
İnsan değişir mi?
Sizce insan değişir mi? Hakikaten ve büsbütün bir değişim mümkün mü biz faniler için? Yoksa yedisinde ne isek yetmişinde de o muyuz aslında? Hani soğan katmanları gibi bizi sarıp sarmalayan tüm o paye ve kisveleri çekip alırsak aradan, dönersek öze, özümüze; çocukken taşıdığımız yürek ile ellisinde-sekseninde taşıdığımız yürek aynı mıdır acaba?
Bazen bakıyorum bir ilkokul fotoğrafıma. Orada gördüğüm içe dönük, arızalı ve asosyal ama had safhada gözlemci, hayal ve hikâyeperest kız çocuğu ile bugünkü halim arasında pek bir fark yakalayamıyorum doğrusu. "Hiç mi değişmedim?" diye soruyorum kendi kendime. Derken bir başka fotoğraf geçiyor elime ya da seneler evvel karaladığım birkaç satır, "Meğer ne kadar değişmişim" diyorum; fikren, ruhen ve zihnen.
TOPLUMLAR DEĞİŞMEZ Mİ?
İskender'i yazarken ücra bir köyde, hiç evlenmemiş bir Kürt ebe-kadın tahayyül ettim. Onun gözünden baktım cümle âleme. Dünyaya getirdiği her bebeği tek tek muhakkak seven ama aralarında kiminin hırsız, kiminin katil, kiminin zorba olacağını da bilen, sezen bir kadın...
Doğuştan fıtratımızla beraber mi geliyoruz sizce? Yoksa her can, her kalp bir "tabula rasa", boş ve beyaz bir kâğıt mı üzerine her nevi düşüncenin yazılabileceği? Kimimiz küfür yazıyoruz o kâğıda, kimimiz şiir şu hayatta. Ve değişiyoruz yol boyu. Hem de nasıl, hem de ne çok.
Küfürden şiire yükselebilen fazla yok ama imkânsız değil. Tersi de var elbette, şiirsellikten küfürselliğe geçiş yapanlar da mevcut, ne yazık ki.
Peki bireyler gençlikten yaşlılığa bu kadar değişiyorlar da, toplumlar değişmez mi? İbn Haldun, ruhu şad olsun, Doğu topraklarından çıkma en önemli sosyolog, tarihçi ve filozoflardan biriydi. Analizleri ve kullandığı kavramlar hâlâ konuşulmakta, tartışılmakta. Ona göre cemiyet ve cemaatler, tıpkı bireyler gibi, gençlik, olgunluk ve yaşlılık evrelerinden geçmekteydi.
Cumhuriyet'imizin ilk senelerini bir bakıma "bebeklik evresi" olarak alırsak şimdi hangi dönemeçteyiz? Kısmen Doğulu, kısmen Batılı olan zaman ve takvim ölçümümüze göre acaba kaç yaşındayız? Olgunlaşmaya başladığımızı söylemek kabil mi?
İshak Alaton bu yakınlarda önemli bir söyleşi verdi. Her zaman keyif ve merakla okurum onun fikirlerini, saptamalarını. Söyledikleri hem hazin hem umut verici: "Menderes asılırken hiçbirimiz sokağa çıkıp da itiraz etmedik. Karar alındı, hepimiz biliyoruz ki ertesi gün asılacak. Hiç kimse sokağa çıkıp da en ufak bir patırtı, gürültü, pankart, itiraz yapmadı."
Alaton bugün farklı olduğumuzu söylüyor. "Benzer bir şey olsa herkes yürür. Tepkisini ortaya koyar. Bu son 10 yılın değişimi, hele hele Güneydoğu'daki bir türlü bitmeyen savaşı bitirme yolundaki açık tartışmalar, açık tavır almalar, menfi de olsa olur, müspet de olursa... Bütün bu açıklık, şeffaflık, özgürlük... Bu muhteşem bir şey. Biz bunu yeni yaşıyoruz."
Ve ekliyor ardından, babacan ve sevecen bir nasihat verircesine hepimize: "Yine de gerektiği kadar özgür değiliz."
Türk edebiyatında en sevdiğim romanlardan biri Kemal Tahir'in kaleme aldığı Kurt Kanunu'dur. Bireyin, toplumsal hezeyanlar ve korkular doludizgin sürerken yaşadığı yalnızlık ve çaresizlik orada derinlemesine anlatılır.
BANA DOKUNMAYAN YILAN
Bir an için gelin kendimizi ışınlayalım. Osmanlı'nın son dönemine, 1920-30'ların, 40-50'lerin Türkiye'sine, Avrupa'sına, dünyasına gidelim. Siz nasıl bir insan olurdunuz o dönem yaşasaydınız? İkinci Dünya Savaşı'na karşı çıkar mıydınız mesela, yoksa savaştan ganimetlenmek mi isterdiniz? 6-7 Eylül Olayları yaşanırken azınlık komşularınıza sahip çıkar mıydınız? Yoksa kapıları, perdeleri kapatıp, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mı derdiniz?
Değişti mi bu toplum? 1900'lerin ilk yarısıyla kıyaslarsak daha ileri, demokratik, açık fikirli miyiz sizce? "Evet" demek istiyor gönlüm. Lakin dilim ve mantığım tereddüt ediyor. Korkularımız, önyargılarımız, kutuplaşmalarımız, uzaktan damgalamalarımız, bizim gibi düşünmeyenleri duymaya dahi tahammül edemeyişimiz ne yazık ki o kadar da değişmedi seneler içinde.
Ya henüz tam demokrat değiliz ya da hâlâ toplumca çoook genciz.