Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Vietnam’da sokakta dolaşırken, dünyanın hiçbir yerinde görmeyeceğiniz kadar özürlü insan görüyorsunuz. Özürlü derken, öyle her yerde gördüğümüz özürlüler gibi değil. Uzuv eksiklikleri, gelişmemiş kollar ve bacaklar, eksik iç ve dış organlar. Bunca özürlü Vietnamlının nedeni ABD. ABD, atom bombası dışında her türlü silahı deniyor Vietnam’da

        BAŞKENT Hanoi’ye doğru yola çıkacağız birazdan ama öncesinde biraz daha Vietnam Savaşı’na dönmek, Amerika’nın “yediği haltları” eşelemek istiyorum. Dün size Cu Chi tünellerini anlattım ya, Amerikan askerlerine dünyayı dar eden savaşçıların tünellerini. Vietkong’un bir yeraltında, bir yerüstünde görünen hayalet savaşçıları karşısında çaresiz kalan ABD ordusunun Vietnam’da insanlık tarihinin en büyük ayıplarından birine nasıl imza attığını da anlatayım size.

        AMERİKA’NIN İNSANLIK AYIBI: AGENT ORANGE

        Bu kimyasal silahların en tehlikelisi ise “Agent Orange”. Yani “Kavuniçi Ajan”. O güne kadar yapılmış en etkili kimyasal silah olarak bilinen Agent Orange’ın adı Vietnam’a sevkinde kullanılan bidonlardan geliyor. Kavuniçi çizgili bidonlarda saklandığı için adı Agent Orange. Çok azı bile anında ölüme sebebiyet veriyor. Sonrasında ise toprakta kalmaya devam ettiği için nesiller boyu sürecek sakatlıklara yol açıyor. Şu anda Vietnam nüfusunun yüzde 20’sinin sadece bu kimyasal silaha dayalı nedenlerle sakat olduğu tahmin ediliyor. Amerika’nın 1961’den başlayıp giderek yoğunlaşan miktarda kullandığı bu Agent Orange, niyeyse ancak ve ancak Vietnam Savaşı sona erdikten sonra Birleşmiş Milletler’in aldığı bir kararla “yasaklanıyor”.

        Ama etkisi Vietnam’da hâlâ sürüyor. Vietnam’da hem Saygon’da hem de Hanoi’da büyük birer savaş müzesi var. Vietnamlılar bu müzelerde hem Amerikalılardan elde ettikleri uçak, helikopter, tank, top gibi silahları sergiliyorlar hem de kimyasal silah vahşetini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyorlar.

        GAZETECİLER HAİN MİDİR?

        Vietnam Savaşı’nın bir başka kahramanı ise gazeteciler. Farklı milletlere mensup gazeteciler, ABD’nin Vietnam’daki vahşetini dünyaya duyuruyorlar. Zaten pek çoğu da savaş sırasında ölüyor bu gazetecilerin. Mermi isabet etmiş fotoğraf makinelerini müzede görmek mümkün. Amerikalı gazetecilerin bazıları da bu savaşta ABD’nin işlediği insanlık suçlarını ABD halkına duyurup savaşın bitmesinde ve ABD’de savaş karşıtı kamuoyu oluşturmada çok etkili olmuşlar. O gazetecilere o gün ABD’de bazıları “Vatan haini” demiş midir bilmiyorum. Muhtemelen demişlerdir ama insanlık ayıbına ortak olmaktansa birileri için hain olmak daha iyidir herhalde. Saygon’daki bir başka önemli yer ise eski başkanlık sarayı. Vietnam Savaşı, Kuzey Vietnam’a ait 2 tankın bahçe kapısını yıkarak bu saraya girdiği gün resmen bitmiş sayılıyor.

        VE BAŞKENT HANOİ

        Ve Saygon’dan 1.5 saatlik uçuşla Hanoi’ye gidiyoruz. Vietnam Havayolları, bir THY değil elbet ama gayet başarılı. Vaktinde kalkıp vaktinde iniyoruz.

        Ve Hanoi Havalimanı’ndan Hanoi kentine doğru ilerliyoruz. Yolda Vietnamlıların çok övündüğü bir “mozaik” duvar var. 4 kilometrelik uzunluğuyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Gerçekten çok hoş. Bazı bölümlerini sanatçılar, bazı bölümlerini ilkokul çocukları çizmiş. Seramik ve mozaik ustaları uygulamayı yapmış. Rengârek, keyifli bir yol kenarı duvarı.

        HANOİ, GÖRDÜĞÜM EN GÜZEL ŞEHİRLERDEN

        Hanoi, modern bir şehir ama Saygon gibi değil. Daha sakin, daha temiz. Kent merkezinde yüksek yapılaşma yok. Kentin içinde çok sayıda Fransız döneminden kalma kolonyal mimaride binalar var. Hepsi temiz, hepsi bakımlı. Pek çoğu bugün kamu binası olarak kullanılıyor. Hayatımda gördüğüm en yeşil başkent Hanoi. Bir gölün çevresinde, yaşanılası bir şehir. İlk durağımız çok eski bir Budist tapınağı.

        HEYKELİN İÇİNDE ÖLÜ RAHİP VAR

        Üç farklı bölümden oluşan 800 yıllık bir tapınak. Gölün kıyısında bir sükûnet mekânı. Bu tapınağı gezerken çok ilginç bir şey öğreniyorum. Genelde öyle midir bir fikrim yok ve bu konudaki sorularıma yanıt alamadım ama bu tapınakta yaşlanıp ölen rahiplerle ilgili bir gelenek varmış. Eğer rahip oturduğu yerde ölürken sağa veya sola devrilirse yakılıyormuş. Yok eğer öldükten sonra devrilmez ve oturduğu pozisyonda kalırsa, diğer rahipler hemen bu rahibin ölüsünü önce balmumuyla sıvıyorlar, ardından alçıyla kaplayıp heykel haline getiriyorlar ve kuruduktan sonra da boyuyorlarmış.

        Sonra da rahibin bedenini, tapınaktaki Budist rahip heykellerinin arasına koyuyorlarmış. Gördüğüm heykellerden bazılarının içinde, yüzlerce yıl önce ölmüş rahiplerin bedenlerinin bulunma olasılığı biraz garip. Hepsini inceleyip hangisinin içinde ölü bir rahip olduğunu anlamaya çalışıyorum.

        Dokunmak yasak. Yoksa elimle iki fiske atıp işi çözeceğim.

        KURUCUYA SAYGI

        Ardından ülkenin kurucusu Ho Chi Minh’in mozolesine gidiyoruz. Ho Chi Minh’in ölümünden sonra kendisine bir anıtmezar yapılmaması konusunda vasiyeti varmış. “Beni yakın, küllerimi ülkenin dört bir yanına atın” dermiş. Savaş bitmeden önce ölmüş. Ölünce de vasiyetini dinleyen olmamış.

        Kendisine bir mozole yapmışlar. Önünde askerler nöbet tutuyor. Nöbet değişim törenleri çok hoş. Vietnamlılar da Türkler gibi biraz. Asker millet havası var üzerlerinde. Ho Chi Minh’in mozolesinin hemen arkasında ise “tek sütunla pagoda” var. Çocuk isteyen bir Vietnam hükümdarı, kendisine bir çocuk veren eşine aşkını göstermek için tek sütun üzerine minik bir pagoda ve çevresine de küçük havuz irisi bir göl yaptırmış. Ardından gelenler bu pagodayı yıkmışlar ama sonra yine yapılmış. Biz gezerken de restore ediliyordu. Ben pagodadan çok şık bir kameriyeye benzettim.

        ÇEKÇEKLE ŞEHİR TURU

        Ardından bir Vietnamlının sürdüğü bisikletin önüne kondurulmuş 2 kişilik çekçek benzeri araçlarla Hanoi turu atıyoruz. Kenti görmek, yaşamak için en iyi yöntem. Keyifle geziyoruz ama kızım sorun çıkarıyor. Trafiğin sıkıştığı bir anda bir bakıyorum; çekçekten inmiş, benim yanımda yürüyor.

        “Hayırdır?” diyorum. “Baba çok ayıp! Adam kullanıyor yoruluyor, biz oturuyoruz. Kıyamadım adama, yürümeye karar verdim” diyor.

        “Kızım, biz bunlara binip gezmesek bu adam para kazanamaz. Para kazanamayınca çocuklarını doyuramaz, okula gönderemez. Hepimizin bir işi var. Onun da işi bu. Asıl binmezsen üzülür adam” diyorum. Pek ikna olmuyor ama yine de çekçekine geri dönüyor. Kapalıçarşı, Mahmutpaşa benzeri yerlerden geçiyoruz. Yollar cıvıl cıvıl kalabalık. Halk güler yüzlü.

        SENATÖR MCCAIN SAVAŞ ESİRİ

        Göle akan akarsulardan birinin üzerindeki köprüden geçiyoruz. Bir plaket gözüme çarpıyor. Meseleyi hemen öğreniyorum. ABD’li Cumhuriyetçi Senatör McCain, Vietnam Savaşı’na pilot olarak katılmış. Ve gözü pek bir pilot olduğu için de uçağıyla Hanoi’ye kadar gelmiş, bombalarını bıraktıktan sonra Kuzey Vietnam uçaksavarları tarafından vurulup düşürülmüş. Uçağı köprünün 100 metre gerisinde nehre düşmüş. Hemen alıp hapsetmişler.

        Babası da ABD ordusunda general olduğu için kullanmak istemişler. Ancak McCain’in babası, “Diğer askerler nasıl esirse oğlum da öyle esir kalacak” demiş. McCain, 2 yıl Kuzey Vietnam’ın elinde esir kalmış ve savaş bitince salıverilmiş. Düşen uçağı da yıllarca o noktada kalmış. McCain başkan adayı olunca Vietnamlılar da uçağını alıp müzeye koymuşlar. Yerine de bir minik plaket.

        AMAN GİTMEYİN

        Akşam su kuklası tiyatrosuna yer ayırtmışız. Hanoi Gölü’nün hemen kıyısında güzel bir bina. Su kuklaları gösterisine 5 dakika falan dayanabiliyoruz.

        Hemen kaçıyoruz. Allah’tan tiyatro binasının hemen üzerinde bana göre Hanoi’nin en güzel lokantası var. Lokanta şık ötesi. Ancak o gece özel bir davet nedeniyle müşteri almıyorlar. Uzun yalvarmalarım sonucu girişte bir masaya oturuyoruz. Mönü geliyor. 50 sayfa falan. Yine yemek konusuna gelmişken söyleyeyim; Vietnam’da her yerde köpek eti yendiği bir safsata. Evet köpek eti servis eden lokantalar da var ama pek ender. Merak etmeyin, farkında olmadan köpek eti falan yemezsiniz. Gelelim mönüye.

        KUŞ YUVASI ÇORBASI

        Vietnam ve Japon mutfağının her türlü yemeği var. Benim gözüme “kuş yuvası çorbası” takılıyor. Muhtemelen duymuşsunuzdur, uçurumlara ve mağaralara yuva yapan kırlangıçların yuvaları toplanıp bunlardan bir çorba yapılıyor ve neredeyse 1000 yıllık geçmişi olan bir yemek. Ben hemen bundan sipariş ediyorum. Üzerine de köpekbalığı yüzgeci. Bu seçimlerim sıkı bir hayvansever ve vejetaryen olan kızım tarafından uzun uzun protesto ediliyor. Bense sadece isimlerini duyduğum bu iki yemeği denemek istiyorum. Kavgamız yemek boyu sürüyor. Yemekten sonra göl kıyısında yürüyüşe çıkıyoruz. Binlerce Vietnamlı sahile yayılmış. Izgara yapan da var, balık tutan da, dondurma yiyen de, çekirdek çitleyen de! Herkes huzur içinde, hava 24 derece. Hafif bir rüzgâr esiyor gölden. Huzur içindeyim. Tartışma yok. Haber yok. Keyif var, rahatlık var. Ardından otelimize gidiyoruz. Kent merkezine 5 kilometre mesafede. Tertemiz, çok şık. Gece yarısına yaklaşmış bir saat ve yollar Saygon’daki kadar olmasa da yine on binlerce mopedin arı vızıltısı gibi sesleriyle dolu... Ertesi gün doğa harikası Halong Körfezi’ne gideceğiz. Hem de uzun bir karayoluyla. Pirinç tarlalarının, patlama yapan sanayi tesislerinin, gelişen Vietnam’ın içinden geçeceğiz.

        Diğer Yazılar