'Tarihi yargılamak romancının işi değil'
Hamdi Koç'la yakın tarihimizin karanlık olaylarına; masumiyetimizi yitirdiğimiz yıllara dair yeni romanı Çıplak ve Yalnız'ı konuştuk...
HT PAZAR / Gülenay BÖREKÇİ
Hamdi Koç'un yeni romanı Çıplak ve Yalnız, 1950'lerin sonunda başlıyor; yazarının deyişiyle, bugün neysek ona dönüştüğümüz dönemde. Fakat kahramanımız Mesut Akarsu'nun büyümeye başladığı dönem bu aynı zamanda. Aklı bir karış havada bir delikanlıyken, arka arkaya yaşadığı aile trajedilerinin de etkisiyle hızla "adam" oluyor. Ve aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra, 2000'lerde hepsini yazıyor. Ailesinin başına gelenleri, 1960 Darbesi'ni, çok daha öncesinde bu ülkede işlenen bazı büyük cürümleri, mesela Ermenilere olanları ve bazı düğümlerin nasıl can acıta acıta çözülebildiğini... Kendisiyle, geçmişiyle, işlediği suçlarla bir türlü yüzleşemeyen memleketimiz, bunu sonunda bir romanda başarıyor, birkaç iyi insan ve onlarla işbirliği yapan hayaletler sayesinde...
Hamdi Koç'la romanını konuşmak üzere buluşuyoruz. Aşağıda okuyacaksınız. Fakat en aklımda kalan cümlesini ayrıca söylemezsem içim rahat etmez: "Tarihi yargılamak romancının işi değildir. Romancının işi, tarihi yargılamaktan kaçanları görmektir."
Romanı yakın tarihimizin kirlenme hikâyesi diye okudum aslında ama galiba kahramanın Mesut Akarsu'nun da büyüme hikâyesi... Bu röportajı seninle değil de onunla yapsaydım bana neler söylerdi?
Anlatmamaya çalışırdı. "Burada hava rutubetli, ben kaçayım" derdi. Yaşı ilerleyince, yani korkacak bir şeyi kalmayınca da oturup bu romanı yazdı. "Bu yaşımda bana dayak atamaz, işkence yapamazlar; ellerinde kalırım, diye korkarlar" diyor ya zaten. Ezelden beri Türkiye'de en zor şey genç olmaktır.
1960'ı anlatıyorsun. İdamlara giden yolda Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'nun sıra dayağından geçirilmesi, o eli kolu bağlayan şüphe atmosferi, dinlenen telefonlar... Değişmeyen şeyler var mı?
Bu romanı yazmaya başladığımda, telefon dinlemelerinden başka akla o zamanları getiren bir durum yoktu pek. Ya da vardı belki ama aşikâr değildi. 4 sene önce birçoğumuz daha liberal bir ülkede yaşamak üzere olduğumuzu düşünüyorduk. Asker cezalandırılınca, asker tarzı hükmetme refleksleri, dayakçı devlet geleneği bitecek sanıyorduk. Ama mayıs sonunda bir sabah her şey altüst oldu. Bütün o iyi niyetli liberal hayallerin hayal olarak kalmaya mahkûm olduklarını gördük. Polis sokakta, otoparkta, apartman merdiveninde çocukları sıkıştırıp dayak atıyor bazen, hatta öldürüyor. Üstelik bunu yapanlar vakti zamanın mazlumları. Bilmiyorum, belki bizde hükümet etmek demek eline sopayı almak demektir ve belki almamak mümkün değildir. Yani belki ellerinde olmadan yapıyorlardır. Yüzük öyle emrediyordur, hukuk ise tek başına bir hiçtir.
Hiçtir derken...
Hukuk, onu tatbik edecek adam varsa hukuk olur. Çünkü neticede o da yazıdan, metinden başka bir şey değildir; emre ya da ihtiyaca göre yeniden yazılır. Ha, hukukun temeli vicdandır dersen, Türkiye'de buna alacağın karşılık uzun bir sessizlik olur.
'EN BÜYÜK FELAKETİMİZ YASSIADA MAHKEMELERİDİR'
Mesut kaçmak istiyor sürekli. Sense, "İnsan bir yerden kaçmayı bu kadar çok isterse sonunda kalır" diyorsun... Bu yüzden mi kalıyoruz?
Nasıl kalmayalım, hayatımız bu. Bu hayatı geçmişiyle de bugünüyle de üstlenmek zorundayız. İstemediğimizi söyleyemiyoruz. Zaten, istiyoruz. Sadece gidecek yerimiz olmadığı için değil. Bütün geçmişimiz bizi bu hayata bağlıyor. Mesele, bu hayata bizim bir şey katıp katamayacağımız. Hayatın bizim için başkaları tarafından önceden düzenlenmiş biçimini içimize sindirip sindiremeyeceğimiz. Ruhumuzu, hayal gücümüzü teslim almaya çalışan bir kuruma, devlete, geleneklere, mirasa teslim olup olmayacağımız.
Romanda içime oturan cümleler var. Mesela şu: "Dünyanın en tehlikeli adamı bildiği halde susan adamdır."
Çünkü susmak ahlaksızlığa işaret eder. Çünkü korku gibi, hesapçılık, hainlik gibi en bayağı duyguları akla getirir.
Peki ya şunun için ne diyeceksin? "Bir hukukçuda vicdan olmasa ne olur? Bir evladın babasında vicdan olmazsa ne olur; o evlat ne yapar?"
Bir hukukçuda vicdan olmazsa ne olur? Hiç, ne emredilirse onu yazar. Romanda da öyle oluyor. Çünkü 1960 yazında öyle oldu. Bir sürü hukukçu toplanıp askere servis vermeye başladı. Romandaki kayınpeder onlardan biri. Bazı daha küçük adamlar da servise katıldı ve Yassıada mahkemesini kurdular, işlettiler, sonuca ulaştırdılar. Tarihimizde başımıza gelen en büyük felaket darbeler değildir, Menderes'in idamı da değildir. Başımıza gelen en büyük felaket, en büyük ayıbımız Yassıada mahkemeleridir.
'Sanat denen şey seksten ibaretmiş...'
Çıplak ve Yalnız'da edebiyatımızın en şahane kadınlarından birkaçı var. Bilhassa Yasemin muazzam bir karakter, okurken sahneleri hiç bitmesin, o hep daha çok konuşsun istedim.
Yasemin benim için de fazlasıyla cazip bir kadın. Bir aktris, bir yıldız. Bizim gibi sıradan insanların dünyasına ait değil, dinleyişi farklı, konuşması farklı, sevgisi ve vazgeçişi farklı. Tepeden tırnağa ego ve içi kibirle dolu olduğu kadar sevecenlikle de dolu bir kadın. Hikâyesi, çöken bir sosyal dünyanın son mensuplarından biri olmak.
"Sanat denen şey seksten ibaretmiş" diyor. Ona inanalım mı?
O bunu yaşamış ve görmüşse ki öyle anlaşılıyor, sözlerine kulak vermekte fayda var. Ama niye genç, güzel ve alımlı bir kadınken görmedi sanatın seksten ibaret olduğunu, bunu anlamak için yaşlanması, fiziksel cazibesini kaybetmesi mi gerekiyordu, bunları da sormak lazım. Sormadım gerçi.
Bir de Huriye var, falcı değil ama "okumacı", ölümsüzlerin dünyasıyla burası arasında bir nevi tercüman...
Yasemin, Huriye; bunlar doğruları söyleyen kadınlar. Biri ölümlüler dünyasının anlatıcısı, öbürü ölümsüzler dünyasının... O dirayet de bana erkeklerden çok kadınlarda olurmuş gibi geliyor.
'Hepsine bir hayat borçluyuz'
Çıplak ve Yalnız'ı, Gezi olayları sırasında ölen 5 kişiye, Ali İsmail Korkmaz ve diğerlerine ithaf ettin. Olanların seni çok üzdüğünü biliyorum ama bir yandan da sırlarımıza yeni sırlar eklenmesin istiyor, o ithafla bunu dile getiriyorsun sanki...
Unutmamak için, minnettarlığımızı ifade etmek için, hayatın devam ettiğini ama kimseyi arkada bırakmadığını göstermek için... O çocuklar bizim yerimize öldüler. Hepsine bir hayat borçluyuz. Benim yaşımda, hele benim işimi yapıyorsan ve tabii geçmiş ve gelecek üzerine düşünüyorsan, iyi bir insanın da tıpkı iyi bir fikir gibi ilelebet yaşayabileceğini anlıyorsun. Tabii hiçbir şey varlıklarının yerini tutamaz. Ama o çocuklar artık benim dünyamın ölümsüzleri. Şimdilik elimden gelen buydu.
'Korku ve utanç dayanıklı duygular değil...'
Çıplak ve Yalnız'ın beni çok mutlu etmesinin bir sebebi de yıllardır özlemini çektiğim hayalet hikâyesini nihayet okuyabiliyor oluşumdu. Mesut Akarsu, hayaletlerin yardımıyla ölüleri, geçmişe ait bir vahşet mezarlığını, bir soykırımın kanıtlarını buluyor ama bununla ne yapacağını da bilemiyor. Normalde devlete haber vermesi lazım, çünkü işlenmiş bir suçu ihbar etmemek suç. Öte yandan, bu öyle bir suç ki esas bunu ihbar etmek suç... Gel de çık işin içinden.
Mesut hayalet yerine "ölülerin aklı" demeyi tercih ediyor... Ölülerin aklı ne anlatıyor bize?
Bilmek istemediğimiz şeyleri. Nihayet bilmek zorunda olduğumuz şeyleri. Geçmişimizi gönlümüze göre ayıklayamayız. İyi hikâyelerimiz kadar kötü hikâyelerimiz de; onlar da bizi anlatıyor. Bizim bilincimiz izin vermezse, yarın başkasının vicdanı izin verir, çıkar o anlatır. Bazen bir hayalet olur bu, bazen bir yazar, bir deli... Hikâye bir kez yazılmayagörsün, bir gün mutlaka anlatılır. Şimdiye kadar kimsenin acısı ilelebet gömülü kalmamıştır, çünkü insanlık vicdan demektir.
Geçmişte işlenmiş suçlardan toplum olarak kendimizi temizlemenin, aklamanın bir yolu var mı sence?
Temizlemek, aklamak büyük kelimeler hatta muhtemelen imkânsız fiiller. Ama hatırlamaya, anlatmaya başlamak iyi bir adım olabilir. Korku, utanç, bunlar uzun ömürlü, dayanıklı duygular değil. Faydalı duygular da değil. Geleceği istiyorsan onu hak edeceksin.
'Yazmak akıllı adam işi sayılmaz'
"Yazmak akıllı adam işi sayılmaz, ceviz ağacı diksen 5 senede meyve alır, satarsın, bir de içinde tatlı yürüyüşler yapacak rüya gibi bir korun olur" diyor Mesut, yaptığın işe dair bir kinaye var sanki burada. Neden o tatlı koruyu değil de bu akıllı adam işi olmayan işi seçtin?
Çünkü yazmak dünyanın belki en zor işi değil ama eminim dünyanın en yalnız yapılan işi. İçinde ilerledikçe yalnızlık isteği daha da artıyor. Sonunda ödül büyük olabilir ama olmayabilir de. Istıraplı bir süreç. Mesut tutkulu bir yazar da değil, o yüzden ona iyice sıkıntı veriyor yazmak. Ben biraz daha şanslıyım. Hem ondan gencim şimdilik, hem de tembelliğimden bir şikâyetim yok.