Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BALYOZ Davası'yla ilgili yazacağımı yazdım, söyleyeceğimi söyledim.

        Uzatmanın ne âlemi var, ne de faydası.

        Yargılananların hepsi darbeci miydi, darbeci değil miydi bilmem. Hatta hiçbiriyle ilgili net bir fikrim yok. Bazılarının bir dönem darbe düşündüğünden kuşkum yok, ama teşebbüs sayılır mı ondan de emin değilim.

        Ama mahkemenin, savunmanın tanıklarını dinlememesini, Hilmi Özkök'ün, Aytaç Yalman'ın davada en azından tanık olmamasını, tek delil olan CD'nin savunmanın talep ettiği şekilde incelenmemiş olmasını "eksiklik" ve "karara düşmüş kara bir leke" olarak gördüğümü söyledim. Söylemeye de devam ederim.

        Ama asıl anlatacağım bu değil.

        Ben meselenin başka bir yerindeyim.

        Karardan değil, yargılamadan ve yargı sürecinden nasıl bir ders çıkarırız ona bakmak istiyorum.

        Bu dava Türkiye'de "sivil mahkemede yargılanmış ilk darbe teşebbüsü" olmaktan çok daha önemli bir "dip mana" içeriyor.

        Anlatayım. Bakalım hak verecek misiniz?

        Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 400'e yakın mensubu, kimi emekli kimi muvazzaf, hemen her rütbeden mensubu, bir gazetecinin ortaya çıkardığı bir bavul dolusu belge ve bir savcının hazırladığı iddianameyle yargı karşısına çıktı.

        Ordusuyla gurur duyan, ordusuna herkesten çok güvenen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bırakın tamamını, bir bölümü, hatta küçük bir bölümü bile "ses" çıkarmadı.

        Bırakın sıradan vatandaşları, en asker âşığı olanlar, sürekli askerden medet umanlar bile tek bir seda çıkarmadı.

        Bırakın vatandaşları, bu askerlerin yetiştiği, görev yaptığı TSK'dan tek ses çıkmadı.

        Bırakın TSK'yı, bu askerlerin komuta ettiği astlarından, üstlerinden, hatta yaverlerinden ve emir erlerinden bile doğru düzgün bir itiraz yükselmedi.

        Aileleri ve yakınları dışında hiç kimse sesini çıkarmadı.

        Bu Türkiye'de militarizmin ve militarizm yanlılarının "bittiğinin" ve bir dönemin kapandığının en önemli göstergesidir bence.

        Çok da iyi olmuştur.

        Çünkü dava süreci göstermiştir ki, Türkiye'de militarizm denilen mesele, aslında bir hiçtir.

        Politize olmuş generallerin, kendi aralarındaki çıkar, makam ve rütbe çekişmesinden başka bir şey değildir ve militarizme inanan, militarizme güvenen halk bu dava neticesinde "Bu muymuş?" demiştir.

        Anlı şanlı, bol yıldızlı generallerin "gözyaşlı" ve "dokunaklı" ifadeleri, militarizmin ne olduğunu göstermiştir.

        Bir teki bile savunmalarında "dürüst" davranmamış, politik veya ideolojik duruş sergilememiştir.

        Bu yüzden bu dava Türkiye'de militarizmin bitiş düdüğüdür.

        Yargılamadan ve verilen karardan bağımsız olarak!

        Genç yetenekler ülkesi

        ADANA Altın Koza Film Festivalinde Neslihan Atagül, "Umut Veren Genç Kadın Oyuncu" Ödülü'nü aldı.

        Umut veren genç ödülünü almak güzel.

        Ama ortada bir sorun var.

        Atagül bu ödülü 2. kez alıyor.

        2 defadır umut veriyor.

        Garip değil mi?

        Ama Türkiye böyle.

        Adınız bir kere "umut veren gence" çıktı mı, ölünceye kadar umut veren genç oluyorsunuz.

        Mesela Aydın Yılmaz. Galatasaraylı futbolcu.

        Hâlâ umut veren genç futbolcu.

        25 yaşına geldi.

        Ondan sonra A takıma giren Arda, Madrid'e gitti, milli takıma kaptan oldu. Aydın hâlâ umut veren genç oyuncu.

        Bence bu ülkede her şey olun ama "umut veren genç" olmayın.

        Çünkü öyle kalıyorsunuz.

        İşte Deniz Baykal.

        1978'de "umut veren genç politikacı" olarak parladığı siyasette, 2010 yılına kadar "umut veren genç" politikacı olarak kaldı.

        73 yaşında "genç politikacı" olarak genel başkanlığa veda etti.

        Bu yüzden hiç hoşuma gitmiyor bu "umut veren genç" sıfatı.

        Bana hep "Senden bir şey olmaz" demenin kibarcası gibi geliyor!

        Erkek yapınca çapkın, kadın yapınca...

        İNANILMAZ "seksist" bir ülkede yaşıyoruz.

        Kadınlar için kriterler başka, erkekler için başka.

        Üstelik de bu kriterlere uyanlar sadece erkekler değil, kadınlarımızın da pek büyük bölümü bu davranış biçimi içerisinde. Son zamanlarda bunu en somut biçimde oyuncu Berrak Tüzünataç örneğinde yaşıyoruz.

        Berrak Tüzünataç gördüğümüz kadarıyla sık sık sevgili değiştiriyor veya kısa süreli ilişkiler yaşıyor.

        Hep birlikte kızı neredeyse insan içine çıkamayacak hale getirmeye çalışıyoruz.

        Yok onunla, yok şununla, yok orada, yok burada.

        Bütün haberlerin satır aralarında çok net bir "ima" var ki, ne olduğunu söylemeyeyim.

        Ama aynı şeyi bir erkek yaptığı zaman "çapkın" deyip taçlandırıyoruz.

        Ne bileyim mesela bir tarafının kılı ağarmış Mehmet Ali Erbil aynı şeyi yapınca "Çapkın şovmen" oluyor, ama bunu yapan Berrak Tüzünataç gibi bir kadın olunca "ayıp" oluyor.

        Kusura bakmayın ama ben burada Berrak Tüzünataç'a haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

        Bir erkeğin çapkın olma hakkı var da, bir kadının yok mu?

        Şöhretli erkek istediğini yapar, şöhretli kadın rahibe olacak öyle mi?

        Ünlü erkek sanatçıya her şey serbest ama ünlü kadın sanatçıya kötü gözle bakılacak.

        Hadi canım siz de!

        Berrak Tüzünataç da çapkın bir kadın işte.

        İstediğini yapar.

        Yargılama hakkımız yok.

        Ama o da çapkın bir erkek gibi haber olacağını bilmeli.

        Gerisi kendi hayatı.

        O da istediği gibi yaşıyor.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Babamızın ölüsünden medet ummadığımız zaman.

        Diğer Yazılar