Sürayyya Evren: Yaşamdostu bir neşe ile ölümsever bir hınç arasında salınmanın romanı
Neyin yakın neyin uzak olduğunu, neyin yakın neyin uzak olması gerektiğini sorgulatıyor "Yakınafrika." Aslında Senegalli bir caninin hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz ama yakından bakıldığında hangimiz kaç hikâyenin canisi değiliz ki? Bu bağlamda Süreyyya Evren'e de sordum bazı şeyler...
Üzerinde çalışılmış, kafa yorulmuş, sallapati olmayan roman daha ilk sayfasından kendini belli eder. “Yakınafrika” her satırında bunu hissettiğiniz bir roman. Mesajını doğrudan vermiyor, okurdan da biraz çaba istiyor ki, emek vermiş bir yazarın buna hakkı olmalı.
Kürşad Oğuz'ın HT Cumartesi'nde yer alan yazısına göre, Avrupa’da tarih okuyan Senegalli Boubacar Ba, 2017 yılında, 30’unda Dakar’a döner. Zengin bir Senegallinin malikânesinde küçük oğlan Mamadou’ya mürebbilik, büyük kız Adama’ya aşk partnerliği yapmaya başlar. Altı dayılı, bir anne, bir anneanne, bir kız kardeşli eski orta sınıf hayatı ve jet sosyeteden oluşan yeni hayatı arasında gelgitler yaşar. Ülke de çalkantılıdır, araya siyaset de bulaşır; Boubacar Ba kendi sonuna savrulur... 2019’da bir Fransız gazeteci Senegal’e gelip Reubeuss Cezaevi’nde Boubacar Ba ile uzun soluklu bir söyleşiye başlar; “Dakar Canisi”nin hayatını kitaplaştıracaktır... Ve okur bu söyleşi, geri dönüşler ve yazar aracılığıyla bir büyük hikâyeye kendini kaptırır...
Her anlamda köleleşmeefendileşme, Batılılaşmanın getirip götürdükleri Süreyyya Evren’in etrafında dolaştığı temalardan. Ama en çok üzerinde durduğu “mesafeye yenilgi, yakınlığın kaybedilişi.” İlişkilerde de, işte de, aşkta da. “Yakınlık kurma arzusunun sürekli hayal kırıklığına uğramasıyla nasıl baş edebiliriz” diye soruyor mesela bir kahramanı... “Yakınafrika”da kahramanların ağzından bol miktarda özlü söz de dökülüyor: “O gece sarhoşlukta epey bir sorumluluk aldım.” “İyi yaşamak için hayat gerekir.” “Kimse kendi cennetinin yönetmeni olmak ne demek bilmiyor.” Bu zeki cümleler, edebi mizah, hikâyenin ötesinde romana daha sıkı bağlıyor okuru. Zaten Boubacar Ba’nın hayatı kendine yeterince çekiyor sizi. Aman dikkat, çok yakınlaşmayın...
“Cheikh Hamidou Diop dayım, mektup aşklarıyla doludur aşk geçmişi. Bir keresinde hatta mektupta evlenip, birkaç ay mutlu bir mektup evliliği yaşayıp daha sonra da anlaşmazlıklar artınca mektupta boşanmıştı. Yakınlık özlemi büyüktür ve temasın, yakınlığı nasıl iptal edebildiğini bilir. Harfleri ve tüm diğer soyutlamaları kalbinde tutar. Çünkü yakınlık sadece belirli bir mesafede gerçekleşir, diyecektir.”
‘ANSIZIN BİR ŞEY OLMASININ ROMANI'
Bir Afrika kitabı, “yakın” olsa da bize uzak. Nasıl ve neden yola çıktınız yazmaya?
2014, Mart. Duke Üniversitesi’ndeki bir konferans vesilesiyle ABD’ye hayatımda ilk kez adım attım. North Carolina, Durham ve New York’ta birkaç gün geçirdik. Konferans için yanıma bir defter almıştım. O defter ansızın Afrika ile doldu. Senegal’de Senegalliler arasında geçen bir romanın notlarını ilk kez o deftere aldım. Daha sonra kullanmadığım bir dolu sahne hayal ettiydim. S1, S2, M1 gibi isimler verdiğim Senegallilerin Dakar’da dar bir balkonda bütün Afrika’yı tartışmaları gibi. Atlantik köle ticareti akademik bir araştırma konusu olabilir; ama insanın yüzüne doğru esen bir şey de olabiliyor. Senegal’in köle ticaretinde önemli bir nokta olduğunu zaten biliyor muydum yoksa orada havadan mı kaptım emin değilim.
Uzunca bir süre çalışmışsınız üzerinde. Gidip gördünüz mü oraları? Kimlerle konuştunuz?
Eyfel Kulesi’nin altında kulenin tepesine ışık tutmanı sağlayan minik aletler satan Senegallilerden Paris’teki Senegal lokantalarına dair tavsiyeler aldım evet. İnsanlara sordum, bağlantısı olabilecek tanıdıkları yokladım, kendim gitsem mi, gitmeye çalışsam mı hep ikilemde kaldım. Sonra bu salınım gitmeden yazmada karar kıldı. Aslında his daha çok şu: Roman bittiğinde artık yavaş yavaş bavullarımı toplamaya başlamıştım. Afrika’dan eve dönüş vakti gelmişti. Ve bu iç acıtıcıydı. Gene de, kitap fiilen çıkana dek, 70’lerden Senegal filmleri izlemeye devam ettim. Sözgelimi Touki Bouki’yi her an tekrar izleyebilirim.
Kahramanınızın dediği gibi: “Afrika fikri ne kadar uzaksa, Batı fikri o kadar yakın.” Bize bile. Neden böyle?
Şu imge çok dolaştı aklımda yazma sürecinde: Dakarlı bir genç, iyi bir gün geçirmiş, iyi bir insan olmuş, iyi bir şeyler yapmış, kendinden ve performansından ve hayatından memnun olduğu bir anda. Okyanusa karşı bir yere oturup kahve içiyor, ânın tadını çıkarmaya çalışıyor. Derken aklına büyük büyük büyük dedesinin, sahilde bir miktar köleyi Batılılara sattıktan sonra iyi bir iş başarmanın gururuyla tam da onun şimdi oturduğu noktaya oturup okyanusa bakarak bir şeyler içmiş ve ânın tadını çıkarmaya çalışmış olabileceği geliyor. Kitapta bir sahneye dönüşmedi ama benimle hep geldi bu sahne. Çünkü devamını merak ediyorum. Bunu düşündükten sonra ne olacak? Ne değişir? Atalar da hem uzak hem yakınlar. Dakar’da dar bir balkonda sohbet eden gençler, konu Stockholm’e geldiğinde yakın bir yerden bahsediyormuş gibi konuşabilirler. Stockholm’de dar bir balkonda ise Dakar uzak bir yerdir.
Batı’da okuyan ve Senegal’e dönüp bir şeyler vermeye çalışan, ama ne vereceğini bilmeyen bir adam... Sudanlı bir yazar dostum, “Afrika ülkeleri en çok, Batı’da okuyup ülkesine dönünce bir tür diktatöre dönüşen eğitimlilerden çekti” demişti. Romanda da benzer bir duygu sezdim.
Batı’ya gidenler, Batı’dan dönenler, Batı’dan dönüşler her zaman çok önemli. Kaygı verici bir dönüş yolculuğu o her seferinde. Fantezilere, büyük düşünmelere ve küçük gerçekliklere açık. Uzak’tan yakın’a geliş. Yakınafrika beş kitap diye bahsettiğim beş kısımdan oluşuyor ve bu kısımların başlıkları da uzaktan yakına gelip tekrar uzağa gitme serüveniyle ilgili. Bir roman okuma deneyimini de böyle gördüğüm için biraz da: Siz kitabı okumadan önce uzaktık, okurken, hele kendinizi iyice hikâyeye, kitabın düzenine verdiğiniz anlarda yakınlaştık, epey yakınlaştığımız oldu, sonra yavaş yavaş uzaklaştık ve şimdi önceki mesafemize geri dönmüş durumdayız. Fakat bir şeyler de kaldı. Ne? Kitabın dertleri galiba hep buralardan doğdu...
“Tarla kölesi olmaktan çıkıp ev kölesine dönüşmek...” Gorée Adası, Köleler Evi Müzesi, Dönüşü Olmayan Kapı... Romandan şunu anlıyoruz: Her dönem mutlaka bir tür kölelik var, oldu.
Kölelik Yakınafrika’nın ana eksenlerinden biri doğru. Köle-efendi ilişkileri, bağlantılı güç ilişkileri, modern yaşama dek her yerdeki kölelikler. Kölelik metaforu gerçek kölelikle karşılaştığında şaşırabilir. Dakar’daki meşhur Dönüşü Olmayan Kapı’da bana en çarpıcı gelen şeylerden biri de bir zindanın doğrudan köle gemilerine açılan noktası olan bu kapının zindanın içinden baktığında koridorun sonundaki ışık gibi görünme ihtimali. Ve arkasında uzanan güzeller güzeli uçsuz bucaksız okyanus manzarasının dünyanın her yerindeki özgürlük imgelerine yakışabileceği. Halbuki burasının, tam bu eşiğin özgürlükten dönüşsüzce ayrılacağın yer olması. Ve sonra bugün Gorée Adası’nı ziyaret eden hemen herkesin o eşikte durup uzaklara bakmak istemesi...
‘DOĞADAKİ PEK ÇOK TUZAK DA GÜZEL’
“Bombastik,” “yıldırımsavar,” “intikam cenneti,” “gerçeği yalamak...” Romanda slogan olacak, zihinde yer eden sözler var...
Güzel bir şey yaratmaya çabalamak sanılanın aksine kendi başına meşru değildir. Doğadaki pek çok tuzak güzel. En basitinden örümcek ağlarının incelikli, özenli, güzel işler olabilmeleri gibi. Neden güzel bir şey yapmaya kalkıştığının yanıtını verebilmeli insan diye düşünürüm. Ve o yanıtı da ayrı bir fasikül olarak değil de çabanın içinde, güzelin içinde, yapının, düzenin, arzunun içinde vermek gerekiyor. Güzel ile sebebinin ne denli yakın olması gerektiği bile bir başka mesafe-yakınlık problemi galiba.
Aşkla, ilişkilerle ilgili de özlü yorumlar var. “Yakınlığın ancak mesafe ile mümkün olması” kitap boyunca işlenen bir motto...
Senegal’de Senegallilerin arasında geçen bir hikâyenin bana heyecan vermesinin bir sebebi de Senegal’in bana çok uzakmış gibi gelmesiydi. Görmediğim bir yer. Dünyanın öbür ucu gibi geliyordu. Dakar’la İstanbul arası 7.338 km imiş. Yakını, yakınlaşmayı, bu uzak yerde bulmayı deneyerek biraz da “yakınlığın ancak mesafe ile mümkün olmasından duyduğum ümitsiz rahatsızlığa” meydan okumaya kalkmış oldum.
Siz romanınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Yaşamdostu bir neşe ile ölümsever bir hınç arasında salınmanın romanı; yaşamla barışabilmek için ölümle, ölümle barışabilmek için hayattaki anlarla barışmaya kalkışmanın ve başarısız olabilmenin romanı; evet, anların romanı, hiçbir şeyin olmadığı anların ve sonra ansızın bir şey olmasının.
BU HAFTA NE OKUSAK?
Atilla Birkiye, aşkın ve İstanbul’un hallerine dair yazdı. “Aşk şehri İstanbul ne kadar hançerlense de benim ömrüm” diyor. Ece Özbaş ise Süryani bir ailenin yüzyıllara uzanan hikâyesini anlatıyor. O da “Aşk benim cehennemim, içinden çıkamadığım hapishanem” diyor.
Melankolik Fırtına Atilla Birkiye Siyah Kitap
Sihrin Kovulmuş Melekleri Ece Özbaş Librum