İleride hatırlatmak için yazıyorum
DÜN devletin hâlâ eski hatayı sürdürme eğiliminde olduğunu, FETÖ’den boşalan kamu görevlerine, başlıca birkaç tarikatın hızla aktığını ve örgütlendiğini yazarak “Yarın da ‘METÖ bizi kandırdı’ demeyin sakın” diye yazdım.
Yazdım ve yazdığıma pişman oldum.
Birkaç saat içerisinde ben diyeyim yüzlerce, siz deyin binlerce mail yağdı.
Farklı kamu kurumlarından pek çok “dertli” bürokrat.
Pek çoğu, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek kurumlarında kimi tarikatların örgütlenmeyi tamamladığını, bazılarının zaten yıllardır örgütlendiğini ve artık kurumların tamamen tarikat kontrolüne girdiğini anlatıyor.
Bu kişilerin belirli simgeleri fütursuzca üzerlerinde taşıdıklarını, kimilerinin yüzükleriyle, kimilerinin giysilerinde taşıdıkları bazı renklerle tarikat bağlantılarını ortaya koyduklarını anlatan okurlar.
Şunu söylemem lazım.
Tarikat veya cemaat mensubiyetini tasvip etmemekle beraber, canı çekenin bunlarla içli dışlı olmasına, aklını, fikrini, hatta bazen namusunu ve şerefini şeyhine emanet etmesine karışmam.
Böyle bir hakkım da yok yetkim de.
İnanç dünyasında aklına ve kendine güvenmeyip, kendini bir tarikatın şemsiyesi altına sokan birinin kamuda görev almasına da doğrudan karşı çıkmam.
Ancak Gülen Cemaati henüz FETÖ olmadan ve pek çoğunca makbul bulunduğu dönemlerde yazdıklarımı tekrarlamak isterim.
- Bir kamu çalışanı, hangi görevde veya makamda olursa olsun, devlet görevini yerine getirirken tarikat hiyerarşisini devlet hiyerarşisinden üstte tutuyorsa,
- Bir kamu çalışanı, kamunun veya halkın çoğunluğunun çıkarındansa mensubu olduğu cemaatin çıkarını korumaya çalışıyorsa,
- Yetkili makamdaki kamu görevlisi, delegasyonunda liyakate değil, tarikat bağına önem veriyorsa,
- Üst makama atanan kişi tarikata bağlı olmadığı zaman bu amire itaatsizlik başlıyorsa, devlet bitiyor demektir.
Biz bunları FETÖ için de yıllarca yazdık ve uyardık.
Karşılığını, karalama, dinleme olarak cemaatten, “Siz anlarsınız bu işlerden” diyerek siyasetten gördük.
Ama biz yine de uyaralım.
Biliyorum ki, yine bir işe yaramayacak.
Ama bir süre sonra “METÖ ile mücadele” dedikleri zaman, en azından kendimizi tatmin için bu yazıları tekrar gündeme getiririz.
**************
BİR HEKİM: HANİ BİZDİK MARJİNAL?
YURTDIŞINDA önemli bir üniversitede görev yapan hekim kadın okurumdan bir e-posta geldi.
Son günlerin “gündem konusuyla” ilgili olduğu için ilginç buldum ve paylaşmak istedim.
Okurum, İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra “kadın doğum uzmanı” olarak mecburi hizmet için Orta Anadolu’da bir ilimize yollanmış.
Anlattıklarını aynen naklediyorum.
“Fatih Bey,
Hürriyet yazarı Melis Alphan’ın yazısını sizin kendisiyle ilgili yazdıklarınızdan sonra arşive girerek okudum. Siz de haklısınız ama Melis Hanım da haklı. Haksız olan ise Ahmet Hakan.
İstanbul’da doğup büyümüş ve sizinki ile benzer olduğunu tahmin ettiğim bir çevrede yetişmiş biri olarak Anadolu’da .....’a gittiğim zaman büyük bir şaşkınlık, daha doğrusu büyük bir azap yaşadım.
Genç kadın hastalarımızı muayene ederken, pek çok sefer yanlarında kayınpederleri oluyordu.
Biz kadına son regl tarihini sorduğumuz zaman yanıt kayınpederden geliyordu ve biz şaşırıyorduk. Tecrübeli olanlarımız bıyık altından gülüyor ve ‘Bütün aile aynı odada yattığı için biliyorlardır herhalde’ şeklindeki akıl yürütmelerimize ise ‘Öğrenirsiniz niye olduğunu’ diye yanıt veriyorlardı.
Daha vahim olan ise genç kızların gebeliklerinde karşımıza çıkardı. Ailenin yanında sessiz olan kız, şans eseri doğum odasında yalnız kaldığımız zaman çocuğu doğurmak istemez ya da evlatlık olarak verilmesini talep ederdi.
Kimi ima yoluyla, kimi ise yardım umuduyla açıkça anlatırdı. Pek çoğu erkek kardeşinin, amca veya dayısının, hatta bazen öz babasının tecavüzüne uğrayarak hamile kaldığını aktarırdı.
Bu söylediklerimi benzer görevlerde bulunmuş pek çok doktor teyit edecektir.
Biz de genelde çaresizce bu duruma seyirci kalırdık. Çünkü bunu adli makamlara yansıtmamız halinde çok vahim sonuçlar, cinayetler, hatta katliamlar olacağını bilirdik.
Uzun zamandır ABD’de yaşıyor ve mesleğimi burada icra ediyorum. Emin olun ki, Amerikan taşrasında da durum çok farklı değil.
Kırsala ve küçük yerleşim birimlerine gittikçe, eğitim düzeyi aşağı inip muhafazakârlık arttıkça burada da çok sayıda ensest vakası ortaya çıkıyor.
Yani kırsalda durum Cem Yılmaz’ın parodilerinde söylediği gibi ‘Hani bizdik marjinal?’ noktasında.
Seks işçisi olan pek çok kadının hikâyesinde bu gibi olayların rol oynadığını da yine hekim arkadaşlarımızın yaptığı saha çalışmalarından teyit edebilirsiniz. Türkiye ile ABD arasında da çok fark yok. Bilmenizi istedim.”
**************
‘İSTANBUL’A 10 ATOM BOMBASI DÜŞECEK’
SEVGİLİ Celal Şengör, kaçınılmaz İstanbul depremiyle ilgili bilgiler gönderdi.
Hep beraber okuyalım.
“Sevgili Fatih,
Sayın Bakan Özhaseki’nin bir beyanını okudum: İstanbul depremi için ‘En geç 2030’da diyorlar’ demiş. Bunu duyan sanki böyle kesinleşmiş bir yargı var sanır. Bu doğru değildir. Sayın Bakan bilgisini ne yazık ki yanlış almış. Bundan sorumlu olanlar da ortalıkta depremin d’sini bilmedikleri halde medyamız tarafından halkımıza ‘deprem uzmanı’ diye tanıtılan kişilerdir. Bilim insanlarının söylediği şudur: 1999’dan sonraki ilk elli sene içerisinde İstanbul güneyindeki Kuzey Anadolu Fayı’nın kuzey kolu üzerinde 7’den büyük bir deprem olasılığı kabaca yüzde yetmiştir (tam rakam % 67’dir).
‘2030’A KADAR OLMAZSA ŞAŞIRMAYALIM’
Bu şu demektir: Sayın Bakan’ın söylediği gibi depreme hazırlıklı olalım, ama 2030’a kadar (ve ondan sonraki uzun bir zaman diliminde) deprem olmazsa şaşırmayalım. 1509 depreminden önce fay bir ‘dönemi’ tamamen atlamıştır. 1509 depreminin ‘Küçük Kıyamet’ denecek kadar korkunç olmasının sebebi de budur.
Olabilecek en büyük deprem büyüklüğü de 7.6’dır. Aslında basit bir lise fiziği bilgisine sahip herkes bu hesabı yapabilir. Kırılacak fayın uzunluğu en çok 160 km’dir. Derinliği de en çok 16 km’dir. Etkisi en çok güneye doğru olacaktır: Buradaki mesafeyi kesin bilmek zor ama 25 kilometre olarak alabiliriz (Le Pichon ve diğ. 2003’te Journal of Geophysical Research’de yayımlanan makalemizde bu konuda bilgi vardır). Depremde en çok 2 dakika içinde hareket edecek kütlenin ortalama özgül ağırlığı 2.85 gr/cm-küptür.
Şimdi: 160 km= 16.000.000 cm; 16 km= 1.600.000 cm; 25 km= 2.500.000 cm. Hareket edecek kütlenin hacmi= 16.000.00 x 1.600.000 x 2.500.000 = 64000000000000000000 cm-küp.
Bunun ağırlığı= 18.240.000.000.000 metrik ton.
Deprem bu ağırlıkta bir kütleyi iki dakikada yaklaşık 6-6.5 m sürükleyecektir. Gerekli sürükleme enerjisi kabaca şudur:
18.240.000.000.000.000 kg x 0.001m/saniye-kare = 18.240.000.000.000 newton = 18.240.000.000.000 jül!
Bu değer deprem kaynağından yayılan enerji açısından yaklaşık 6-6.5 büyüklüğünde bir depreme karşılık gelir.
Unutmayalım ki 6.5 ile 7.5 büyüklükler arasındaki enerji farkı 32’dir. Yani 7.5’luk bir deprem, 6.5’luk bir depremden 32 defa daha büyüktür (daha “şiddetli” değil! Aman bu iki kavramı karıştırmayalım).
Bu hesapların doğru yapılabilmesi için gereken bilgilerin ise pek azına sahibiz. Bu sırf Türkiye veya İstanbul için değil, hemen hemen dünyadaki tüm büyük faal fay sistemleri için geçerlidir. Onun için depremin önceden kestirilmesi mümkün değildir.
7 EŞİTTİR 10 HİROŞİMA
Hiroşima’ya atılan atom bombası yaklaşık 60.000.000.000.000 jüllük enerji boşaltmıştır. Bu büyüklüğü 6 olan bir depremin boşalttığından epey fazladır. Şimdi, depremimizin 7 olacağını düşünelim:
18.240.000.000.000 x 32 = 583.680.000.000.000 = jül.
Bunu bir atom bombasının enerjisine bölersek yaklaşık 10 atom bombası elde ederiz. İstanbul, deprem olduğunda en az 10 Hiroşima boyutunda atom bombası yemiş gibi olacaktır (tabii radyasyonsuz!).
Bunların minimalist rakamlar olduklarını unutmayalım.
Senin, Hande’nin ve Zeynep’in huzurunuzu kaçırdıysam beni affet.
Sevgiler, Celal”
**************
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Cehaletin konforundan mutlu olmadığımız zaman.