Kovun şu adamı!
ŞU sıralar Türkiye dışında olmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum.
Niyeyse "ruhuma'' iyi geliyor.
Yazı yazmaya oturduğum anlar hariç, daha keyifli oluyorum.
Yine öyle bir haldeydim.
Grand Palais'de bir sergi gezdikten sonra şahane bir Paris eylülünün ılıklığında yürüyordum.
Telefonum çaldı.
Bir internet sitesinin editörü kendini tanıtıp sordu.
"Fatih Bey, hakkınızda çıkan haberle ilgili bir açıklama yapacak mısınız?''
"Hakkımda çıkan haberden haberim yok'' dedim.
Hakikaten haberim yoktu.
"Başbakan, kovulmanız için Fatih Saraç'a talimat vermiş.''
"İyi yapmış, ağzına sağlık'' dedim.
Sonra merak ettim sordum.
"Başbakan mı, Cumhurbaşkanı mı?''
Yanıt beklediğim gibiydi.
"Cumhurbaşkanı ama talimatı Başbakan'ken vermiş.''
"Dönemin Başbakan'ı yani'' dedim gülerek. Karşımdaki de güldü.
"Ne dememi istiyorsunuz. Önemli olan talimat verilmesi değil, önemli olan o talimatın yerine getirilip getirilmemiş olması. Bakın ben hâlâ Habertürk'te yazıyorum.''
Kapattım.
Bir daha. Bir daha.
Telefon çalıyor, arayan haberci aynı şeyi soruyor.
Ben de üç aşağı beş yukarı aynı yanıtı verip kapatıyorum.
Doğrusu benim kovulmamın talep edildiği "tapeler'' beni hiç şaşırtmadı.
Çünkü "Alo Fatih'' tapeleri yayınlanıp halkın bir bölümü beni "Alo Fatih'' zannederken de ben bunlardan haberdardım.
Bazıları beni "Başbakan yalakası'' olmakla suçlarken, dönemin Başbakan'ı defalarca benim kovulmamı talep ediyordu.
Çünkü bir Fatih, diğer Fatih'e rağmen gazetesinde gazetecilik yapmaya çalışıyordu. Bu da hoşa gitmiyordu.
Ve bunca talebe, bunca baskıya rağmen bu gazetenin yayıncısı beni kovmuyordu.
Ben de bu gazetenin patronuna sürekli olarak, "Bu kadar sıkılmanıza gerek yok. Hemen istifamı verebilirim'' diyordum ve her seferinde, "Sen beni tanımıyorsun galiba'' yanıtını alıyordum.
Yalan yazma. Hakaret etme. Taraf tutma.
Tek prensibimiz buydu. Bizden tek beklentisi buydu.
Bu şekilde 5 yıl çalıştık.
5 yılın sonunda, "Sabah'ın başına geçtiğim gün 5 yıl demiştik. Habertürk'te kilometreyi sıfırladık, ama 5 yılı yine doldurduk. Bana artık müsaade'' dediğimde yerel seçimlere bir hafta vardı. "Seçimlerden önce bırakmak istiyorum. Seçim sonuçlarıyla bağlantı kurulmasını istemiyorum'' diye ekledim.
"Yazar olarak kalmanı isterim'' dedi Turgay Ciner.
"Benim yüzümden çok çektiniz. Hiç gerek yok'' dedim.
Bir kez daha, "Sen beni hiç tanımamışsın'' dedi.
Kaldım.
O gün bugündür özgürce istediğimi yazıyorum.
Üzerimde bir gazetenin sorumluluğu olmadan.
Sadece kendi vicdanıma karşı sorumluluk taşıyarak.
Bu yüzden de genelde ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranamayarak.
Taraf tutmamanın bedelini ortak bir nefret objesi olarak ödeyerek.
Ama kendi "vicdan ülkesinin'' kralı olmanın rahatlığı içinde.
Haa, şunu da söylemem lazım.
Hem burada, hem başka çalıştığım gazetelerde, siyasetçiler pek çok defa kovulmamı istediler.
O siyasetçilerin çoğu artık yok.
O siyasetçilere boyun eğen patronların ise tamamı basın sahnesinden silindi gitti.
Bu dönemde "güç yoğunlaşmasından'' ötürü bu talepler daha ağır. Daha sert olabiliyor ve bu talepleri dinlememenin bedeli patronlar için çok daha ağır.
Biz de gazete sahiplerinin bizim için katlandıkları sıkıntıları biliyoruz.
Bir gün kovulsak bile o güne kadar yazdığımız her satır için minnettar olmalıyız.
Onlar gazeteci değil
DEDİM ya, her dönem güç sahipleri, gazetecilerin kovulmasını talep eder.
Bu bazen iktidardaki siyasetçidir, bazen iktidarı paylaşan vesayet odakları, bazen asker...
Hatta bazen işadamları, holding patronları.
Bunların kimini sizler de duyarsınız, kimileri ise hiç duyulmaz, geçer gider.
Meşhur 28 Şubat döneminde de benzer şeyler yaşandı, hatırlarsınız.
"Askerler istedi" bahanesiyle Dinç Bilgin adındaki "medya kâbusu'', Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Mehmet Barlas'ın işine son verdi.
O dönemde ben Hürriyet'te yazıyordum.
Köşemden bu üç yazara bir çağrı yaptım.
"Köşeniz elinizden alındı ama bu köşe sizin köşenizdir. Yazılarınızı bana yollayın, bu köşeye koyacağım'' dedim.
Üç meslektaşımla da hiçbir fikri yakınlığım yoktu, ama fikirlerini söyleyebilmelerinin önemi vardı.
Cengiz Çandar teşekkür etti, ama istemedi.
Barlas yanıt vermedi.
Rahmetli Birand ise haftalarca benim köşede kendi imzasıyla yazılarını yayınladı.
Türk basınında her zaman gazetecilere baskı vardı.
Ama o gün ile bugün arasında çok önemli bir fark var.
O zaman gazeteciler, diğer gazetecilerle aynı fikirde olmasalar, hatta hasım olsalar bile "Bunları kovun'' diye yazmazlardı.
Bir gazetecinin kovulmasını istemek, bir gazetecinin aklına bile gelmezdi.
Mesela Hasan Karakaya ile en sert tartışmalarımızı yaşadığımız günlerde bile ne ben onun köşesinden olmasını istedim, ne de o benim.
Bugün siyasetçilerin yaptıkları beni ne şaşırtıyor, ne de üzüyor.
Ama gazeteci kisvesi altında dolaşanların yaptığı kelle avcılığına inanamıyorum.
Ama yine üzülmüyorum.
Çünkü biliyorum.
Onlar gazeteci falan değil.
Bu mesleğe sızdırılmış pislikler.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Her şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini anladığımız zaman.