülkenin, politikasını düşmana zorla kabul ettirmenin aracı olarak değerlendiriyor.

        Başarıyı elde etmenin yolunun da gücü akıllı ve dengeli bir şekilde sonuna kadar kullanmaktan geçtiğini vurguluyor.

        Clausewitz’e göre, “Düşmanın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi, savaşta izlenebilecek araçların en üstünüdür…”

        Asıl olan saldırıdır…

        “SU GİBİ BELİRSİZ OLMALI”

        Sun Tzu da farklı bir yaklaşımla olsa da aynı noktaya geliyor.

        Rakibe karşı “su” gibi “belirsiz” olunması gerektiğini öğütlüyor; böylece zayıf noktanın kalmayacağına dikkat çekiyor.

        “Olabildiğince gizlen; öyle ki görünmez ol. Olabildiğince gizemli ol; öyle ki sesin bile işitilmesin. O zaman düşmanın kaderi senin elindedir…”

        Burada da durmuyor, saldırırken hilekar olunması gerektiğini de “Hile düşmanı yenmek için gereklidir, doğruluk ise bir grubu yönetmek için” dedikten sonra ekliyor:

        “Usta saldırı, karşıtlarının nasıl savunacaklarını bilmedikleri saldırıdır; usta savunma karşıtlarının nasıl saldıracaklarını bilmedikleri savunmadır. Bu nedenle savunmada usta olanlar, kale duvarları nedeniyle ustalaşmış değildirler.”

        İKİ TARAFIN KAZANCI

        Savaş sanatının iki ustasının eserlerinden yola çıkıldığında hangisinin üstün çıktığından söz edilebilir?

        Yanıtı açık; hiçbiri…

        Ancak bir gerçek var ki Clausewitz yaklaşımıyla, ikisi de politik açıdan önemli iki hamle yaptı.

        İsrail, Gazze’deki insanlık dışı saldırılarını unutturdu.

        İran da 1979’dan bu yana ilk kez doğrudan saldırarak İsrail hakkında hafızalarda var olan kırmızı çizgiden birini daha yerle bir etti; yeni bir emsal yarattı.

        İRAN SALDIRISININ MESAJI

        Aslında Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’in güvenliğine yapılmış en önemli hamleydi.

        İsrail’in Şam Büyükelçiliğini bombalamasına misilleme amacıyla gerçekleştirdiği saldırıyla yeni bir denklem de kurdu; “Bundan böyle karşılık vereceğiz” mesajını iletti.

        Bugüne kadar vekil güçleri aracılığıyla yaptığı saldırıyı da doğrudan gerçekleşen bir eyleme dönüştürdü.

        Bunu da bugüne kadar görülmeyen, hatta denenmeyen bir yöntemle hayata geçirdi, İsrail’i tedbir alması için saatler önceden uyaran bir tarzla saldırdı…

        İran’ın bu tutumundan, “Şam’da Büyükelçiliğime saldırarak topraklarımı doğrudan vurmuş oldun, yanıtını vermek zorundaydım” yorumunu çıkarmak olası.

        Nitekim saldırı sonrası İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Amir- Abdollahian’ın şu cümleleri de bunun göstergesi:

        Bölgenin koşullarını göz önünde bulundurarak ve gerilimin kapsamını genişletmeye çalışmadığımızı düşünerek altı ay boyunca itidal gösterdik…”

        İRAN’IN SEMBOLİK ZAFERİ

        Aslında İran, geçmiş saldırılar karşısında pasif bir tutum sergileyerek İsrail’in sınırlarını zorlayıp daha büyük işlere kalkışmasının önünü açtı.

        Süreç beklediği gibi gelişti ve Tahran İsrail’e kadar ulaşabilecek füze gücünü elinde bulundurduğunu dünyaya gösterdi.

        Füzelerin veya SİHA’ların bir etkisinin olmadığı savlanabilir; ancak birçoğunun Tel Aviv’e ulaşabileceği kanıtlandı.

        İranlı generallerin açıklamalarının ana vurgusu da buna dayanıyor; sembolik önemine ehemmiyet verdiklerini gösteriyor.

        İran’ın saldırısını başarılı göstermesinin gerisinde de bu yatıyor.

        Tahran yönetimi, bir yandan Devrim Muhafızları’nın ve iç kamuoyunun öfkesini yatıştırmanın getirdiği rahatlığı sürüyor, diğer taraftan da fazla zayiat vermeden gücünü göstererek uluslararası camianın dikkatini çekmiş bulunuyor.

        Özetle kendisi açısından politik oyununu iyi oynadığını varsayıyor.

        İsrail açısından bakıldığında orada da politik bir kazanım olduğu açık…

        Çünkü Gazze’de yaptığı insanlık dışı saldırıları unutturdu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkum edilmiş konumundan, Ürdün ve Suudi Arabistan dahil korunmaya alınmış bir ülke haline dönüştü.

        TARİHTE BİR KEZ YANLIŞLIKLA OLDU

        Bu noktaya İran’ın Şam Büyükelçiliğine bizzat saldırması sonrası gelindiğini de hafızalardan uzaklaştırdı.

        O derece ki bugüne kadar hiçbir ülkenin büyükelçiliğine bir başka ülke saldırmadı…

        Yakın diplomasi tarihinde bir kez 7 Mayıs 1999’da NATO’nun eski Yugoslavya’yı bombalaması sırasında yaşandı.

        ABD’nin attığı JDAM Güdümlü Bombası, Çin’in Belgrad Büyükelçiliği’ne düştü, üç Çinli haberci hayatını kaybetti.

        Dönemin ABD Başkanı Clinton, bombanın yanlışlıkla düştüğünü belirterek özür diledi.

        İSRAİL’İN POLİTİK KAZANCI

        Bu açıdan bakıldığında İsrail hükümeti diplomasiye sığmayan bu tutumunu uluslararası kamuoyu gözünden kaçırma başarısı gösterdiği için politik anlamda başarılı sayılabilir.

        Ayrıca daha düne kadar birçok batı ülkesindeki mitinglerde “insan kasabı” olarak tanımlanan Başbakan Netanyahu savunulması gereken kişiliğe dönüştürdü.

        Gazze’de gerilimi yükselterek rehinelerin hayatını tehlikeye atması nedeniyle iç kamuoyunda yükselen tepkileri de İran saldırısı ile savuşturdu; hatta içeriyi kendi çevresinde konsolide etti.

        Netanyahu, geçmişte de yaptığı gibi aldığı puanları hoyratça savurma yoluna gidip, ölçüsüz bir şekilde İran’a karşı yeni bir hamle yapar mı?

        Asıl soru bu noktada başlıyor.

        İsrail Genelkurmay Başkanı Korg. Herzi Halevi, “İsrail topraklarına bu kadar çok füze, seyir füzesi ve insansız hava aracı fırlatılmasına karşılık verilecektir” açıklamasına bakılırsa, askerler ve aşırı muhafazakarlar yanıt verilmesi taraftarı…

        ABD BU KEZ YANINDA YER ALMAYACAK…

        Ancak ABD Başkanı Biden’ın, Netanyahu ile konuşmasında bir saldırıda bulunması halinde kendilerinin yanında yer almayacağını söylediği bilgisi de ortada duruyor.

        Bütün dünyanın diken üstünde olmasının gerisinde de bu durum yatıyor.

        O denli ki dün Avusturalya gazeteleri dahi Çanakkale’den kalma endişeden kaynakla gerek, savaşın yayılmasının kendilerini de etkileyip etkilemeyeceğini tartışıyordu.

        İngiltere Dışişleri Bakanı Cameron’un, Netanyahu yönetiminin dikkatini Gazze’ye, rehinelere ve İsrail’e vermesi gerektiğine yönelik çağrısının gerisinde de bu endişenin yattığı görülüyor.

        Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un saldırıyı savuşturmanın da meşru müdafaa hakkını kullanmak olduğunu belirterek, misillemenin hukukta meşru hak olmadığına yönelik sözleri de gerilimi yatıştırmaya dönüktü.

        “SAVUNMA YOLUYLA KAZANDI…”

        Baerbock’un, “İsrail savunma yoluyla kazandı” cümlesi de tam da İsrail hükümetinin beklediği cinstendi.

        Buna rağmen İsrail’in bir şekilde yanıt verme arzusunda olduğu Ankara diplomasinin de beklentisi arasında…

        Çünkü bugüne kadarki tutumu her saldırıya yanıt verme yönünde oldu, diğer yanağını çevirdiği anlamına gelecek her adımdan kaçındı.

        Bunun ne zaman ve nasıl olacağı konusunda Ankara’da diplomasinin de kafası karışık.

        Nedeni de bir tarafta ABD’nin bir başka saldırı sonrası gelişmelere karışmayacağını açıklamasına rağmen Netanyahu’nun ne yapacağını bilmemesi.

        İkincisi ise İran’ın füze ve SİHA’larının ağırlıklı bölümünü Irak ve Ürdün üzerinde vurarak imha etmenin getirisini Kasım’daki seçime aktarma gayretinde olan Biden’ın İsrail’e karşı tutumundaki direncin ölçüsü…

        KASADAKİ AYNA KENDİNE GÜVENSİZLİĞİNİN ÖLÇÜSÜ

        Bir üçüncüsü var ki o da her bir durumu belirliyor.

        O da İran ve İsrail’in “güvensizlik konsepti” üzerine kurulu iki devlet olması.

        Ankara’da dün bölgeyi çok iyi bilen üst düzey bir diplomatla dün bu kapsamda sohbet ederken, önce arkadaşım Çetiner Çetin’in Habertürk TV yayını sırasında anlattığı espriyi anımsattı...

        Hikayeye göre, bir Yahudi evindeki kasasında muhakkak bir ayna da bulundururmuş.

        Kasayı açanın gerçekten kendisi olup olmadığını da görmek istermiş…

        Kurulduğu günden bu yana güvensizlik üzerine kurulu yaşam biçimini özetleyen çarpıcı bir espri…

        İRAN’IN GÜVENİ 1981-88 IRAK SAVAŞINDA KIRILDI

        İran açısından da durum farklı değil, çünkü 1981- 1988 savaşı sırasında batılı ülkeler dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in yanında yer aldı; bu da Tahran’da batıya karşı güvensizlik oluşmasına yol açtı.

        İran İslam Devrimiyle ABD başta olmak üzere batı ile ilişkilerin daha da kötüleşmesi güvensizliğin dozunu da arttırdı.

        Güvensizliği kendine şiar edilmiş iki ülkenin bundan sonra ne yapacağını tahmin etmekten daha zor bir durum olmasa gerek.

        Özellikle de bölgedeki güvensizliğin ana nedeni de bu güvensizlik üzerinde kurulu dururken…