'Muhteşem sahne'nin hatırlattıkları
Tarih kitapları okumaya meraklıyımdır. Özellikle Osmanlı tarihinden, değişik kişilerle kaleme alınmış 5-6 seriyi baştan sona okudum. Yarı tarihi dizi Muhteşem Yüzyıl‘ı da ilgi ile izliyorum. Dizinin geçtiğimiz çarşamba verilen bölümünün sonunda, Kanuni Sultan Süleyman‘ın tarihin en kısa süren (2 saat kadar) meydan savaşlarından Mohaç‘a hazırlanırken mi bitiminden sonra mı burasını pek kavrayamasam da veziri Pargalı İbrahim’e “içime kibir girdi” dedikten sonra diri diri mezara girişi çok etkileyiciydi.
Muhteşem Süleyman’ın, o sahne öncesi kendi kendine söylediği şu sözleri de:
“Nefsini öldür, yoksa o seni öldürür. Kibirini yen Süleyman. Her firavunun Musa’sı, her şerrin bir nuru vardır. İman et, hatırla, vücuda geldiğin hali ve gideceğin son mertebeyi unutma. İşte o zaman cennetin kapıları açılacak sana. Vicdanın senin kıblendir Süleyman, kaybetme...”
Tarih kitaplarında yazmayan bu sahne, Kanuni Sultan Süleyman‘ın gerçek hayatında var mıdır, yok mudur; anlamak zor. Dizinin tarih danışmanı “Böyle bir kayıt yok” derken yönetmeni, “Bu efsaneyi duyduğum zaman çok etkilendim ve çekmeye karar verdik. Sonuç benim bile tahminimin üzerinde etkileyiciydi” diyor.
Televizyon dizisi de olsa tarihe mal olmuş kişilerin hayat hikayelerine böylesine “fanteziler” yerleştirmenin ne kadar doğru olduğu tartışmasını tarih uzmanlarına bıraktıktan sonra gelelim o sözlerin akla getirdiği “insan gerçekleri”ne...
‘Yükseltilen başın tavana vurma’ hali
Yine tarih kitapları, sıfırdan başlayıp hızla yükseldikten sonra, “başı tavana çarpıp” bunun getirdiği sersemlikleri sergilemeye başlayan kral, kraliçe, padişah, vezir, cumhurbaşkanı, başbakanlarla ve başkanla dolu.
Dünya edebiyatı da bu konuda söylenmiş atasözleriyle...
Örneğin bizdeki “çingeneyi kral yapmışlar, önce babasını asmış; ne oldum deme, ne olacağım de; en büyük erdem, kişinin kendini bilmesidir” gibi sözler, bu “başın tavana çarpması”nı dizginleyebilmek için söylenmiştir. Ben de yaşamım boyunca bu tiplerden çok gördüm ve hala da görmekteyim.
Örneğin herhangi bir seçime hazırlanan birisinin, aday adayıyken başka, adayken başka, hedeflediği yere seçildikten sonra çok daha başka kişiliklere büründüğüne çok şahit oldum.
Adayken senden beklenti içinde olduğu için sahte saygıdan iki büklüm olan kişinin, koltuğa oturduktan sonra Allah’ın selamını bile esirger hale gelebildiğine...
Aslında “şeyh uçmuyor”, “müritleri” öyle bir uçuruyor ki “şeyh”i kendinden geçiriyorlar, kendilerini kendileri bile tanıyamaz hale geliyorlar.
Bir sonraki seçimi kaybettikleri zaman da çevrelerinde kendilerini “uçuran müridler”den kimseyi bulamayınca bunalıma düşüyorlar.
Müritler, uçurmadık şeyh bırakmaz
Roma tarihinde “kişinin yükseltilerek kendini kaybetme haline yakalanması” ile ilgili çok güzel iki örnek var:
İmparator Neron, ömrünün son günlerinde keman çalmaya merak sarar. Zaman zaman konsülleri (meclis üyeleri) toplar, öğrendiği parçaları başını-gözünü yara yara seslendirirmiş.
Bitiminde ise tüm konsüller ayağa fırlar, “yaşa... varol...” sesleri arasında dakikalarca alkışlarlar, Neron da mutluluktan “mest” haline girermiş. Gel zaman-git zaman, “Büyük İmparator” ölüm döşeğindedir. Zorlukla başını bekleyenlere döner ve “Şu dünyadan ne büyük bir sanatçı gidiyor” der. Ama günümüzde, Neron’dan kalmış bir keman parçası yoktur.
Çünkü onu üç kuruşluk menfaat için çevresinde kümelenen “müritler”, “sanatçı” yapmıştır.
Günümüzde de çevremiz, hep bu tür “mürit”lerle, “sanatçılar”la dolu değil mi?