Yargıdaki 'Evet'çileri üzen çelişki
Yargıdaki 'Kemalist dikta'ya karşıydılar. 'Kemalizm' gitti 'dikta' mı kaldı?

Yargı mensupları arasındaki 'Evet'çiler Adalet Bakanlığı bürokratlarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyeliği adaylığına tepkili. Birçok kesim gibi 'Evet'çi yargı mensupları da 12 Eylül'deki referandumla kabul edilen değişikliklerden sonra HSYK'daki seçim sürecinde ortaya adayların çıkacağını, her adayın kendi propagandasını özgürce yapacağını ve seçme hakkı olan hâkim ve savcıların da yine özgür iradeleriyle kurulun yeni üyelerini belirleyeceğini düşünüyordu. Ancak YSK'nın adaylara propagandayı yasaklaması ve seçim sürecinde Adalet Bakanlığı'nın bazı bürokratlarının da aday olacağına yönelik haberlerin çıkmaya başlaması, yargı mensuplarının 'Eski usul çalışma yöntemleri devam mı ediyor?' endişesini duymasına neden oldu.
Konuyu Taraf Gazetesi Yazarı Alper Görmüş, HSYK seçimleri ve ‘muhafazakâr demokrat’lar başlıklı yazısıyla gündeme taşıdı. Görmüş'ün yazısındaki en dikkat çekici bölüm ise Demokrat Yargı Derneği'nin toplantılarından birinde bir üyenin yaşananlara isyan ettiği şu cümlelerdi: “Demokrat yargının derdi mevcut HSYK’nın ‘Kemalist dikta’ olmasıydı. Ama vurgumuz ‘Kemalizm’e değil, ‘dikta’ya idi. Fakat sizin derdiniz ‘Kemalizm’miş, diktayla sorununuz yokmuş!..”
İşte Alper Görmüş'ün tartışma yaratacak yazısı:
12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü (1980) alkışlayan Türkiye’nin muhafazakârlarının 28 Şubat’tan (1997) itibaren içine girdikleri büyük dönüşüm, Türkiye’deki demokratik gelişmenin dayanak noktalarından biri oldu.
Kabaca “sivil siyaset üzerindeki askerî vesayete karşı çıkma” diye özetleyebileceğimiz bu hayati önemdeki dönüşüm, “muhafazakârlık”la “demokratik gelişme”yi yan yana görünce kırmızı görmüş boğaya dönen kimi seküler ve hatta sol çevrelerce ne yazık ki küçümsendi.
Fakat bu yazının konusu, kafasındaki kurguya uymuyor diye “olgu”yu reddederek “Türkiye muhafazakârlığı” dersinden sınıfta kalan seküler ve sol çevreler değil; bu yazının konusu, demokrasiyi “sivil siyaset üzerindeki askerî vesayetin kaldırılması”ndan ibaret sayan “muhafazakâr demokrat”lar...
Bizde “sivil” denince yaygın olarak “asker olmayan” anlaşılıyor, oysa “devlet dışı” anlaşılmalı... Kavramları yerli yerinde kullanacaksak, Genelkurmay Başkanlığı’nı “asker”, Dışişleri Bakanlığı’nı “sivil” olarak görmememiz gerekir; ikisi de “devlet alanı”nın içinde, “sivil alan”ın dışındadır.
Aynı yanılgı “askerî yargı”nın dışında kalan yargı alanını “sivil yargı” (doğrusu “adli yargı”) olarak adlandırmamızda da ortaya çıkar. Daha önce de yazmıştım, kavramları yerli yerinde kullanan bir ülkenin hukukçularına “Türkiye’deki sivil yargı”dan söz edecek olsanız, muhtemelen size şöyle bir tepki vereceklerdir: “Nasıl yani, sizde vatandaşların kurduğu ve başka vatandaşları yargıladığı mahkemeler mi var?”
Buraya kadar söylediklerime ilişkin, “Haklısın da, bunlar sadece muhafazakârların derdi değil ki, çok daha genel bir sakatlıktan söz ediyorsun” diyenler olabilir.
Doğru; orduyu “asker”, devleti “sivil” sayanlar her kesimde var ve onlar –artık iktidarda kimin “sivil devlet”i varsa- o devletin uygulamalarını “demokrasi” saymakla malûl...
O zaman şöyle diyeyim: Bugün size, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimleri temelinde, muhafazakâr hâkim-savcıların ve muhafazakâr medyanın kendi “sivil devlet”lerinin bürokratik-otoriter tercihlerine nasıl boyun eğdiklerinin hikâyesini anlatacağım.
Bürokratların adaylığı ve vaatler
12 eylüldeki referandumda başka değişikliklerin yanında HSYK Kanunu’ndaki değişiklikler de onaylandı, şimdi sıra kurulun yeni üyelerinin seçiminde... Pazar günü (17 ekim) seçim yapılacak, yeni üyeler belirlenecek.
Referandum propaganda sürecindeki havadan dolayı ben zannetmiştim ki (muhtemelen siz de öyle düşünmüştünüz), ortaya adaylar çıkacak, her aday kendi propagandasını özgürce yapacak ve seçme hakkı olan hâkim ve savcılar da yine özgür iradeleriyle kurulun yeni üyelerini belirleyecek.
Bu beklentiye ilk darbeyi, adaylara propaganda yasağı getirerek Yüksek Seçim Kurulu (YSK) vurdu. İkinci darbe ise hükümetten ve Adalet Bakanlığı’ndan geldi. Hikâyemiz de zaten bu ikinci darbe üzerine...
Biliyorsunuz, seçim sürecinin bir aşamasında Adalet Bakanlığı’nın bazı bürokratlarının da aday olacağı haberleri çıkmaya başladı. Onların aday olmalarında yasal bir engel yoktu, fakat neticede yaptıkları iş itibariyle devletin memuruydular. Buna bir de referandum sürecinde hükümetin HSYK’nın yeni yapısının “çoğulcu ve demokratik esaslar” üzerinde kurulacağı yönündeki vaadini ekleyin... Böyle bakınca anlarsınız ki, bu adaylıklar hiç de “çoğulcu ve demokratik” değildir.
Dahası da var: Ben meseleyi bazı bürokratların bireysel inisiyatiflerinden ibaret sanıyordum, meğer değilmiş. Meğer bu basbayağı organize bir hareketmiş ve işin “koç”luğunu da Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı İbrahim Okur yürütmekteymiş.
Konuyla ilgili olarak, çok güvendiğim bir kurumun, seçime kendi adaylarıyla katılacak olan Demokrasi ve Özgürlük İçin Yargıçlar ve Savcılar Birliği (Demokrat-Yargı) Derneği’nin bilgisine başvurdum. Onların gözlemlerinden ve yorumlarından derlediğim bir demetle, meseleyi sizin de dikkatinize sunuyorum:
“YARSAV’cılar bile daha kısıtsız”
Adalet Bakanlığı, HSYK seçimlerinde, Başbakan Erdoğan’ın referandum sürecinde sık sık tekrarladığı “kürsü yargıçlarının kurula gireceği” vaadini açık pozisyonda bırakan ilginç bir yol izliyor.
Hükümet, seçim sürecini Adalet Bakanlığı’na, o da müsteşar yardımcısı İbrahim Okur’a bırakmış durumda. Demokrat Yargı Derneği, “üç bakanlık bürokratından ve zihniyet olarak öyle olanlardan bir liste oluşturan” Okur’un, “geçmişe ait usullerle” çalıştığı kanaatinde:
“Bir defa kendilerine bağlı başsavcılık, komisyon başkanları, müfettişler ve bakanlıktaki tetkik hâkimleri eliyle süreci bir resmiyet içinde örgütlemeye koyuldular. Kendilerine yakın tabana seslenen adaylar ya manevi baskıyla (aday olma, bir bölen olursun, vebali var), ya çeşitli vaatlerle (seni başsavcı yapacağız, reis yapacağız, lojman alacağız vs. vs.) ya da üstü kapalı ‘tehdit’lerle adaylıktan vazgeçirilmeye çalışılıyor. Referandumda ‘evet’ diyenlerin bu ‘evet’inin dindar muhafazakâr tabanın kendi hayatlarındaki demokratik sonuçlarını ertelemek için ellerinden geleni yapıyorlar.”
Derneğin eşbaşkanı Dr. Organ Gazi Ertekin, bu durumu, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) adaylarının (ki toplam aday sayısının aşağı yukarı yarısını oluşturuyorlar) çok daha kısıtsız bir süreçten geçmeleriyle karşılaştırıyor ve sonucu hüzün verici bulduğunu belirtiyor:
“Referandumda ‘hayır’ diyen hâkim ve savcılar, yasadaki değişikliğin kendilerine tanıdığı aday olma hakkını tereddütsüz kullandılar. Buna karşılık referandumda ‘evet’ diyenler, bunun sağladığı sonucu kendi yaşamlarına aktarma becerisini gösteremediler.”
Gerçekten de hüzün verici bir çelişki... Fakat ben bu noktada vurguyu “kendilerine yakın taban”a baskı yapan Adalet Bakanlığı bürokrasisinden ziyade, bizzat o “taban”a yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Belli ki onlar da teşneymiş bu baskıya; ne de olsa baskı kendi “sivil devlet”lerinden geliyor...
Bizzat Demokrat Yargı Derneği’nin içinde yer alan ve “evet” için referandum sürecinde canla başla çalışan “muhafazakâr-demokrat” hâkim ve yargıçların bu baskıyı baskı gibi görmediklerini ve gönülden desteklediklerini biliyoruz. Derneğin toplantılarından birinde bir üyenin şu surette isyan ettiğini de biliyoruz:
“Demokrat yargının derdi mevcut HSYK’nın ‘Kemalist dikta’ olmasıydı. Ama vurgumuz ‘Kemalizm’e değil, ‘dikta’ya idi. Fakat sizin derdiniz ‘Kemalizm’miş, diktayla sorununuz yokmuş!..”
Adalet Bakanlığı’nın, dolayısıyla da hükümetin bütün ipleri kendisine emanet ettiği müsteşar yardımcısı İbrahim Okur’un durumu da dikkate değer... İkisi iddia, biri olgu olmak üzere üç noktanın altı çiziliyor...
Birinci iddia: İbrahim Okur’un Yargıtay’da tetkik hâkimi olan ve Ergenekon’la bağı tesbit edilen bir yargıçla sıkı ilişkisi var...
İkinci iddia: Müsteşar yardımcısı olmasında, Ankara İl Jandarma Komutanlığı devreye girdi ve yardımcı oldu...
Olgu: İbrahim Okur’un Yüksek Seçim Kurulu’nun internet sitesine koyduğu CV’de, Genelkurmay Başkanlığı’nda altı ay süreyle kurs gördüğü bilgisi yer alıyor.
Bu son nokta, demokrat yargı çevrelerinde çok yadırganıyor. “Hadi Genelkurmay’da kurs gördü, bir hukuk adamı bunu bir övünç vesilesi olarak CV’sine koyar mı” diye soruluyor. 28 Şubat döneminde Genelkurmay’da birkaç saat brifing alan yargı mensuplarını tefe koyanların, altı aylık kursta hiçbir sorun görmemeleri gerçekten de tuhaf.
Okur’la ilgili şu not da ilginç: “Bu şahıs tam 15 yıldır bürokrat! Lütfen bu 15 yıldaki hükümetleri, bakanları.. ülkedeki siyasal-toplumsal süreçleri bir düşünün. Okur hep orada kalmış, kalabilmiş. Hele de 28 Şubat sürecinde yargıda tam anlamıyla bir ‘cadı avı’ varken...”
Bitirirken: Demokrat Yargı Derneği çevreleri, “evet”çi medyanın ve köşe yazarlarının HSYK seçimlerindeki garabete “soğuk” durmalarını üzüntüyle; “hayır”cı medyanın ve köşe yazarlarının soğukluğunu da şaşkınlıkla karşılıyorlar. “Acaba” diye soruyorlar bu ikinci grup için, “İbrahim Okur’un inisiyatifinin, sonunda hayırlı bir netice vereceğine dair bir duyum aldılar da, o nedenle mi itiraz etmiyorlar?”
Bilmiyorum ama, durum gerçekten de garip...