Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        YILLARDIR yazdık burada.

        Bazıları anlamadı.

        "İzinsiz gösteri yapıyorlardı" diye bahane buldu gösteri yapanların dövülmesine, sakat bırakılmasına, hatta öldürülmesine.

        Dedik durduk, "Anayasal haktır gösteri yapmak. İzin mizin gerektirmez. Valilik en fazla, o da geçerli nedenler varsa, orada değil şurada yapın" diyebilir gösteri yapmak isteyenlere.

        Ama "izinsiz gösteri lafı" dillere pelesenk olmuştu ya bir kere, Anayasa'yı ezbere bilmesi gereken siyasetçiden üst düzey bürokratına, valisine kadar herkes işine geldiği için olsa gerek "izinsiz gösteri" deyip durdular.

        Ama bütün yıpranmışlığına, bütün hedef yapılmışlığına ve siyasetçilerin bütün baskılarına rağmen yargı hâlâ ders gibi kararlar vermeyi başarıyor.

        Dün de "haysiyetli" bir hâkim, "muhteşem" bir karar verdi.

        Kendi halkına şiddet uygulamayı marifet sayan siyasetçiye ve yerel yöneticiye "Öğren de gel" dedi.

        "İzinsiz gösteri diye bir suç olmaz. Gösteri Anayasal haktır" kararını aldı.

        Siyasetçilere ve siyasetin emrine girmiş valilere ilk "ders" bu karar değil aslında.

        Birkaç gün önce de Denizli'de bir mahkeme, Gezi eylemlerine katıldıkları için haklarında dava açılan 9 genci beraat ettirirken şöyle dedi:

        "Valilik makamı tarafından çoğunluğun görüşünde olmayan hiçbir gösteri için ağırlıklı olarak izin verilmediğinden, farklı olan, farklı düşünen hiç kimsenin ülkemizde gösteri veya toplanma hakkı ne yazık ki görülmemektedir. Bırakın toplantı ve gösteri yürüyüşüne valilik makamlarının izin vermesi, bu günlerde cumhuriyet savcıları tarafından yapılması düşünülen operasyonların dahi izninin validen alınması gerekiyor. Bu durum ne hukuk devleti, ne de demokrasiyle bağdaşıyor. Ne yazık ki ülkemizde şu an, farklı düşünen kitlenin sindirilmesi sürecinde, ülke genelinde itfaiyelerin kullandığı sudan çok TOMA araçlarının su kullandığı ve göstericilere su sıktığı ortadadır. Sıkılan suyun da insan için zararlı olacak kimyasal maddeyle karıştırılmış su olması, gösteri yapmaya çalışan vatandaşların direkt meydanlarda sıkılan kimyasal sularla cezalandırılmasının amaçlandığı gerçektir."

        Bu iki yargı kararı, Türkiye'de "hâlâ" umut olduğunu ve "hâlâ" yargı olduğunu göstermesi açısından umut vericidir.

        Ne var ki, bu kararları alan hâkimlerin "yeni HSYK"nın hedefi olacağı ve en kısa sürede "görevlerinden alınmaya çalışılacağı" gerçeği de Türkiye'nin bugünkü yönetim anlayışının parçasıdır.

        Yine de yargının direnmesi, halkın da "demokrasi" için direnebilmesinin "umut" kaynağıdır.

        Şişeden çıkan cin sandığa girmez

        BAŞBAKAN Erdoğan'ın ne yapmak istediğini anlamış değilim.

        Ya da anladıysam bile "anlamamış olmak" istiyorum.

        Çünkü anladığım tavırdan Türkiye'nin hayrına bir sonuç çıkaramıyorum ve anlamamış olduğumu düşünmeyi yeğliyorum.

        Önce Kabataş hikâyesi.

        Gezi olayları döneminde Kabataş'ta başörtülü, çocuklu bir kadına 100 kişilik deri kıyafetli, deri eldivenli, üst tarafları çıplak 100 kişi tarafından saldırıldığı iddiası yükseldi.

        Bir ülkede olay çıkmasını, tarafların birbirine girmesini, iç çatışma ortamı oluşmamasını arzu eden bir yönetici bu olayı "duyurmamaya", sorumluları bulup cezalandırmak için her şeyi yapmaya, ama bu olayla halkı galeyana getirmemeye çalışırdı.

        Bizim Başbakan'ımız ise tam tersini yaptı.

        Kimsenin görmediği ama bir şekilde olduğuna inandırıldığı bu olayı kürsülerde bağıra bağıra anlatmaya başladı.

        Olayın ne failleri bulunmuştu, ne de görüntüleri vardı, ama Başbakan bunu ballandıra ballandıra anlatıyordu.

        Sonra görüntüler ortaya çıktı.

        Böyle bir olayın yaşanmadığı belirlendi.

        Başbakan yine de durmadı.

        Varmış gibi anlatmaya devam etti.

        "Herhalde o olayın olduğuna kesin inanıyor" dedik.

        Sonra Berkin olayı.

        Ekmek almaya giden 14 yaşındaki Berkin, gaz bombasıyla kafasından vuruldu.

        Komaya girdi.

        Ne bir geçmiş olsun geldi, ne bir olaya dair üzüntü belirtisi.

        Sonra Berkin öldü.

        Görmezden gelme devam etti.

        Berkin'in cenazesinin kaldırıldığı gün Burak Can "karanlık" bir şekilde vuruldu.

        Berkin için tek bir kelime etmeyen Başbakan, Burak Can için anında konuşmaya başladı.

        Sanki Berkinciler ile Burak Cancıları karşı karşıya getirmek istiyormuş gibi bir tavır takındı.

        Evladı öldürülen iki baba, tüm acılarına rağmen "sağduyu" çağrısı yaparken Başbakan neredeyse tam tersi bir tavır sergiledi.

        Bu tavrı ben Başbakan'ın her seçim öncesi büyük bir ustalıkla kullandığı "karşıtlıkla taraftar konsolidasyonu" stratejisinin bir parçası olarak görüyorum.

        Ama ne yazık ki, cin şişeden çıktı mı, sandıktan sonra şişeye dönmüyor.

        Sonra da bütün ülke cin çarpmışa dönüyor

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Karar verdiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar