Seçim sonrası ekonomide ne yapılmalı?
Vatandaşlarımız rekor bir katılımla 24 Haziranda tercihlerini sandığa yansıttılar. Siyasi irade seçimden büyük bir başarıyla çıkmıştır. Yatırım ve hizmetlerin sayın cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi'yle devamına karar vermişlerdir. Güçlü siyasi iradenin varlığı ve bu durumun devamlılığı dünyada her ülke açısından paha biçilmez bir hazinedir. Bununla birlikte ticaret ve kur savaşlarının kızıştığı günümüz ekonomi dünyasında kaybedecek zaman yoktur. Bu yüzden siyasi iradenin seçim sonuçlarının verdiği rehaveti bir an önce bir kenara bırakıp ekonomiye odaklanmaya başlaması gerekmektedir. Zira seçim sonuçlarını büyük bir coşkuyla karşılayan piyasalarda bu coşku uzun sürmemiş, seçimin hemen ertesinde düşen kur eski haline gelmiş, yükselen borsa ise seçim öncesi seviyelerine geri dönmüştür.
Haziran ayı sonuyla birlikte ölçülü düzelmeler gözlenmesine rağmen tam anlamıyla bir iyileşme gözlenmemektedir. Özellikle dövizdeki düşüş yerlilerin döviz tevdiat hesaplarına dayanmakta borsa ise yabancı payında kuvvetli bir artış gözlenmeksizin artmaktadır.
Aslında bu durumun altında yatan en önemli sebeplerden birisi siyasi belirsizliğin makro düzeyde olmasa da mikro düzeyde devam etmesidir. Piyasalar yeni kabine üyelerini görmek istemekte ve özellikle ekonomi ile ilgili olacak kabine üyelerinin bilgi, beceri ve güvenilirliğini tartmayı arzu etmektedir. Bu yüzden ekonomide yapılacak ilk iş piyasalara güven verecek kabine üyelerinin seçilmesi ve onlara kendi karar alma bağımsızlıklarının tanımlanmasıdır. Bu tip bir davranış ekonomiyi oluşturan parçaların perspektifini tamamayla değiştirecek, algı ve beklentileri pozitif olarak şekillendirecektir. Kısacası ekonomi alanında maça 1-0 önde başlanacaktır.
Seçim sonrası ekonomide yapılması gereken öncelikli ikinci iş maliye politikasının sıkılaştırılması olmalıdır. Seçim sürecinde sosyal refahın arttırılması ve gelir dağılımı farklarının bir nebze de olsa azaltılması amacıyla yapılan harcamaların getirdiği ek yüklerin giderilmesi gerekmektedir. Bu yükleri gidermenin en makul yolu maliye politikasında tasarrufu arttırıcı önlemler almaktır. İçinden geçtiğimiz dönemde devlet harcamalarında tasarrufun gerekliliği tartışılamayacak derecede önemlidir. Bilindiği gibi para politikası ne kadar sıkı olursa olsun gevşek maliye politikası ile beraber uygulandığında uzun vadede etkisizdir.
Kısaca belirtmek gerekirse faiz artışları gevşek maliye politikasının var olduğu durumlarda etkisini çabucak kaybetmektedir. Önümüzde devlet harcamalarında tasarrufa gidildiği ve yeni vergi düzenlemelerinin yapıldığı bir periyot bizi beklemelidir. Vergi düzenlemeleri dolaylı vergiler yerine vergi adaletini korumak açısından daha çok serveti konu alan tipte olmalıdır. Ekonomiyi hızlıca rehabilite etmek için sosyal harcamalara zarar vermeyecek şekilde faiz dışı fazla hedefleri de konulmalıdır. Böylece bir performans ölçütü de tanımlanacak, bu ölçüt sayesinde maliye politikasında hangi noktada olduğumuz, nasıl gittiğimiz ve kısaca başarı notumuz belli olacak, ayrıca alınan başarılı sonuçlar hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki yatırımcılara olumlu sinyaller olarak yansıyacaktır.
Son aylarda ekonomide para politikası ön plana çıkmış olup para politikası dahilinde alınan kararlar oldukça önem arz etmektedir. Para politikasında kararların hızlı alınması gereken tedavinin dozunun daha düşük olmasını sağlamaktadır. Fakat gecikmeler daha yüksek kur artışı ve daha yüksek faiz olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir durumda merkez bankasının güvenilirliği de azalmakta, ileriki adımlarda güvenilirlik kaybı ekstra bir mali yük olarak sırtımıza yüklenmektedir. Örneğin hızlı bir kararla 200 baz puanlık faiz artışıyla halledilebilecek yüksek çekirdek enflasyon veya kurda oynaklık problemi gecikme oldukça daha fazla artışla tedavi edilmek durumunda kalmaktadır. Bu durum ise özellikle reel sektör üzerinde hem kur hem de faiz artışları dolayısıyla yük oluşturmaktadır.
Merkez bankasının proaktif bir yapıya geçmesi ve siyasi irade tarafından merkez bankasına güvenilirlik kazandırılması gerekmektedir. Elbetteki alınacak kararın siyasi sorumluluğunun yürütme organında olacağı unutulmamalıdır. Zaten merkez bankası bağımsızlığı hedef bağımsızlığı değil hedefe varmak için seçilecek patika bağımsızlığıdır. Küresel ortamın fırtınalı olduğu dalgalı sularda merkez bankasının özellikle manipülatif ataklara çabucak dönüşebilen aşırı kur oynaklığını gidermek için şok faiz artışları yapması imkân dâhilinde tutulmalıdır. Fakat bu kararlar alınırken reel sektör dinamikleri de göz ardı edilmemeli, firmaların faiz yükünü azaltacak mekanizmalar uygulamaya konulmalıdır. Örneğin, kredi geçmişi iyi ve bilançolarında bozulma olmayan firmalara faiz desteği sağlanmalı, diğerlerinin ise öz sermayesinin arttırılması talep edilmelidir. Böylelikle iyi firmalar (veya kötü gözüküp iyi olanlar) ile kötüler arasında bir ayrım da yapılma imkanı olacaktır.
Ekonomi gündeminde ön plana çıkan diğer bir husus ise enflasyonun artık çift haneli rakamları benimsemiş olmasıdır. Enflasyon 2003 yılı bazlı seride yeni bir tepe noktasına ulaşmış olup manşet enflasyon yüzde 15.39 olarak gerçekleşmiştir. Enflasyona en büyük katkı işlenmemiş gıda ve alkolsüz içecekler kaleminden gelmektedir. Bu durum yapısal bir sorun olan ve hala daha çıkarılmayan hal yasası ile çözülebilecektir.
Sebze ve meyve mevcut koşullarda gelişmiş ülkelerdekine göre soframıza gelene kadar daha çok el değiştirmekte, bu durum da fiyatların her el değişiminde kat be kat artmasına neden olmaktadır. Kısacası, sorunun çoğu üretimden kaynaklanmamakta ve daha çok aracılarda yoğunlaşmaktadır. Bu nedenle bu durumun gelecek enflasyon eğilimi açısından bir an önce rehabilite edilmesi gerekmektedir. Yıllarca haziran ayı gıda enflasyonu manşet enflasyona negatif etki ettiği bir ay olarak bilinmiştir, fakat bu defa gıda fiyatları yüzde 5.98’lik bir değişimle 2018 yılı enflasyonundaki artışa oldukça yüksek katkı sağlamıştır. Aynı zamanda üretici fiyat enflasyonu yaklaşık yüzde 24 civarına yerleşmiş, bu durum üretici fiyatlarından gelecekteki aylarda tüketici fiyatlarına geçiş olasılığını kuvvetlendirmiştir.
C tipi çekirdek enflasyon değeri de yüzde 14.6’ya yükselerek merkez bankasına enflasyonun kontrolü için daha çok sorumluluk düştüğünü göstermektedir. İleriki aylarda para politikasında atalet oluşması halinde kur ve petrol fiyatları dolayısıyla manşet enflasyonun yüzde 15 civarında yerleşmesi ve artık yüzde 20’yi hedeflemesi gözlenebilecektir. Hal yasasından başlanılarak, enerji verimliliği ve üretimi konularında da atılacak adımlar enflasyonla mücadelede kalıcı yapısal reformlar olarak hayata geçirilmelidir.
Özellikle yabancı sermayenin risk iştahının zayıfladığı küresel koşullarda ülkemize akan sermaye neredeyse kuruma düzeyine gelmiştir. Bu durumda ABD’deki faiz artışlarının artık parayı ana vatanına çağırmasının rolü büyüktür. Ayrıca Avrupa Birliği (AB) de yakın zamanda benzer bir politikaya başlayacak ve AB kaynaklı para akışları zayıflayacaktır. Para akımında ileride sadece Japonya etkin bir aktör olacak gibi gözükmektedir. Yani küresel ekonomiye para sağlayan ABD ve AB muslukları kapalı kalırken Japonya musluğu para akıtmaya devam edecektir. Bu küresel duruma ülke olarak etki etmemiz düşünülemez. Ama küresel sermaye akışının pastası küçülse de bizim bu pastadan alacağımız dilim büyütülebilir. Bu bağlamda en fazla manipüle edilen konu da OHAL uygulamasıdır.
Terörle mücadele için çıkartılmış olan bu uygulama içsel çevrelerin yanında uluslararası çevrelerde fazlaca manipüle edilerek yabancı sermaye girişi engellenmeye çalışılmıştır. OHAL bağlamındaki uygulamaların Türkiye’ye yönelik finansal ve diğer operasyonları önleyecek şekilde yeniden tasarlanması gerekmektedir. Bunu sağlamak için ilk başta OHAL’in kalkması gereklidir. Zira birçok yatırım fonunun tüzüğünde yatırımcıları yüksek riskten korumak amacıyla OHAL ve benzeri uygulamalar olan yerlere yatırım yapamama kısıtı vardır. Aynı zamanda yine birçok yatırım fonu OHAL ve benzeri uygulamalar uzun bir müddet sürerse o ülkelerden tüzüklerindeki maddeler gereği yüksek getirilere rağmen çıkmak zorunda kalmaktadır.
Ülkemiz gerek borsası, gerekse reel sektörü açısından karlı bir ülkedir. Ülke olarak hem kazanan hem de kazandıran bir ülke olduğumuz dünya genelinde de bilinmektedir. Fakat OHAL koşulları belirttiğimiz gibi sermaye girişini sınırlamakta ve hatta çıkışını tetiklemektedir. Aynı zamanda OHAL CDS (Credit Default Swap) primlerine de olumsuz yönde etki etmektedir. CDS Türkiye veya Türkiye’den borç alan bir firmanın borcunu ödeyememesi olasılığına karşı borç veren yabancı kuruluşların borçlarını sigorta ettirip, böyle bir durumda sigorta hizmeti veren kuruluştan borç tahsilatı yapmalarına yarayan bir sigortacılık hizmet ücreti gibi düşünülebilir. Bu sayede CDS primi bir nevi ülke risk primi ölçütü olmaktadır. Bu primin artması dışarıdan yeni borçlanma ve alınmış olan borcu çevirme konularında özellikle özel sektörün maliyetlerini arttırmaktadır. CDS değerleri 330 civarına çıkmış olup seçim sonrası 300’ün altına düşme eğilimi göstermektedir. OHAL’in kalkması Nisan 2018 rakamlarına göre yaklaşık 225 milyar dolarlık uzun vadeli ve 20 milyar dolarlık ticari krediler hariç kısa vadeli özel sektör borcunun çevrilmesini ülke risk primini düşürmek suretiyle kolaylaştıracaktır.
Yeni ekonomi yönetiminin odaklanması gereken en önemli sektör olarak sanayi karşımıza çıkmaktadır. Bu sektörde bozulmalar gözlenmekte, gözlenen bozulmalar reel ekonomiye oldukça hızlı bir şekilde yansımaktadır. Sanayinin daha büyük ve daha etkin teşviklerle desteklenmesi gereklidir. Fakat sanayide verilen teşvikler anayasal bir hüküm olan eşitlik ilkesine göre verilmektedir. Bu yüzden her alt sanayi sektörüne yıllar boyu azar azar teşvikler verilmekte ve bu teşviklerin etkilerinin oldukça yüksek olması beklenmektedir. Halbuki teşviklerin etkileri kısa bir zamanda sönümlenmektedir. Genellikle dünyada savunma sanayi ve bağlantılı sektörlere oldukça büyük teşvikler verilmekte ve bu sektörlerden diğer sektörlere olan yayılma/dışsallık etkilerinden faydalanılmaktadır. Türkiye bağlamında teşviklerin özellikle cari açığı azaltıcı sektörlere ve hatta mikro bazda firmalara verilmesi ekonomimizin dışa bağımlılığının azaltılması milli ve yerli üretimin canlandırılması açısından elzemdir. Ülkemizin jeopolitik konumu ve çevremizdeki savaşlar düşünüldüğünde dünyadaki diğer örnekler de olduğu gibi savunma sanayine de teşviklerin her ne pahasına olursa olsun büyük ölçüde aktarılması gerekmektedir.
Ülkemizde dış ticaret açığı enerjiye bağlıdır. Fakat elimizde dış ticaret açığının cari açığa yaptığı katkıyı azaltacak turizm gibi bir silahımız vardır. Turizme bacasız sanayi denilirse yanlış olmayacaktır. Turizmden yılda en az 30 milyar dolar döviz çekme kapasitemiz bulunmaktadır. Fakat çevremizdeki ve dünyadaki diğer ülkelerle diplomatik bağlarımızı geliştiremediğimizden turizmden tam anlamıyla yararlanma imkanımız olmamaktadır. Ayrıca turizm sektöründe çeşitlendirmeye de gidilmemektedir. Özellikle kültür, eğlence, sağlık ve spor turizmi konularında ülkemiz geride kalmakta, sadece deniz ve kumdan oluşan tatil turizmi nedeniyle ülkemize turizm sayesinde sağlanan yabancı para girişi oldukça sınırlanmaktadır. Ekonomimimizin daha sağlıklı olması için yabancı turistleri harcamaya teşvik edecek yollar bulunmalıdır. Bu problem turizm aktivitelerinin çeşitlendirilmesi ile çözülebilir. Enerji ithalatından kaynaklanan dış ticaret açığımızın yüksek olduğu ülkemizde cari açığı gidermek için turizm en önemli silahımız olarak ön plana çıkmakta ve bunu en verimli şekilde kullanmamız gerekmektedir.
Özetle, güçlü iktidar yaşadığımız ekonomik problemlerin çözümünde anahtar rolü oynayacaktır. Özellikle maliye ve para politikalarında atılacak adımlar yeni ve güçlü Türkiye için önem arz etmektedir. Bu adımların atılması için ekonomiye ve piyasalara güven veren bir kabinenin oluşturulması gereklidir. Sanayide cari açığı azaltacak ve yurt savunmasını güçlendirecek alt sektörler desteklenmeli, turizm ise cari açığı azaltmak için en etkin bir şekilde kullanılmalıdır.
Prof. Dr. Halit Keskin
Yıldız Teknik Üniversitesi