İki Arizona hikâyesi...
Seneler eneler evveldi. Arizona’da öğretim üyeliği yaptığım yıllar. Sırtımda eski bir çanta, elde bavul, kaplumbağa misali; zihnimde gitmek, yollarda olmak hayali. Bir arayış ki kendim de bilmiyorum neden ya da neyi. Sabahları çölden esen rüzgârla gelen yabani ot kokuları, daha evvel hiç işitmediğim kuş sesleri, gün batımlarında kaktüslerin gölgesi. Yazmaya kapanmıştım o dönemde. Herkesten ve her şeyden kopmuş bir halde. İstanbul dilimde bir özlemdi, dinmeyen bir hasret. Uzaktan bakıyordum bunca sevdiğim, ilham bulduğum şehre. Her yanım yara bere. Yanlış sevdalar, yorgun hatıralar, üst üste arızalar. Elimde bir silgi kendimi siliyordum satır satır; yeniden, taze bir enerjiyle yazabilmek için yıpranmış sayfalara. Arizona’daki ortamla geride bıraktığım hayat birbirinden o kadar farklıydı ki... Romandan koptuğum anlar üniversitede ders vermeye gittiğim saatlerdi bir tek. Bir pencere açmıştı verdiğim seminer, alabildiğine içine kapanık ve münzevi dünyamda. En sevdiğim öğrencilerimden biriydi. Her zaman başkalarını saygıyla dinler, kimsenin sözünü kesmezdi. Çocuksu bir gülüşü vardı. Biraz utangaçça, akıllı, meraklı, donanımlıydı. Edebiyat severdi, hem de ne çok. Bana en son okuduğu kitapları getirir, beğendiği yazarları anlatırdı dinmeyen bir heyecan ve tutkuyla. Dikkatimi çekerdi, herkes gidip derdini ona anlatırdı. Sınıftaki kızlar kimseye açamadıkları sırlarını ona anlatır, delikanlılar ondan yardım isterdi. Hem böylesine nahif hem bu kadar bilgeydi. Mezun oldu. Notları yüksekti. Amerika’nın başka bir köşesinde aldı soluğu. Ondan sonra koptuk epeyce, haberini alamadım. Çok da umursamadım, ne de olsa en başarılı olacağına inandığım mezunlar arasındaydı. Sonra bir sabah, bölüm başkanından bir mesaj düştü bilgisayarıma. İntihar ettiğini öyle öğrendim. Hayata en bağlı, tebessümü en içten öğrencimin... En sevdiği yazar, ne tesadüf ki seneler evvel aynı üniversitede okuyan David Foster Wallace idi.
Karen Green genç bir kadın, sanatına meftun bir ressam. Meşhur bir yazarla evli olmanın insan ruhuna ve akıl sağlığına nasıl zarar verdiğini belki de en iyi bilenlerden. Guardian Gazetesi’ne verdiği nadir bir söyleşide bir makine tasarladığını anlattı: “Affetme Makinesi.” Affetmeyi istediğiniz ya da bir başkası tarafından affedilmeyi umduğunuz her ne husus varsa minik minik kâğıtlara yazıp makinenin bir ucundan usulca bırakıyorsunuz. Başlıyor alet onu öğütmeye. Derken bir başka uçtan çıkıveriyor kâğıt; değişmiş, yırtılmış halde. Böyle bir makine olsaydı gerçekten hepimizin evinde, neler yazardık acaba o kâğıtlara? Her ay, belki de her hafta... Karen Green dünya edebiyatının en çok konuşulan ama en az anlaşılan isimlerinden David Foster Wallace ile evliydi. Bir gün eve döndüğünde kocasının cansız bedenini buldu. Bir ip, bir sandalye ve boşluk... “Âşık olduğunuz insan kendi canına kıydığında zaman donuyor sanki, saatler duruyor.” Wallace’ın intihar haberi tüm edebiyat âlemini derin bir şokta bıraktı. Öylesine beklenmedik bir sondu onunki, halbuki çok önceden geleceğini haber vermişti. Depresyona aşinaydı yazar. Hayatı boyunca sayısız tedavi görmüş, çeşitli ilaçlar kullanmıştı. Ne tuhaftır ki, derdi de dermanı da yazmak, gene yazmaktı.
Her kitapta biraz daha derinleşti taşıdığı manevi yük. Halbuki her eserde artmaktaydı ustalığı. Ne hayranlarıyla bir arada olabiliyor, ne hayransız kalmak istiyordu. Ne şöhretten hazzediyor, ne başarısızlığa tahammül edebiliyordu. Zehiri de panzehiri de aynı kökten geliyordu. David Foster Wallace. Çağdaş edebiyatta belki de hiçbir yazar onun kadar ciddi ve fanatik bir hayran kitlesine sahip olmadı. Sadece bir edebiyatçı değil, iflah olmaz bir hayalperest değil, başlı başına bir ikon artık. Hayatta olsaydı sevmezdi herhalde bu durumu, istemezdi. Çekingen, içine kapanık, sessiz ve hüzne yatkın bir adamdı. Şu anki şöhretiyle nasıl başa çıkacağını bilemezdi muhtemelen. Eserlerine seçtiği isimler manidardı: “Her Aşk Hikâyesi Bir Hayalet Hikâyesidir.” Time Dergisi’nin “Büyük Amerikan Romancısı” diye adlandırdığı Jonathan Franzen ile arkadaştı. Ama zor bir ahbaplıktı onlarınki. Bir mektubunda Wallace muazzam bir dürüstlükle Franzen’e onunla buluşmak istemediğini, zira bu aralar “üretken romancı“ görmeye tahammülü olmadığını yazmıştı: “Kafası karışık bir yazar görüyorum kendime bakınca, 28 yaşında başarısız biri, seni içten içe kıskanan zavallı bir adam.” Oysa inanılmaz yetenekliydi. Kalemi kuvvetli, zekâsı kıvrak, hayal gücü engindi. Ama kendine koyduğu çıta o kadar yüksekti ki başkalarına yeten ona yetmedi. Ne zaman David Foster Wallace okusam, onunla aynı sonu seçen güler yüzlü öğrencim geliyor aklıma.