Hata yapmayın, önceden yapılmışı var
Neden aynı hataları tekrarlayıp duruyoruz ki? İşte bir hizmet haberi ve geç öğrenilen dersler...

ECE ULUSUM / HABERTÜRK PAZAR
İnsan hayatta başına gelenlerden ya çok geç ders alır ya da hiç almaz. Bir araştırmaya göre olaylardan ders çıkarıp hayata uygulamamız en az 2 yıl alıyormuş. Başkalarının tecrübeleriyse genelde bir kulaktan girip diğerinden çıkıyor. Neden aynı hataları tekrarlayıp duruyoruz ki? İşte bir hizmet haberi ve geç öğrenilen dersler...
1997 yapımı “İhanet” adlı filmin başrol oyuncusu Anthony Hopkins, bir uçak kazası sonucu uçsuz bucaksız ormanda kayboldukları bir sahnede, o bilindik snob ifadesiyle sızlanan arkadaşlarına şu repliği söyler: “Ormanda kaybolanların çoğu neden ölüyormuş biliyor musunuz?” Çevresindekilerin içten içe yükselen kızgınlığı ve bir süre devam eden sessizliğin ardından... “Utançtan! ‘Ben nasıl bu duruma düştüm’ diye kıvranırken çare üretmeye takatleri kalmazmış...”
İnsan genelde hayattan çok geç ders alır. Helsinki Enstitüsü’nün 2008’de yaptığı bir araştırmaya göre, insanlar bir durumun içerisindeyken gerçeklerin ve yaptığı hataların farkına varmıyor; olaylardan ders çıkarıp hayata uygulamaları için en az 2 yıl geçmesi gerekiyormuş. Oysa pek çok konuda ders almak için bu kadar beklemeye gerek yok. İşin sırrı deneyimleyenlere kulak kabartmakta. Mesela New York Times yazarı Pamela Druckerman, 44 yaşına gelince bir liste yapmış.
Neler öğrendiğine dair uzunca, samimi bir liste. Bir de kişisel gelişim kitapları olmaksızın adım atamayanların sevdiği bir yazar var: Karl Pillemer. Kitabı “30 Lessons for Living”de (Yaşamak İçin 30 Ders) anlattıkları biraz klişe ama onun da seveni var.
Dahası, kabul edelim konu ilginç: Geç öğrenilen dersler. Fazlasını aradık, derledik, bir hizmet haberi olarak sunalım istedik...
28 ülkeden 15’inde beyaz yakalılar mal varlığını satıp doğayla iç içe bir hayat yaşamak istiyor.
MUTLULUĞU ARAMAKTAN VAZGEÇİN
Bağımsız bir araştırma şirketi, İngiltere’de reklamlar hakkında araştırma yapıyor ve şu sonuca varıyor: Sütten iç çamaşırına kadar bütün reklam metinlerinin altında mutluluk vaatleri yatıyor. Çünkü reklam ajansları aslında aslında mutlu olmadığımız kanaatinden yola çıkıyor; bilirsiniz, herkes kendinde olmayanı arar! Fakat bu arada bir sorun daha yaratıyorlar. Mutluluğun aranıp bulunması, peşine düşülmesi gereken bir şey olduğuna hepimizi inandırıyorlar. Oysa... Her yıl açıklanan “dünyanın en mutlu ülkeleri” listelerinin ilk üçü yıllardır değişmiyor: İzlanda, Danimarka ve Norveç. Bu ülkelerde insanların neden mutlu olduğu birçok araştırmaya konu oluyor. Bu araştırmalardan birinde geçen yıl çıkan ilginç sonuç şu: Onlar mutlu olmaya o kadar kafa yormuyor. Olanı kabul ediyorlar. Siz de “Mutlu muyum” diye kafanızı çok yormayın. Hatta ikide bir “Mutlu musun” veya “Mutsuz musun” diye sorup bir çeşit mutluluk polisliğine soyunan arkadaşlarınızla aranıza da mesafe koyun!
FERRARI’SİNİ SATAN BİLGE
Hayalleri sıktı Kelly Services adlı araştırma şirketinin 28 ülkeyi kapsayan “Global İşgücü Endeksi” araştırmasına göre 28 ülkeden 15’inde beyaz yakalılar mal varlığını satıp doğayla iç içe bir hayat yaşamak istiyor. Bu ülkelerin arasında Türkiye de var. Ama artık şu “Ferrari’sini Satan Bilge” hikâyesini unutun lütfen. Belki bu 1997’de harika bir fikir gibi geldi ama artık büyük ölçüde savsata olduğunu biliyoruz. Her yeni hayatın, işin başta görünmeyen zorlukları var. Zira gidenleri de görüyoruz. Çoğu kişi gittiği yerden de sıkılıp yeniden isyan gazına basıyor. Ferrari’sini zaten satıp parasını yediği için sonrasında ele ne geçiyorsa ona da yol veriyor. İyisi mi her ne yapıyorsan, daha iyi yap...
MEVLÂNA BAŞINDAN BERİ HAKLI
Post Carbon Institute’ün yaptığı araştırmaya göre ABD’de 20’li yaşlardakilerin en çok kaygılandığı şey, imaj. Bu araştırmada “imaj” uğruna ne kadar çok para harcandığı, hatta gençlerin bu yüzden “utanç kaynağı” olarak nitelendirdiği yakınlarından uzaklaştığı bile tespit edilmiş. Aynı enstitü, 30’lu yaşlarda imaj takıntısının yerini dünyayı yakalama ve başarılı olma kaygısının aldığını söylüyor. Türkiye’de de durum farklı değil. Ama gelin görün ki 2 yıl önce İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin yaptığı bir çalışmada Türkiye’de Twitter’da en çok Mevlâna’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözü alıntılanıyor. Ne yani; 140 karakterle paylaşılan o cümleler sadece imajdan mı ibaret?
AYAKLAR, YORGANLAR
Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin iki ay önce yayınladığı “Negatif Nitelikli Bireysel Kredi ve Kredi Kartı Mart Raporu”na göre kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı 109 bin 37 kişi. Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin neredeyse yarısı binlerce liralık lüks harcamalar yapanlar. Bir konuda anlaşalım; telefonunuzun bir üst modelini elinize aldığınızda kendinizi iyi hissedebilirsiniz, evet. Ama bunun bir sonu olmadığının artık farkına varmalısınız. Post Carbon Institute’ün “İyi Tüketici” araştırmasına göre ABD’deki kredi kartı sahiplerinin yüzde 75’i ancak fatura geldiğinde harcamalarının tutarının farkına varıyormuş.
Yaşam biçiminize dikkat edin, zira pek çoğu sandığınız gibi sadece sizi bağlamıyor.
KENDİ İŞİNİZE BAKIN!
Bir taksici, Umberto Eco’ya “İtalya’nın düşmanı kim?” diye soruyor. Eco’nun cevabı şöyle: “O düşmanlar sizin düşmanlarınız değil, bu meseleler de sizin meseleniz değil. Mesele edinebilmek de düşmanın kim olduğunu anlamak da bir yetenektir. Benimse harika bir fikrim var: Siz kendi işinize bakın!” Türkiye’de büyük meseleleri dert etmek ve özellikle sosyal medyada köpürtmek sanki bir alışkanlık haline geldi. Peki ya küçük meseleler? Eco’yu dinlemekte fayda var: Biraz da işimize baksak ya!
GAZETELER ÖLMEZ
Bir madde de köşe yazarımız Serdar Turgut’tan. 28 Ağustos Cuma günü köşesinde Turgut, 2013’te yazdığı “Yeni Medya” kitabının içeriği hakkında yanıldığını söylüyor. Yani yıllarca savunduğu “gazetelerin dijitale yenik düşeceği” tezi çürümüş: “Sonunda gördüm ki mesele benim ve birçoklarının sandığı gibi değil. Kâğıt baskı gazetelerin sonu gelmediği gibi, 21’inci yüzyılın ortalarından itibaren kâğıt baskı gazeteler altın çağını yaşayacak.” Turgut’un bu sözleri dijital fetişistlere de tecrübeyle sabit bir uyarı niteliğinde.
SİGARAYI DERHAL BIRAKIN
Yaşam biçiminize dikkat edin, zira pek çoğu sandığınız gibi sadece sizi bağlamıyor. Büyük ebeveynlerin ve hatta büyük büyük ebeveynlerin sigara içmekten obeziteye kadar tüm deneyimleri, onların yumurtalarını ve spermlerini öylesine silinmez bir biçimde etkiliyor ki bu değişiklik çocuklarına, torunlarına ve ötesine geçiyor. Buna, “kuşaklar ötesi epigenetik miras” deniyor. Çevredeki bir şeyin yalnızca ona maruz kalan kişiyi değil, aynı zamanda o kişinin torunlarını da etkilediği bir zincir bu. Bu sonuca ulaşılmasını sağlayan araştırmalarda genelde olduğu gibi yalnızca zavallı laboratuvar fareleri kullanılmamış üstelik. İnsanlar üzerinde de deneyler, yıllarca süren araştırmalar yapılmış.
SAKİN OLUN VE DEVAM EDİN
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında, İngiliz hükümeti, Alman işgalinden korkan halkın motivasyonunu yüksek tutmak için üç adet afiş hazırlattı. Bunlardan biri verdiği doğrudan mesajla diğerlerinden ayrılıyordu. Kırmızı zemin üzerine beyaz harflerle basitçe şöyle yazılmıştı: “Sakin olun ve devam edin.” İngiliz ekonomi uzmanı ve Financial Times yazarı Simon Briscoe ile bilim tarihi üzerine kitapları bulunan yurttaşı Hugh Aldersey-Williams, kaleme aldıkları “Panicology” isimli çalışmada etrafımızı saran veya sardığı söylenen tehlikelerin bir dökümünü çıkartıp risk analizi yaptı. İddiaları basitti: “Çoğu meselede hepimizin sürekli bin türlü risk altında yaşadığına dair bir atmosfer oluşuyor. Medyanın üzerine bir de sosyal medyanın devreye girmesiyle bu risk algısı daha da büyüyor.” Vakit kaybetmeden paniğe kapılmamız gerektiği hissi yaratan olaylar, bilhassa Türkiye’nin gündeminde birbirini takip ediyor. İngiltere’de Kent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Frank Furedi, “Bugün yüzleştiğimiz korkuların çoğu doğrudan kişisel tecrübemize dayalı değil” diyor. “Korku Kültürü - Risk Almamanın Riskleri” isimli bir kitabı Türkiye’de de yayımlanan Furedi’ye göre, onlarla ne savaşabiliriz, ne de kaçabiliriz. O halde sakin olun ve devam edin!
GERÇEKLERLE HUSUMETTEN KURTULUN
Kent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Frank Furedi, ders gibi bir şey daha söylüyor: “Günümüz şartları, kendimizi kaderlerini tayin eden bireyler olarak değil koşulların kurbanı gibi görmeye itiyor.” Bu durum, Alman filozof Goethe’ye göre sırasıyla şu sorunlu aşamaları getiriyor: Hep çok fedakârlık yapmış hissetmek - hayatın bize karşı borçlu olduğuna inanmakgerçeklerle husumet. Gerçeklerle kavgaya tutuşmak, fırsatları görüp değerlendirmeye engel olur. Bu daha da fazla alacaklı olduğunuzu hissettirebilir. Oysa tabiatta böyle bir borç-alacak sistemi yok. Bu kısır döngüyü kırın ve mağduru oynamayı bırakın lütfen.