Bir efsane çöküyor mu?
Bir efsane ciddi bir şekilde sorgulanıyor. Bizim ülkemizde de benzer tartışmaları çok sık duyduğumuz gelişmekte olan ülkelerin yıllardır yakasını bırakmayan “yüksek kur düşük faiz” ya da “rekabetçi kur ile daha fazla ihracat” mottosunda bu günlerde yaşananlar oldukça enteresan.
Dünya Bankası’nın verilerine dayanarak Financial Times’ın yapmış olduğu araştırmaya göre dünya ticaret hacmi ( Rakamsal değeri değil alınıp satılan toplam büyüklük) 2015 yılının ilk çeyreğinde yüzde 1.5, ikinci çeyreğinde ise yüzde 0.5 daralmış vaziyette.
Ve bunun sebebi “emerging markets yani gelişen piyasalar”.
Toplam küresel GSMH’nin nominal olarak hesaplandığında yüzde 38’ini ya da satın alma paritesi cinsinden bakıldığında yüzde 52’sini oluşturan gelişmekte olan ülkeler, son 1 yıldır küresel ticarete katkı yapmıyorlar. 2010 yılında BRIC diye tabir edilen (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerin dünya ticaret hacmine yüzde 8, BRIC dışında kalanların da yüzde 2 katkısı bulunurken, 2015’te bu katkı BRIC için negatif (-) yüzde 1, diğerleri için ise “0”. Yani gelişen ülkeler 2015 küresel ticaret hacminin daralmasının en büyük sebebi.
Halbuki gelişen ülke kurları ABD Doları’na karşı değer kaybetti.
Genel kabul görmüş açıklama, “Eğer daha fazla ihracat yapmak istiyorsan güçlü yerel para ile işin zor. Diğer rakiplerinin parasından mümkünse daha değersiz bir para birimin olmalı”.
İşte bu fikre uygun olarak son 1 senedir gelişen ülke kurları, başta ABD Doları olmak üzere majör kurlara (mal sattıkları önemli pazarlar bunlar) karşı değer kaybediyor. Rusya, Kolombiya, Brezilya, Türkiye, Meksika gibi önemli ihracatçı ülkelerin paraları ABD Doları’na karşı yüzde 20 ile yüzde 50 arasında değer kaybetti. Hatta dünyanın 2. büyük ekonomisi durumunda olan Çin dahi parasını yüzde 3-4 arasında devalüe etti.
Kısaca gelişmekte olan ülkelerin şirketlerinin elinde oldukça değersiz yerel para var, ama sonuçta ihracat artmıyor, ithalat ise azalıyor.
İsterseniz birkaç örnek verelim. Önce kendimizden: Son açıklanan temmuz ayı dış ticaret verileri gösterdi ki, ilk 7 ay sonunda ihracat yüzde 9.4, ithalat ise yüzde 10.5 azalmış vaziyette. En büyük ithalat kalemimizin enerji olması ve petrol fiyatlarının tarihi düşük seviyede olmasına rağmen temmuz ayında son 8 ayın en yüksek ticaret açığını verdik.
Halbuki TL’nin ABD Doları’na karşı değer kaybı 7 ayda yüzde 20’den fazla.
Bir başka örnek Brezilya’dan: Parası yüzde 37 değer kaybeden Brezilya’nın ithalatı yüzde 13, ihracatı yüzde 8 azalmış vaziyette. 2010’da 20 milyar $ ticaret fazlası veren ülke şimdi 40 milyar $ açık veriyor. Benzer rakamlar paraları ciddi devalüe olan Rusya, G. Afrika ve Meksika’da da var.
SEBEPLER MUHTELİF AMA...
Neden diye sorduğumuzda, Türkiye’de ihracatın düşüşü için “Düşük Euro ve zayıf Rusya ekonomisi” (Bkz. TİM’in açıklamaları), Brezilya’da “Çin’in emtia ithalatını azaltması”, Rusya’da “Yaptırımlar ve petrol fiyatlarındaki tarihi düşük seviyeler” deniyor.
Ancak FT’nin son araştırmasına göre bunlar “tali sebepler”.
Asıl sebep, “ihracatı büyük oranda ithal girdiye dayanan ülkelerin kurları devalüe olunca ithalatı kesmeleri ve bunun da ülkelerin ihracat performansını etkileyip domino etkisi ile bütün gelişen ülkeleri vurması”.
FT’nin araştırmasına göre bir ülkenin kurundaki her yüzde 1’lik devalüasyon ülkenin ithalatını ortalama binde 5 (% 0.5) daraltıyor.
Dolayısıyla siz (örnek Türkiye) kurunuz yüzde 20 devalüe olduğunda ve ihracatta ortalama yüzde 60-80 oranında (tekstil, hazır giyim, tarım hariç) ithalata bağımlı olduğunuzda (enerji, teknoloji, emtia) ya kurdaki artışı tamamen maliyete yansıtıyorsunuz ve sattığınız ürünün rekabetçiliği azalıyor ya da ithalatı dolayısıyla ihracatı azaltıyorsunuz.
Sonuç...
Rekabetçi kur tabii ki önemli. Ama aslolan “kur” da değil “sattığın üründe rekabetçi olabilmek”. Senin maliyetlerin elinde olmayan sebeplerle arttığında, alıcının alternatif üretmesinin kolay olmadığını bilmesi.
Montaj sanayiinden Ar-Ge içeren üretime, enerji yoğun üretimden teknoloji içeren ve katma değer yaratılan ihracata geçtik, geçtik!
Yoksa resim bu!