‘ Hayat , yolculukların en görkemlisi’
Fotoğraf sanatçısı ve yazar Göktuğ Canbaba'dan biri yetişkinler, diğeri çocuklar için iki roman. "Ayyaş Buda" ve "Uzayda Sahibini Arayan Köpek"...
GÜLENAY BÖREKÇİ / GAZETE HABERTÜRK
Bir işi de düğün fotoğrafçılığı olan Göktuğ Canbaba, yolda olmayı dünyanın pek de turistik olmayan bölgelerine gitmeyi seven bir seyyah aynı zamanda. Kalan zamanında marjinal karakterleriyle öne çıkan, ironisi kuvvetli romanlar ve çok tatlı çocuk kitapları yazıyor. Bütün bu birbirine zıt işleri nasıl birarada yürüttüğüyse benim için muamma. Düşündüm ki en iyisi kendisine sormak...
Göktuğ senin gezilerin meşhur. En son Tayland ve Nepal’e gittin, sonra da bu seyahati yazıya döktün. Ortaya çok eğlenceli bir yolculuk öyküleri derlemesi çıktı.
Yol, benim için kendini keşfetmek anlamına geliyor. Varılacak yeri değil, yolun kendisini mucize olarak görüyorum. Öykülerimde ya da romanlarımda da genelde bunun üzerinde duruyorum. İçimizdeki savaşı dindirebileceğimiz ya da yepyeni bir savaş başlatabileceğimiz yer yol.
Hayatın da aslında bir yolculuk olduğu fikrine katılır mısın?
Tabii ki, hayat yolculukların en görkemlisi ama aynı zamanda en acı vereni. Zihinde ya da toprakta atılan adımların bütünü... Kesişmelerin ve çarpışmaların, başlangıçların ve yok oluşların yolculuğu.
“Ayyaş Buda”yı nasıl anlatırsın?
Gerçekle gerçeküstünün buluştuğu, haritada olan ve olmayanın harmanlandığı bir seyahat rehberi. Ancak rüyalarınızda çıkabileceğiniz yolculukların hikâyeleri... 2 aylık seyahatimde attığım her adımın, karşılaştığım her insanın ve yediğim içtiğim her şeyin öykülerde yeri var. Ne beni mutlu edecekse ya da neyle bir derdim varsa onlar hakkında yazdım.
“Bu öyküler benim için bir çeşit hayatta kalma biçimiydi” diyorsun kitapta, neden?
Garip bir dönemden geçiyordum. Yeni bir iş, sıkıntılar... Seyahatte çektiğim fotoğraflara tekrar baktığımda, aklıma onlara öyküler yazma fikri geldi. Yazdıkça içinde bulunduğum ruh halinden kurtulduğum. Hem çok eğleniyordum hem de tekrar yolculuğa çıkmış gibi heyecan duyuyordum. Hayata geri dönmüştüm.
Kerouac, Burroughs, Brautigan... Kitapta da sözünü ettiğin Beat kuşağı yazarları senin için ne ifade ediyor?
Bu adamları oldum olası sevdim. Başlarına buyruk hayatları, sistemle savaşları, yoldan korkmamaları, onu bir armağan saymaları beni onlara çeken nedenler. Ortak noktamız yola bakışımız.
İlgili misin Doğu felsefesiyle?
Herman Hesse’nin “Siddhartha”sını okuduğum günden beri ilgim var. Mitolojisiyle, fantastik hikâyeleriyle, gizemli öyküleriyle Doğu hoşuma gidiyor. Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş’ın öğretileri de ilgimi çekiyor.
Seyahat hayatında bazı şeyleri değiştirdi mi, aydınlandın mı?
Güzel insanlarla tanıştım, evlerine misafir oldum, yemeklerinden yedim, yataklarında uyudum. Beraber gülüp beraber üzüldük. Bazılarıyla hâlâ görüşüyorum. Bunlar aydınlanmaysa, evet aydınlandım. Ama aydınlanmak ayaklarının yerden kesilip etrafında birden çiçekler açmasıysa hayır. Henüz aydınlanmadım.
Çocuk edebiyatında verimli bir yazarsın, hızına yetişmek güç. Bunu anlatmanı istesem...
Çocuk romanları okumayı zaten seviyordum. Neden olmasın! Çocuk kitapları dünyayı değiştirmenin, güzelleştirmenin, renklendirmenin bir yolu. “Büyüdükten” sonra bir daha bunları okumayan insanları anlamıyorum. Okumaya devam etseler, belki de bu kadar kaba ve anlayışsız olmazlardı! Büyümek, o renkli dünyayı terk etmek anlamına gelmiyor. Takım elbiseleriniz içinde de çocuk kitapları okuyabilirsiniz. Takımlar bundan rahatsız olmaz; yeter ki siz sayfaları çevirin. İnanın uzun zaman önce kaybettiğiniz o mucizevi duyguyu hatırlamak, uçabileceğinizi yahut bir ejderhanın sırtında seyahat edebileceğinizi düşünmek sizi mutlu edecek.
Yeni çocuk kitabın “Uzayda Sahibini Arayan Köpek”i okurken, Sovyetler Birliği’nde uzaya gönderilip orada ölüme terk edilen Laika’dan esinlenmişsin gibi geldi bana...
Bu hikâyeyi yazarken, tabii ki ilk aklıma gelen Laika oldu. Gerçekten çok hüzünlü, çok acımasız bir hikâye.
Hayal gücünü ne besliyor? Bir ağaca, bir köpeğe, bir heykele baktığında ne oluyor da sende şimşek çakıyor ve arka arkaya hikâyeler çıkıyor?
Küçüklüğümden beri böyleydim. Ama bazen sıkıntı çıkabiliyor. İlkokulda derslerim bu yüzden pek iyi değildi mesela. Farklı dünyalar hayal etmeyi, bildiğimiz gerçekliğin dışına çıkıp orada özgürce gezinmeyi seviyorum. Benim için sıradan bir geziden başka bir şey değil bu. ‘Ne zamaN, NeredeN yumruk yiyeceğim belli olmuyor’
'NE ZAMAN NEREDEN YUMRUK YİYECEĞİM BELLİ OLMUYOR'
Nasıl çalışıyorsun, belirli bir yazma rutinin var mı yoksa kafaya göre takılanlardan mısın?
Her zaman yanımda bir not defteri oluyor, aklıma geldikçe yazıyorum. Bazen bir ağaçtan çıkıyor hikâye, bazen bir boşluktan. Ne zaman, nereden yumruk yiyeceğim hiç belli olmuyor anlayacağın. Aklımda bir hikâye varsa ve yazmaya karar verdiysem ayrıntıları düşünüyorum. Bu bazen aylar sürüyor, bazen günler... Sistemli çalışıyorum. Sabah kalkıp başlıyorum yazmaya. İlham yoksa, o gün aklıma bir şey gelmiyorsa bile... Klavyenin başına geçersen, geliyor zaten mutlaka. Genellikle tasarladığım kurgunun içinde büyük boşluklar bırakıyorum ve oraları doğaçlama yöntemiyle doldura doldura ilerliyorum.
Hayatını kazandığın bir işin var; fotoğrafçılık. Mecbur kalsan hangisini seçerdin, yazarlığı mı fotoğrafçılığı mı?
ROMAN
Genç kuşak öykü yazarlarının en dikkat çekenlerinden biri olan İsahag Uygar Eskiciyan’ın ilk romanı “Zift” çıktı. Arka kapak yazısında kitap, bastırılan seslerin, birbirini takip etmeyen günlerin, sıradanlaşan vahşetin, çöküşü ihtişamdan koparılışını, gecenin çığlıklarının romanı olarak tanımlanıyor. “Oyunlar, evet bu oyunu birileri sahneleyecek ama yollar yeniden yapılmayacak. Çukurlar doldurulmayacak. Yarıklar kapatılmayacak. İlaçlar içilmeyecek. Zamirler serbest kalacak. İsimler tek tek fotosenteze maruz bırakılacak. Güneşe çakmak gönderilecek. (...) Lüzum yok. İçimizde maydanoz yeşerecek. Benimki gibi olmamalı, herkes farklı ölecek. Gece için. Büyük gece için.” Zift İsahag Uygar Eskiciyan Sel Yayıncılık
ROMAN
Alman dilinin yaşayan en büyük yazarlarından Paul Nizon, Thomas Bernhard ve Peter Handke’yle karşılaştırılıyor. Edebiyatı “özgürce seçilmiş varoluşsal bir görev” sayan yazarın “Köpek” adlı kitabı, yoldan çıkmış, ailesini, köpeğini, gönül ilişkilerini terk etmiş bir sokak serserisinin hikâyesi. Kitabın, gün boyu kaldırımlarda sürten, çevresindeki dışlanmış tipleri inceleyen anti-kahramanı, umutsuzca yaşamın ve yazının anlamını ve mutlak özgürlüğü ararken, yazarı da derinden etkilemiş temalar aracılığıyla yöntemli bir şekilde kendisini analiz ediyor. Nizon bu zor hikâyeyi Céline’i, Henry Miller’ı anımsatan serinkanlı ve şiirsel bir tavırla anlatıyor. Tavsiye ederim.
‘Kırmızı Saçlı Kadın’ı 250 bin kişi okudu
Orhan Pamuk’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Kırmızı Saçlı Kadın”, 250 bin satış rakamına ulaştı ve geçen hafta üçüncü baskısını yaptı. Roman böylece “Benim Adım Kırmızı” ile birlikte Pamuk’un en çok okunan iki romanından biri oldu. İki romanın ortak noktası kırmızı olduğuna göre, Orhan Pamuk’la yaptığım son röportajdan, renklerin ve kırmızının sihriyle ilgili bölümü aktarayım son olarak... “Kırmızının bende neyi çağrıştırdığını 1998’de, ‘Benim Adım Kırmızı’yı yazarken kendime sormuştum. Bulduğum cevaplar arasında çiğ et, kan, iktidar ve daha başka birçok şey vardı... Demirle bakır arası bir metaldi benim için ve çiçeklerden güle değil papatyaya benziyordu. Renklerle ilişkim kuvvetli... Ressam olmak istemiştim, yazar oldum. Ama ikisi arasında köprü olmayı, renklerin verdiği duyguları kelimelerle anlatmayı seviyorum. Renkleri işitmeyi, kelimeleri görmeyi deniyorum... Sonuçta, bakmak ve dinlemek kardeş sanatlar; renklerle kelimeler birbirine o kadar da uzak sayılmaz. Bilhassa öfke, arzu, tutku gibi güçlü duygular size, kelimelerle değil imgelerle gelir... Ve kelimeler işitsel dünyaya, renkler görsel dünyaya ait olsa da, ikisi de aynı sonuca ilerler, aynı kalbi etkilemeye çalışır.” Konuyla ilgisi yok ama bir ek bilgiyle bitirelim... Kitapları dünyada bugüne dek 63 dilde toplam 13 milyon satan Orhan Pamuk, UNESCO’nun Index Translationum’daki 307 farklı çevirisiyle Türkçe’nin diğer dillere en çok çevrilen yazarı.