Sucuk ekmekli teröristler
BEYAZ ekmek yasaklanıyormuş.
Yerine kepek katkılı ekmek gelecekmiş.
İyi mi? İyi.
Kötü mü? Kötü.
Beyaz ekmeğin çok da faydalı bir şey olmadığı, hatta zararlı olduğu bilinen bir gerçek.
Dahası buğdayın en faydalı bölümlerinin atılmasıyla elde edilen undan yapılıyor beyaz ekmek. Bu da kesin.
Bu yüzden de sağlıklı beslenme arayışındakiler, daha ucuz olması gerekirken daha pahalı olan siyah ekmek, köy ekmeği, kepekli ekmek gibi ekmekleri tercih ediyor.
Bu yüzden kepekli undan yapılan ekmeği teşvik etmek çok doğru.
Bana kötü gelen ise bunun bir “yasak” şeklinde yapılıyor olması. Yasak dendi mi, benim tüylerim diken diken oluyor.
Kepekli ekmeğin faydası anlatılsın, beyaz ekmeğe daha fazla vergi konup fiyatı artırılsın, kepekli ekmek daha ucuz olsun, okullarda, işyerlerinde kepekli ekmek de bulundurmak zorunlu hale getirilsin. Her türlü teşvik uygulansın. Hiç itirazım yok.
Ama yasaklamak garip doğrusu.
Şimdi “zararlı” diye beyaz ekmeği yasaklamaya evet desek...
Yarın öbür gün “kuzu eti zararlı” diye kuzu etini, “yağlısı zararlı” diye kıymayı, “fazlası zararlı” diye tuzu, “yükseği zararlı” diye topuklu ayakkabıyı ve daha aklınıza gelebilecek her türlü şeyi yasaklamanın da “olabilir” olduğunu kabul etmiş olmayacak mıyız!
Bir süre sonra evinde beyaz ekmek yiyen 8 kişi yakalanıp Silivri’ye atılınca garip olmayacak mı biraz.
Ayrıca da ramazan pidesinin kepeklisi yenir mi hiç! Sucuk ekmek ya da kokoreç, kepekli ekmek arasında olur mu hiç!
Bunları yedik diye terörist sayılmak hoşumuza gidecek mi?
Salakmışım!
BİR Levent Kırca mevzuudur gidiyor. Meğer 18 senedir epey bir adam o anı beklermiş.
Birisi Teke Tek’e çıksa da beni bir benzetse.
Levent Kırca bana “Salak” dedi ya, of anam ne sevinç, ne sevinç bazılarında.
Hakan Gündüz remiksini bile yapmış. Güzel de olmuş.
Doğrudur. Levent Kırca’nın katıldığı Teke Tek’te son derece kötü bir duruma düştüm. Çünkü benim derdim Levent Kırca’yı konuk alıp rezil etmeye çalışmak, bitirmek değildi.
Böyle bir niyetim yoktu. Adam gibi konuşmak, sohbet etmek, sorularımı sormak istiyordum.
Levent Kırca’nın da o niyette olduğunu zannediyordum.
Aslında başa dönmekte fayda var.
Program ekibi Levent Kırca’yı davet ettiklerini söyleyince, “Ne konuşacağız ki?” diye itiraz ettim. “Abi iyi olur” deyince çocuklar, “Tamam” dedim.
Program günü Levent Kırca saat 23.00’te başlayacak programa akşamüzeri saat 16.30’da gelmiş.
Gelmiş ama ne gelmek.
Ben dışarıdaydım. Ekiptekiler, “Levent Bey geldi” diye haber verdiler.
Şaşırdım, programa 6 saat kala gelmişti. “Ben gelinceye kadar benim odama alın, ağırlayın” dedim. Kabul etmemiş.
Gazetenin otoparkında otomobilinin içinde oturmuş.
“Çay getirelim” demişler, kabul etmemiş.Akşam yemeğe davet etmişler, ona da “Hayır” demiş. 6 saat otomobilin içinde oturmuş.
Sonra da programa girdik.
Kırca gergin ve agresifti.
Ben de beklemediğim bir saldırganlıkla karşılaşınca sinirlendim. Soru sordum, yanıt vermedi.
Tekrarladım, şarkı söylemeye başladı. Hiçbirini yapmadığı zaman hakaret etti. Sinirlenmeme rağmen, Levent Kırca’yı çok da kırmak istemedim. Yaşına, geçmişine hürmeten, söyleyebileceklerimi, dilimin ucuna kadar gelenleri tuttum.
Fox TV’den gelen ve ayrılış hikâyelerini anlatan e-postayı bile okumadım. Sonunda ortaya hoş bir görüntü çıkmadı.
Sonuç olarak şunu anladım: Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanlarla tartışmamak lazım. Çünkü onlar asla kaybetmiyorlar.
Dalgacı, yaz ruhlu ağabeyi kaybetmek
MEHMET Ali Ağabey’in ölümüyle ilgili en beklemediğim cümleyi galiba kızım etti:
“Sanki aileden birini kaybettik.”
Ölümünden bir gün önceydi.
Mehmet Ali Birand’ın ameliyat sırasında kalbinin durduğu haberi geldi.
Yoğun bakıma almışlardı ama umut yoktu. Haber geldiği sırada yanımda eşim ve kızım vardı.
Zeynep’in ilk tepkisi bu oldu işte.
Birkaç kez karşılaşmışlardı belki ama bu kadar etkilenecek bir yakınlıkları yoktu.
“Doğduğum günden beri bizimle ve sıcak bulduğum birini kaybetmiş gibi oldum” diyerek şaşkınlığımı giderdi Zeynep.
Galiba Mehmet Ali Ağabey hepimiz için öyleydi. Hep bizimleydi.
Gençlikte meslek idolümüz... Hep ağabeyimiz. Hep sevdiğimiz...
Kusurları olan, kusurlarını saklamayan, kusurlarıyla dalga geçen adamdı. Hem çok ciddiydi hem de çok gayri ciddi.
Öğretmekten asla vazgeçmezdi. Sevdiğine de bir şeyler öğretmeye çalışırdı, sevmediğine, hatta nefret ettiğine de.
Öğretmek konusunda hiç kıskançlığı yoktu.
Tatlı sahtekârlıkları vardı. Saklamadan yapardı ve kızamazdınız.
Beraber gülerdiniz bunlara.
Yumuşacıktı. Aynı zamanda da çok sertti.
Çözememiştim tanıdığım 30 yıl boyunca.
Kanal D’de ana haberi sunması için teklif götürdüğümde önce reddetmiş, sonra kabul etmiş, sonra da bir anda benim koltuğuma oturmuştu.
Çok gülmüştük buna. Birlikte. Bir bedende birkaç kişi, bir kişide birkaç ayrı beden gibiydi. Her yere, her şeye yetişirdi. Hiçbir şeyden eksik kalmayı sevmezdi.
Yaşı yoktu. 30 yaşındayken 70 yaşında gibiydi, 70 yaşındayken de 30 yaşında gibi.
Hangi yaşta olması o anki duruma uygunsa o yaşta olurdu.
Ama özünde çok gençti. Genci oynamazdı. Gerçekten gençti. Hep tazeydi.Asla eskimedi.
2011 sonbaharında çok zor bir ameliyattan çıktıktan kısa süre sonra Başbakan’ınABD gezisine katılmak istemişti. Tayyip Bey de kırmamış, onu da davet etmişti geziye.
“Abi delirdin mi?” demiştim.
“Ne yapayım ulan. En sevdiğim şeyi yaparak devam edeceğim gittiği yere kadar” demişti yolda.
Pankreas kanseriydi. Günlerinin az veya çok ama sayılı olduğunu biliyordu. Umurunda değildi. Hep nasılsa öyle olmaya devam ederek savaşıyordu hastalıkla. Zerre değişmeden.
Son olarak İstanbulModern’in gala gecesinde beraberdik.
İlk kez onu “iyi görmedim”.
İlk kez böyle bir gecede yalnızdı.
“Cemre’yi önden tatile yolladım. Ben de yarın gidicem şekerim” dedi.
Ve ilk kez, “Bir daha yaz görür müyüm bilmiyorum. O yüzden yaz olan bir yere gideceğim” dedi.
Onun ruhu her zaman “yaz”dı.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Çocuklarımıza verebileceğimiz en değerli hediyenin sevgi dolu ortamlar olduğunu anladığımız zaman.