Varadero bizim Belek gibi
Küba’da şimdiki durağımız adanın Havana’nın tam ters tarafındaki, Karayip kıyısındaki Trinidad ve yol üzerindeki Cienfuegos.
Havana’dan çıkıp 2 saat kadar yol aldıktan sonra Cienfuegos’a varıyoruz. Minicik bir şehir. Kasaba irisi.
Ama sanki şekerden yapılmış gibi. Binalar gıcır, yollar tertemiz. Denizden birkaç kilometre içeriye yapılmış. Güzelliğini anlatamam.
Şehrin meydanında hayatımda gördüğüm en güzel tiyatro binalarından biri var. Şekerkamışı zenginlerinden biri çocuklarına vasiyet etmiş, “Bıraktığım parayı kent için harcayın” diye. Çocukları da babalarının adına bir tiyatro binası inşa edip kente hediye etmişler, daha pek çok şeyin yanında.
Yüz yıl kadar önce yapılmış, minyatür ama şahane bir tiyatro.
İçeride yapılacak etkinliğe göre koltukların bulunduğu zemin, o zaman için muazzam sayılabilecek bir teknolojiyle aşağı yukarı hareket ediyor.
Sürekli bir etkinlik var içinde. Çok güzel bir otelin barında oturuyoruz. Otel de tablo gibi. Hele bir mavi avlusu var ki, şahane. Her zamanki gibi mojito içiyoruz. Sonra Trinidad için yola çıkıyoruz.
TESLİS YA DA TRİNİDAD
Sonunda UNESCO’nun korumasındaki 500 yıllık Trinidad’a varıyoruz.
Trinidad “Teslis” demek aslında. Yani “Üçleme”; baba, oğul, kutsal ruh.
Trinidad, 400-500 yıllık tek katlı rengârenk evlerden oluşan yayvan bir kent. Kent dediysem öyle büyük falan değil. Yerler taş. İçine araç girişine izin verilmiyor. Trinidad’ın içinde otel yok. Oteller deniz kenarında ve Trinidad’a 15 kilometre mesafede.
Biz bir evde kalmayı tercih ediyoruz. Tertemiz, pırıl pırıl bir ev. 6 odası var. Karşısında da ev sahibinin evi. Orada da 7 oda var. Hepsi kiralık.
Trinidad’da ilk durağımız bir bar.
Canchanchara... Aslında Trinidad’a özgü bir içkinin adı. Süzme bal, limon suyu, bolca rom ve su. Tatlı bir içki. Yemek öncesi 5 tane filan içiyorum. İnsan anlamıyor bile içtiğini. Çok şık lokantalar var ama biri aradan sıyrılıyor. Yeni açılmış. Paris’in çok Michelin’li lokantaları kadar şık.
Evlerdeki antika eşyaları toplayıp bu lokantayı dekore etmişler. Gümüş çatallar ve bıçaklar, enfes avizeler, çok şık mobilyalar. Hepsi yüzlerce yıllık.
Ancak yer yok. Sahibesiyle biraz sohbet ediyoruz.
Başka bir yerde yemeğe gidiyoruz. Ben yine yemek yiyemeden, alkolle yaşamımı idame ettiriyorum.
Kaldığımız evin sabah kahvaltısı ise muhteşem. Küba’da ilk kez karnım doyuyor. Ev sahibesinin her yıl Avrupa’ya gezmeye gittiğini, orada gördüklerini kendi minik otelinde uygulamaya çalıştığını öğreniyoruz kendisinden.
BELEK SAHİLİNE HOŞ GELDİNİZ
Ardından Varadero’ya doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 4 saatlik bir yol. Yolda köylerden, çiftliklerden geçiyoruz.
Patates yüklü bir kamyon, rehberimizin ve şoförümüzün sevinçten çığlık atmasına neden oluyor. “Durup alalım” diyorum. Kabul etmiyorlar. “Suç olabilirmiş.” “Yahu bırak, 20 Euro’ya bir çuval alırız” diyorum, “Yakalanırsak ceza alırız” diyorlar.
Daha sonra yol kenarında bir manav tezgâhında duruyoruz. Şahane meyveler alıyoruz. Ama bir tanesi özellikle ilginç.
Aslında bildiğin muz gibi duruyor, ama Küba’nın buluşu bir şeymiş. Muz ve elma kırması.
İkisinin tadı bir arada. Bizim Anamur muzları boyunda, muazzam lezzetli bir şey.
Sonunda vardığımız Varadero’nun Küba ile alakası yok. Tamamen turizm amaçlı yapılmış bir yer. Bizim Antalya Belek gibi.
30 kilometrelik Atlantik sahili boyunca yan yana dizilmiş oteller.
Bazıları vasat, bazıları iyi, birkaçı çok iyi. Varadero’da bir de havaalanı var. Özellikle Kuzey Amerikalı turistler direkt buraya iniyor, her şey dahil otellerde kalıp sonra yine geri dönüyorlarmış.
Biz de kendimizi bembeyaz kumlar ve denize bırakıyoruz. Otel misafirlerinin büyük bölümü Kanadalı. Tek tük Amerikalı da var. Fransızlar da az değil.
Oteldeki görevli Türk olduğumuzu öğrenince, “Aaa, birkaç hafta önce de Türk misafirlerimiz vardı” diyor.
Tarifinden ve dilinin döndüğü kadardan Ethem Sancak olduğunu çıkarıyorum misafirin.
Varadero son durağımız. Deniz ve güneşli iki günden sonra 2 saatlik bir yoldan Havana’ya havaalanına gidiyoruz.
Havaalanında Küba’dan dışarıya sadece 50 adet puro çıkarılabileceğini öğreniyoruz. Önümdeki Fransız’ın çantasından fazlaca puro çıkınca görevli bunlara el koyuyor. Ben de tek adet bile puro almadığım için “Bazılarını bana verin” diyorum Fransız’a, ama gümrükçü kabul etmiyor.
SAĞLIKTA KÜBA MUCİZESİ
Çok önceden tanıdığım bir Kübalı yetkiliye, Küba’nın dünyaca ünlü “tıp sistemi” hakkında bilgi almak istediğimi ilettiğimde, hemen iki doktorla görüşmemi sağladı. Küba’da tıp gerçekten muazzam.
Halkın tamamı bedava bir sağlık sisteminin şemsiyesi altında. Kübalılar için her türlü tedavi parasız. Ancak bu durum, tıpta nasıl bu kadar ileri olduklarının yanıtını vermiyor. Yanıtı doktorlardan öğreniyorum.
“Yokluktan ve mecburiyetten.”
Ambargo altındaki Küba, hem ambargo hem de parasızlık nedeniyle ilaç ve ekipman ithal edemeyince, mecburen kendi sağlık sistemini geliştirmek zorunda kalmış. Sovyetler’in yardımıyla tıp fakülteleri kurmuşlar. Sovyetler’de eğitilen ilk doktor jenerasyonundan sonra Küba’da doktor yetiştirmeye başlamışlar. Bu doktorlar, hem yardım, hem de gelir maksadıyla özellikle Afrika ülkelerinde çalışmaya gitmişler. Oralarda büyük tecrübe kazanıp ülkelerine dönmüşler.
Daha sonra bu bir gelenek haline gelmiş ve Küba’nın en önemli ihraç mallarından biri doktorları olmuş. Binlerce Kübalı doktor, dünyanın en ücra köşelerinde hizmet verir hale gelmiş. Küba’da 20 Euro kazanan doktorlar, yurtdışında bunun epey üzerinde bir para kazanınca meslek de çok tercih edilir durumda.
Küba doktorlarına gözü gibi bakıyor. Yurtdışındaki doktorlara, eve dönünce yaşamaları için bizim TOKİ konutlarının biraz daha kötüsü özel siteler yapılmış.
KANSERDE DÜNYA ŞAMPİYONU
Özellikle kanser konusunda şu anda dünyanın en ileri ülkelerinden biri Küba. Bazı kanser türlerinde çok büyük başarılar elde ediyorlar. Bana anlattıkları kadarıyla “Mesela kemik kanserinde en iyi biziz” diyorlar.
“Peki kanser ilacı yapmak nasıl gelişti?” diye soruyorum. O da zorunluluktan olmuş. Pahalı kanser ilaçlarını ithal edemedikleri için yapmaya başlamışlar.
Yurtdışında çalışan doktorlar müthiş bir “know how” getirmiş. Ayrıca müthiş bir klinik deney imkânı sağlamış.
Küba bu tedavi hizmetini yabancılara da sağlıyor. Daha çok yabancı hastalara hizmet veren iki hastaneleri var. Burada dünyanın dört bir yanından gelmiş kanser hastaları tedavi oluyor. Amerikalılar bile var.
İlaçlarının büyük bölümünün kimyasal değil doğal olduğunu da anlatıyorlar övünerek. Benim bazı sorularıma ise yanıt vermekten kaçınıyorlar.
Ve böylece Küba gezimizin sonuna geldik. Yarın da tüm safhalarıyla tarladan sarıma, puro imalatının inceliklerini anlatıp Küba’yı noktalayacağım.
Haftaya salı gününden itibaren de Vietnam’da olacağız. Dünyanın en saygıdeğer halklarından ve ülkelerinden birini anlatacağım sizlere.
YORUMLARA CEVAPLAR
4 gündür Küba’yı anlatıyorum.
Gelen yorumlara, orada burada yazılanlara bakarsan, zannedersin muazzam bir siyasi analiz yapma çabası içindeyim.
Yahu ben gittiğim, gördüğüm bir yerdeki tamamen şahsi intibalarımı, izlenimlerimi yazıyorum. Kimi katılır, kimi katılmaz.
Ben Küba’da halkın yoksulluğunu, yoksunluğunu görünce üzüldüm. Bunu söylüyorum. Bundan memnuniyet duyan var ise onlara diyecek bir lafım yok.
Ama herkes bilsin ki, Kübalılar hiç de öyle çok mutlu falan değiller.
Biri diyor ki: “Çok eğleniyorlar, sürekli dans ediyorlar.” Evet, sürekli dans ediyorlar; çünkü dans ederek turistlerden para alıyorlar.
Daha önce de yazdım, her yerde canlı müzik var ama bir Cuc için. Keyiften söylemiyorlar.
Mesela, Küba’da fotoğraf makinesinin denklanşör sesi, Kübalılar için para sesi. Kaldırım kenarında pinekleyen bir adamın fotoğrafını çekiyorsunuz.
Hemen gözlerini açıyor ve “1 Cuc ver” diyor.
Yerel giysili kadınlar ortalıkta geziyor. Fotoğraf başına 1 Cuc aldıkları için o giysilerle geziyorlar.
“Evsiz kimse yok” diyorlar. Elhak doğru, herkesin başını sokacak bir evi var ama evlerin durumu felaket. “Kübalılar çok mutlu, her şeyleri var” diye ahkâm kesenlere sormak isterdim: “O evlerde oturmak ister misiniz?”
Peki sizin oturmak istemediğiniz evlerde oturan Kübalıların mutlu olduğu kanaatine nereden vardınız! Dün editörlerim başlığa benim yazmadığım bir cümle koymuşlar. “Castro’dan sonra en sevilen lider Chavez” diye.
Yok öyle bir şey. Evet, Chavez’i seviyorlar ama Castro’yu sevdiklerinden emin değilim. Mutlaka seven vardır ama emin olun çoğunluk değildir.
DEVRİMCİNİN YAKIŞIKLISI
Che’ye de öyle aman aman bir hayranlıkları var mı kestiremedim.
Biraz rock star muamelesi yapıyorlar.
Che’nin popülaritesinden anladığım şudur:
“Devrimcinin bile yakışıklısı makbul.”
“Devlet, vatandaşın her şeyini karşılıyormuş” diyenler var. Haklılar, 400 Pezo, yani 20 Cuc kadar maaş alanların alışveriş yaptığı devlet mağazalarından söz etmiştim daha önce. Köpürmeyen sabun 5 Pezo mesela. Sıcakta giyenin kurdeşen olacağı sentetik elbiseler 25 Pezo.
O yüzden turistlerden sürekli sabun istiyor olmalı halk, devlet her şeyi karşıladığı için.
Bazıları da “Sosyalizmi kötülemek için bunları yazıyorsun” diyor.
Ha işim gücüm yok, sosyalizmi kötülemek için Küba’ya gideceğim ve bunları yazacağım. Sosyalizmi birisi kötülüyorsa o ben değilim, Küba’yı yönetenler. Vietnam da sosyalist. Bekleyin orayı da yazacağım. Tek bir kötü kelime etmeden, Vietnam mucizesinden söz edeceğim.
Küba halkının hayatı şahane de niye bu kadar çok “seks işçisi” var Küba’da!
“Burada yok mu?” diyecek olanlar sakın demesin. Burada da var. Nedeni aynı.
Açıkçası, Küba’yı çok sevdim ama çok da üzüldüm. Üzüntüden öte içim parçalandı.
Yalan mı söyleyeyim.
Hadi bu kadar yanıt yeter.
Dönelim yine Küba’ya.