Madencinin katili grizunun geçmişinin Bizans'a kadar uzandığını bilir misiniz?
Soma'da yaşanan maden faciasının ardından Murat Bardakçı, Türkiye'nin madencilik geçmişini yazdı...
MURAT BARDAKÇI / HT GAZETE
Madencilerin hayatına kasteden en büyük tehlikelerden olan metan ağırlıklı grizu ve kömürden elde edilen diğer gazlar, bundan bin küsur sene önce o devrin en can alıcı silâhlarının icadına ilham vermişti.
Tarih boyunca onbinlerce madencinin canını alan “grizu” kelimesini yaşanan hemen her maden faciasından sonra sık sık işitiriz. Metan ağırlıklı bir gaz olan grizu, aslı “grégeois” olan Fransızca “grisou” kelimesinden gelir, kökeni eski asırlara, tâââ Bizans zamanına dayanır ve Bizans’ın tarihlere “Rum Ateşi” yahut “Grek Ateşi” denen, sırrı hâlâ tam olarak çözülememiş olan, karada, havada ve suda yanabilen esrarengiz silâhının temel maddesi olduğu söylenir.
SOMA’daki facianın üzerinden günler geçti ve bir taraftan cenazelerin çıkartılmasına devam edilirken, bir taraftan da felâkete sebep olduğu söylenen trafo patlamasının sebebi tartışılıyor. Dün bu yazıyı yazdığım sırada ortaya atılan bir görüşe göre madenin kullanılmayan bölümlerinde kalan kömür zamanla hava ile temas ederek yanmış, kabloları da yakmış, elektrik bu yüzden kesilmiş ve işçilerin hayatlarını kaybetmesine yanan kömürden çıkan karbonmonoksit sebep olmuştu. Maden kazası ile ilgili haberlerde iki gazdan birinin, karbonmonoksit ile metanın isimleri mutlaka geçer. Karbonmonoksit uyku getirip can alır, metan ise patlar!
FORMÜLÜ HÂLÂ KEŞFEDİLEMEDİ
Aynı kazalarda yine sık işitilen bir başka terim daha vardır: Grizu... Grizu infilâk eder, ortalığı yıkar, madeni çökertir, herşey göçük altında kalır ve yine canlar gider... İngilizler’in “firedamp” dedikleri ve bizim Fransızca’dan aldığımız “grizu” sözünün nereden geldiğini bilir misiniz?
Okunuşu “grizu” olan Fransızca “grisou” kelimesinin aslı “grégeois”tir, Bizans ve Roma zamanlarından kalmadır, kökeni eski asırlara, tâââ Bizans’a kadar dayanır ve Bizans’ın tarihlere “Rum Ateşi” yahut “Grek Ateşi” denen, sırrı hâlâ tam olarak çözülememiş olan, karada, havada ve suda yanabilen esrarengiz silâhının isminin devamıdır.
Bizans, defalarca kuşatılmasına rağmen 1453’e kadar alınamamasını ve önceki asırlarda girdiği deniz savaşlarının neredeyse tamamından galip olarak çıkmasını surlarının aşılmazlığının yanısıra “Rum Ateşi” denen bu silâha borçluydu. Ateşin su üzerinde bile yanmaya devam etmesi sayesinde düşman donanması Bizans gemilerine yaklaşamaz ve alev alev yanarlardı. Rum Ateşi bugünün alev makinelerini andıran bir âlet vasıtası ile Bizans teknelerinde kullanılırken kara savaşlarında mancınıklarla yahut pişmiş topraktan yapılan ve içi aynı madde ile dolu el bombasını andıran kürelerle de atılır ve şehri defalarca kuşatan birlikleri ateşe verirdi.
Temel maddesinin kömür, kükürt, reçine ve zift olduğu düşünülen Rum Ateşi, eski tarihlerin yazdığına göre, Milâttan Sonra 670’lerde, Mısır’da yaşayan Kallinikus adında bir mimar tarafından İran ve Müslüman akınlarına karşı koyabilmek maksadı ile geliştirildi, Bizans İstanbulu’ndaki kimyagerler sonraki asırlarda içerisine daha başka yanıcı maddeler de ilâve ettiler ve Rum Ateşi’nin formülü Bizans’ta yüzyıllar boyunca devlet sırrı olarak muhafaza edildi. Esrarlı ateş, formülün geliştirilmesinin ardından Bizans’ın girdiği hemen her savaşta kullanılıyor, düşman tarafında büyük tahribata sebep olurken panik de yaratıyordu.
Rum Ateşi’nin nasıl imal edildiği, yani içerisinde tam olarak nelerin bulunduğu hâlâ araştırılıyor. Askerî tarihçiler esrarengiz ateşteki temel madde olan kömürün yakılması ile çıkan gazın yarattığı basıncın diğer yanıcı maddeleri ilerilere püskürttüğünü, formülde o asırlarda bilinen petrol türevlerinin de bulunduğunu, ateşin bu maddelerin yanması ile elde edildiğini söylüyorlar ama Rum Ateşi’nin tam formülü asırlar boyunca yapılan araştırmalara rağmen tam olarak bilinmiyor. Silâhta kolayca alev alma özelliğine sahip olan ve İstanbul’un yakınlarındaki madenlerden çıkartılan kömürlerin kullanılmış olabileceği de söyleniyor ama hepsi o kadar...
KUDÜS’ÜN FETHİNDE KULLANILDI
Bizans’ın bu esrarlı silâhı Müslüman orduların da ilgisini çekecek, özellikle Selâhaddin-i Eyyubî, emrindeki silâh uzmanlarına Rum Ateşi’nin benzerini yaptıracak ve 1187’de Kudüs’ü Haçlılar’dan geri alırken bu silâhtan istifade edecekti... Şimdiye kadar binlerce madencinin katili olan “grizu”nun ismi, işte böyle bir kanlı ve esrarlı bir geçmişten gelir. ..
Grizudan ilhamalan silâhın benzeriniMemlûk Sultanı Selâhaddin de denemişti
BİZANS’ın asırlar boyunca kullandığı ve karşısına çıkan ordulara büyük zarar verip panik yaşatan Rum Ateşi’nin formülü, Bizans ile savaşan Müslüman memleketlerde de merak konusu olmuş ve Rum Ateşi’ne benzer silâhların yapılmasına çalışılmıştı.
Bizans’ın kullandığı esrarlı ateşe en yakın formül, 1180’li senelerde Memlûk hükümdarı Selâhaddin-i Eyyubî tarafından hazırlattırıldı... Selâhaddin’in silâhının ayrıntılarını, Memlûk Devleti’nin askerî tarihçisi Ebu Tahir el-Tarsusî anlatır. 12. asırda yaşayan ve tam ismi Ebu Tahir bin Hasan bin Ali bin Musa el-Tarsusî olan Ebu Tahir el-Tarsusî, “Tabsiratü’l-Erbâb...” diye başlayan oldukça uzun isimli eserinde mancınıkların ve mancınıklar ile atılan taşların ağırlık hesaplarını yapar, zamanında kullanılan silâhların teknik özelliklerini verir ve Selâhaddin-i Eyyubî’nin emri ile imal edilen yeni bir silâhtan bahseder.
“Neft” ismi verilen yeni silâhın ilhamı Rum Ateşi’nden alınmıştır ama içerisinde kömür yoktur, kömür yerine bugün ham petrol olduğu zannedilen bir madde kullanılmaktadır ve “neft” kelimesi de Arapça’da zaten “petrol” demektir. Selâhaddin-i Eyyubî, kayıtlara göre bu yeni silâhı ilk defa 20 Eylül 1187’de başlattığı Kudüs kuşatmasında kullanır. Selâhaddin, daha önce Haçlı ordularının işgal edip Hristiyan krallığı yaptıkları Kudüs’ü geri alabilmek için başlattığı kuşatmada surları mancınıklarla ve dev oklarla döverken “neft” denen yeni silâhı da kullanıp surları ateşe vermiş ve şehir 2 Ekim 1187’de Selâhaddin’in eline geçmiştir.
Tarsusî, eserinde “neft”in kuşatmada çok işe yaradığını anlatır. Sonraki dönemin askerî tarihçileri ise, Selâhaddin-i Eyyubî’nin bu yeni silâhı ile Rum Ateşi’nin arasında farklar olduğunu, formülünde kömürün ve kömürden elde edilen patlayıcı gazların bulunmadığını ve neftin aslında bir çeşit petrol bombasına benzediğini yazarlar.
MADENCİLİĞİMİZİN DAHA BAŞINDA BİLE ÖLÜM ORANIMIZ AVRUPA'NIN ON KATI İDİ
TÜRKİYE’yi eleme garkeden facianın yaşandığı Soma, geçen asırda tarım beldesi idi, kömürün varlığı bilinir ama halk sadece günlük ihtiyacı için çıkartırdı ve madencilik sektörü diye birşey mevcut değildi. Ege Üniversitesi’nden Dr. Vehbi Günay’ın 2006’da yayınladığı araştırmaya göre eski asırlarda “Soma” adında bir yerleşim merkezi de yoktu, asıl merkez şimdiki Soma’nın üç kilometre dışındaki “Tarhala” köyü idi. Tarhala’nın ismi zamanla bugün Soma’ya bağlı olan “Darkale”ye döndü ve halkın “Somaklık” dediği Güllüce mevkiinde başlayan yeni yerleşim zamanla gelişip bugünün Soma’sını meydana getirdi. Kömür madenciliğinin sektör hâlini alması ise, Zonguldak’ta zengin yatakların bulunduğu 1822’de başladı. Kömür önceleri basit yollarla çıkartılırken 1836’da Avusturya’dan Hırvat madenciler getirildi, sektör zamanla büyüdü ama maden kazalarının oranı büyümeye göre çok daha fazla arttı.
GÜVENLİK DÜŞÜNÜLMEDİ
Zonguldak kömür havzasının 1822’den sonraki bir asırlık dönemini anlatan en mükemmel eser, Donald Quataert’in Türkçesi daha sonra Boğaziçi Üniversitesi tarafından çıkartılan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet” isimli kitabıdır ve Quataert kitabında yaşanan kazalarda uğranan kayıpların dehşet verici boyutlarda olduğunu anlatır.
Türk madencilerin yaralanma riski Avrupalı ve Amerikalı madencilere göre 5 ilâ 25; 1906’da 1000 ton kömür çıkarılırken meydana gelen ölüm oranı da İngiltere ve Fransa’ya göre 10 kat daha fazladır! Kaza sebeplerinin başında madenlerde havalandırma sistemlerinin bulunmaması, teknolojiye geçilememesi ve işgücünün kol kuvveti ile sağlanması gelmekte, sermayenin düşük olması yüzünden de güvenliğe önem verilmemektedir!
Donald Quataert’in kitabını okuduğunuzda, kömür madenlerinde o zamandan buyana bazı temel şartların hâlâ yerine getirilmemiş olduğunu farkedecek ve kendi kendinize mutlaka “Neden?” diye soracaksınız!