Elif Şafak: İçimde bir kadın da var, erkek de...
"Âdem ile Havva'nın oğulları çok konuşuldu ama kızlarının yaşadıkları sorulmadı. Ben anlatılmayanı anlatmak, sorulmayanı sormak, tabuları açmak isterim" diyen Elif Şafak'la "Hava'nın Üç Kızı"nı konuştuk
Gülenay BÖREKÇİ / HABERTÜRK CUMARTESİ
Adı, Peri. Kafası karışık bir kız, inanç ile inançsızlık arasında savruluyor. Laik, modern, Kemalist bir babanın kızı. Annesiyse dindar, giderek daha da dindarlaşıyor. O anne ile baba aynı çatı altında birbirlerine tahammül edemez hale gelmişler. Peri Londra’ya gidiyor, okumaya... Daha çok da evdeki kutuplaşma ortamından kaçıyor. Sevdiği ama birbirleriyle olan meseleleri yüzünden onu yıpratmaya başlayan iki güç arasında dağılmamak, parçalanmamak için..
-Elif, “Havva’nın Üç Kızı”nı yazmaya başladığında ne vardı kafanda?
Peri’nin hikâyesini yazacaktım. Onun kafa karışıklığı bana kalırsa Türkiye’nin kafa karışıklığıydı ve gördüklerim, düşündüklerim, okuduklarım, kaygılandıklarım o kadar uzun zamandır içimde birikmişti ki yazmam gerekiyordu. Bizde Osmanlı’dan bu yana yazarlar genellikle erkek karakterleri esas özne yaparak tartıştı memleket meselelerini. Bense bugünün en temel meselelerini kadın karakterlerle açtım. Romanım hayata, inanca, dine, dinsizliğe dair önemli sorular soruyor. Cevaplar tabii ki okura kalmış.
-“İlk kadın” Havva’nın kızlarına dair bir şey yazılmış mı bugüne dek?
Âdem ile Havva’nın oğulları çok konuşuldu, yazıldı. Kızlarının yaşadıklarıysa sorulmadı, bilinmedi. Ben hep bu tür boşluklardan yola çıkar, anlatılmayanı anlatmak, sorulmayanı sormak isterim. Sessizlikleri deşifre etmek, tabuları açmak...
-“Kız kardeşlik müessesesi”nden de çok bahsedersin sen. Romanının üç kadın karakteri arasında nasıl işliyor bu müessese? Çünkü kız kardeşler arasında, çekememezlikler, kıskançlıklar da olabilir...
Üç kadın karakterimden biri inançsız, biri inançlı, biri de şaşkın... Münkir, mümin ve mütereddit... Gene de arkadaş olabilirler mi? Hatta kız kardeş! Kendimize benzemeyen insanlarla bir arada olabilir miyiz? Türkiye’de bu ortak payda hemen hemen hiç kalmadı; herkes kendi adasına çekildi. Kadınlar arasında da bölünmeler var. Ama bir şey net: Biz bölünmeye devam ettikçe, bundan en çok ataerkil düzen faydalanır. Bir örnek vereyim... Peri’nin ruhunda aşamadığı bir suçluluk duygusu var. Biz kadınlar hep böyleyiz, suçluluk duymakta üzerimize yok. Mesela anne olan bütün kadın arkadaşlarım ve tabii ki ben, “Acaba oğulma doğru mu yediriyorum, kızımı doğru mu büyütüyorum?” diye ha bire kendimizi didikliyoruz. Erkeklerin babalık teknikleri hususunda kendilerini hırpaladığını hiç görmedim.
-Romanında aşk da var...
Aşkın farklı halleri var. Skandal bir aşk var mesela. Aslında biz, “aşk” diyerek 20 ayrı duyguyu ifade etmeye çalışıyoruz ve işler böyle karışıyor. Keşke aşkı tarif etmek için bir değil, 20 ayrı kelimemiz olsaydı.
-İnanç üzerine bir roman bu. Hele erkek karakterin Azur ortaya çıktıktan sonra... Onun gibi sen de inancı sorgulayan biri misin?
“Madem kadın yazarsın, o halde kitaptaki kadın karakter de sen olmalısın” diye düşünülüyor. Halbuki öyle değil. Ben genellikle romanlarımda erkek karakterlerin içine saklanırım. Bu kitapta Azur’un felsefesinde benden çok şey var. Ben de onun gibi inancı önemsiyorum ama dindar biri değilim. İnanç ille din anlamına gelmiyor bence. Bir başkasına âşık olmak, bir roman yazmak, hiç bilmediğin bir yerde her şeye sıfırdan başlamak; bunlar da inanç işi aslında. Öte yandan, şüpheyi ve sorgulamayı da seviyorum.
-Sorgulama neye sebep oluyor, sende neyi zayıflatıp neyi kuvvetlendiriyor?
Aslolan inanç ile şüphenin arasındaki diyalektik. Onlar ilelebet dans etmeli, birbirini dönüştürmeli. İnsanın inanmaya da, inandıklarından kuşku duymaya da ihtiyacı var, yoksa gelişemeyiz... Şüpheye yer bırakmayan inanç, bağnazlıktır, dogmatizmdir ve tehlikelidir. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
-Hiç şüphe duymadan itaat ettiğinde, neye inandığın üzerine çok da kafa yormamış oluyorsun belki.
Aynen öyle. Romanda önemli bir sahne var. Azur üniversitede üç kişilik bir panele katılıyor ve hem dindar bir profesörle hem de ateist bir profesörle tartışıyor. Profesörlerden biri şüpheyi yok etmeye çalışıyor, diğeri inancı. Azur ise inançsızlara inanç, aşırı dindarlara da şüphe aşılamak istiyor. Peri’nin onu ilk gördüğü sahne bu.
-Günümüzde inancın bilim ve sanat dünyasında küçük görüldüğünü, dışlandığını söyleyen entelektüeller de var, mesela Karen Armstrong...
Ben kişisel ruhani yolculukları seviyorum. Kolektif olduğunda bir şey hemen “kimlik” haline geliyor; “biz” ve “onlar” ayrımı başlıyor. İnsanı insandan dışlayan bu tür ayrımları sevmiyorum. Bireysellik, ruhaniyet, arayış; bunlar bana daha yakın. Doğruyu bir tek kendinin bildiğini zanneden insan, tehlikeli bir insan aslında. Hem kendine tehlikeli hem de etrafındakilere...
"FEMİNİST OLAN BENİM, ROMANLARIM SIFATSIZ"
Hayır, demem. Feminist olan benim, romanlarım sıfatsız. Bu kitap bir yanıyla çok dobra, lafını sakınmıyor, bir yanıyla da empati kuruyor, köprüler inşa ediyor.
-“Kadın yazar” tanımı genelde bir tür küçümseme gibi algılanır, senin düşünceni merak ediyorum...
İçimde bir kadın da var, bir erkek de... Gündelik hayatta sadece kadın tarafım çıkıyor ortaya; toplumdan, alışkanlıklarımdan, yetiştirilme tarzımdan dolayı... Hepimizin içinde hem kadın hem de erkek enerjisi var aslında ama biz bu çoğulluğu hep bastırıyoruz. Böyle öğretilmiş çünkü. Erkekler, içlerindeki kadın enerjisini sustururken kadınlar da erkek enerjisini yok sayıyor. Roman yazmak benim için bu yüzden de önemli. O sırada özgürüm, hem erkek hem kadın olabiliyorum.
-“Kadın” yazarların yayın dünyasında yaşadığı en büyük zorluk ne? Kadın mücadelesi yayıncılıkta da sürüyor mu, yoksa orası biraz daha farklı bir alan mı?
Türkiye malum son derece ataerkil bir memleket. Zannetmeyelim ki edebiyat âlemi bundan farklı, zannetmeyelim ki basın farklı... Hakkımda yazılanlara bakıyorum, üsluplar öyle seksist ki. Tepeden bakan bir erkek dili var, köşe yazarlarına da sirayet etmiş. Yani kadınsan; kadın yazar, kadın şair, kadın gazeteci, kadın siyasetçiysen, önce uzun süre seni küçümsüyor, aşağılıyorlar. Eserini okumayı bile denemeden hakkında atıp tutuyorlar. Kendilerini tepelerde, seni aşağılarda addediyorlar. Küstahlıkla karışmış bu seksist dile ben de çok maruz kaldım. Erkek yazarlar bu kadar hırpalanmıyor.
"CERVANTES'İN KOLUNA ÇOK ÜZÜLÜYORDUM"
-Âşık olduğun ilk kitabı hatırlıyor musun?
Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” romanını okuduğumda, ilkokul ikideydim. Müthiş sevmiş, yazara hayran kalmıştım. Sonra bütün Dickens’ları okudum. Buluğ çağında İspanya’daydım ve Cervantes’i keşfetmiştim. Ona duyduğum hayranlık yüzünden okuldaki diğer öğrenciler benimle dalga geçiyor, “Cervantes’i bu kadar seviyorsun ama siz Türkler adamın kolunu kesmiştiniz” diyorlardı. Okulda tek Türk bendim ve Cervantes’in koluna çok üzülüyordum.
-Edebiyattaki kahramanların hangileri?
O kadar çok var ki. Sabit bir liste değil tabii, sürekli değişiyor. Birbirine hiç benzemeyen yazarları, şairleri, düşünürleri seviyorum. Batı’dan da, Doğu’dan da... Tasavvuf da okuyorum, siyaset felsefesi ve nörobilim de... Farklı disiplinlerden besleniyorum ama temelde bir şey değişmiyor: Okumayı çok seviyorum. Deli gibi okumayı. Ve her yazarın özünde iyi bir okur olması gerektiğine inanıyorum.
-İkimizin de çok sevdiği bir simge karakteri soracağım. “Küçük Kadınlar” romanındaki Jo March’ın günümüzdeki karşılığı kim olabilir?
Jo March bugün yaşasaydı, yine her türlü fanatizme karşı çıkar, kadınların haklarını savunurdu, buna eminim. Mülteciler için uğraşırdı, belki de kendi başına bir tekne kiralayıp denizden insan kurtarırdı.