Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SON zamanlarda çokça gündeme getirilen bir iddia oldu Başbakan Erdoğan'ın diktatörlüğü.

        2007 erken seçimlerinden önce, "Eğer AK Parti çok yüksek bir oyla bu seçimden çıkarsa otoriterleşme ihtimali var" diyen ilk gazeteci olarak Erdoğan'ın diktatörleştiğini zannetmiyorum.

        Bana göre Erdoğan "şimdilik" kaydıyla da olsa "diktatör" falan değil.

        Sadece "otoriter".

        Erdoğan'ın tüm otoriter eğilimlerine rağmen Türkiye'de sistem topallayarak da olsa işliyor.

        Hâlâ Anayasa Mahkemesi gibi bir kurum, Başbakan'a rağmen karar alabiliyor, hâlâ az da olsa demokratik haklar kullanılabiliyor.

        Ancak otoriter iktidar, bu hakların bile "iktidarın öngördüğü biçimde" kullanılmasını istiyor. İktidara rağmen kullanılan demokratik haklara karşı iktidar tarafından çok sert tepki gösteriliyor.

        Bana göre Erdoğan, diktatör falan değil.

        Sadece "demokrasinin" ne olduğunu bilmiyor.

        Demokrasiyi sandıktan ibaret zannediyor.

        Sandıktan çıkanın denetlenmesi, sandıktan çıkanın seçim dönemleri dışında da hesap verebilir olması gerektiğini, yargının seçimden bağımsız bir erk olduğunu anlamıyor.

        Erdoğan'a göre bir kez sandıktan çıktın mı, her şeysin.

        "Check and balance" kavramı Erdoğan'a yabancı.

        "Halk bana yetki verdi" diyor ve gerisini umursamıyor.

        Halkın sadece kendisine yetki veren bölümünü kaale alıyor, bu yetkiyi vermeyen bölümünü ise yok sayıyor.

        Ancak bunların hiçbiri şaşırtıcı değil.

        Erdoğan, bu tavrını doğal buluyor. Peki bu şaşırtıcı mı?

        Hiç değil.

        Hatırlayın, 2010 yılının 23 Nisan kutlamalarında küçük bir çocuk başbakanlık koltuğuna oturmuştu.

        Gazetecilerin, minik başbakana soru sormaya başlaması üzerine küçük çocuk Erdoğan'a dönmüş ve "Konuşabilir miyim?" diye sormuştu.

        Erdoğan'ın yanıtı, "demokrasi ve yönetim" anlayışını tek cümlede özetlemişti:

        "Artık yetki sende, ister asarsın, ister kesersin."

        Bu cümleden sonra beni hiçbir şey şaşırtmıyor.

        Çünkü Başbakan'ımız, Başbakan olmayı böyle bir şey zannediyor.

        Önce güvenlik, sonra ucuzluk

        SOMA'daki maden faciasından alınması gereken dersler ve hazırlanacak olan yeni yasanın nelere dikkat etmesi gerektiğiyle ilgili dün başladıklarımı bugün sürdürmek istiyorum.

        Belki birileri okur da, yeni yasayla ilgili biraz katkım olur diye.

        TKİ'nin kömür çıkarma ihale yöntemi tam anlamıyla "maden cinayetine davetiye".

        Kim "ucuz" fiyat verirse o çıkarıyor.

        Elbette iş, mümkün olan en ucuza yaptırılacak ama bu iş güvenliğini tehlikeye atacak derecede olmayacak.

        TKİ'nin bildiği ama uygulamadığı "her madenin farklı olduğu" gerçeğine uygun hareket etmek.

        Her madenin kendi kimliği vardır.

        Topografya, maden içi koşulları, kömürün durumu her madende farklı koşullar oluşturur.

        Kimi madende 20 dolara kömür çıkarılır, kiminde ise 100 dolara bile kömür çıkarmak tehlikelidir.

        TKİ'nin yapması gereken şudur:

        Her ihalede, her maden için ayrı bir "güvenlik şartnamesi" oluşturmalıdır. Yani o madende güvenli bir şekilde kömür çıkarmanın şartlarını belirlemelidir.

        Bunun maliyeti belirlendikten sonra kömür çıkarmanın maliyeti hesaplanmalıdır.

        "Güvenlikli fiyat" kriteri getirmelidir.

        Bu her madende çok farklı olabilir. Eğer güvenlik maliyeti çok yüksekse, ekonomik olmayacağı için o madendeki kömür çıkartılmayabilir.

        Güvenlik önlemleri ve ekipmanı şartnamelerde çok açık bir biçimde belirtilmeli, denetimler bu yönde yapılmalıdır.

        TKİ sadece "Ne kadar kömür çıkarıldığı" ile değil, çıkarılan kömürün "yeterince güvenli bir biçimde" çıkarılıp çıkarılmadığıyla da ilgilenmek zorundadır.

        Maliyeti TKİ herkesten daha iyi bilecek tecrübeye sahiptir ve belirli bir kâr marjıyla bu işleri gayet güzel ihale edebilir.

        Ama doğruyu söylemek gerekirse burada tüm suçu TKİ'ye yüklemek doğru değil.

        Çünkü onların da elini kolunu bağlayan bir ihale yasası var.

        TKİ, benim önerdiğim gibi davransa bu kez de TKİ yöneticileri hakkında müfettiş raporu hazırlanır ve "Niye düşük fiyatı verene vermedin?" diye haklarında soruşturma açılır.

        Bu yüzden de TKİ'nin ihale yöntemlerini belirleyen yasalar "önce güvenlik" şeklinde yapılmalıdır.

        "En ucuz" değil, "en güvenli ve en ucuz" şeklinde ihaleler yapılmalıdır.

        Bu düzenlemeler yapılırsa TKİ bunu becerebilir.

        Tabii siyaset işin içine girmezse.

        CELAL HOCA'DAN MEKTUPLAR

        Bilim yoksa ölüm vardır

        DEĞERLİ dostum Profesör Celal Şengör'ün yazdığı mektupları yayınlamak artık bir gelenek oldu.

        Bu mektupları sizinle paylaşmama izin verdiği için Celal Şengör'e teşekkür ediyor ve bir mektubunu daha sizlerle paylaşıyorum:

        "Sevgili Fatih,

        Gümrük muayenesi esnasında falçatalanan kitaplarım hakkında yayınladığın yazım ses getirdi. Başta, Gümrük Muayene Memurları Derneği Başkan Yardımcısı Orhan Evitan Bey olmak üzere bazı gümrük muayene memurları bana yazarak falçatalamayı kendilerinin yapmadığını belirttiler.

        Bunlardan Hayati Demir Bey, aynen şu satırları kaleme almış: 'Bahse konu posta gönderilerinin, adı geçen idarelerde görevli kurum personeli tarafından açıldığını ve muayene memurları tarafından sadece refakat edildiğini, muayene ve tahakkuk işlemi yapıldığını sanırım bilmiyorsunuz...'

        Burada kitap falçatalama cinayetinin posta kurumu tarafından işlenildiği ima ediliyor. Ancak gümrük muayene memurlarının da bunları gördüğü söyleniyor.

        Gümrük Muayene Memurları Derneği Başkan Yardımcısı Orhan Evitan Bey de muayene memurlarının dört sene üniversite eğitimi görmüş kişilerden oluştuğunu, bunların böyle bir rezilliğe tevessül etmeyeceklerini anlatıyor.

        O zaman tekrar ediyorum: Bunu kim yapıyorsa bulup ortaya çıkartın, yapılan işin korkunçluğunu anlatın ve bu rezilliğe son verin.

        Biz bilgi istediğimizde 'Kabahat bizim' deniyor, ama yapılan fena işin sonu gelmiyor. İlk defa sert sözler içeren bir feveran neticesinde doğru bir bilgi alabildim. Şimdi istirham ediyorum: İşin aslını bilenler müdahale ederek bu fenalığı ortadan kaldırsınlar.

        Soma hakkında bir şey yazmaya ise elim gitmiyor: Teessürüm, acım o kadar büyük. Oradaki her maden işçisi benim meslektaşımdır, her gün yerküre ile karşılıklı iletişim içindedir. Jeoloji bilimi madencilikten doğmuştur. Jeolog ve madenci aynı kümenin çocuklarıdır. Madencilik çok eski gelenekleri olan, zor ve çok meşakkatli bir iştir; her zaman ve her yerde büyük tehlikeler içerir. Ama madenler olmadan modern yaşam düşünülemez. Onun için her madenci bir kahramandır.

        Tehlikelerden kurtulmanın tek yolu ise bilgidir.

        Üniversitesi olmayan bir ülkenin maden ocakları nasıl emniyetli olsun?

        Ben kendimi bildim bileli ülkemde eğitim kalitesi sürekli düşmüştür. Bunun sorumluları politikacılar olduğu gibi bizzat üniversitelerin kendileridir. Ama bu kadar yaygın bir cehalet ve onun ürünü olan yolsuzluktan bir günde çıkamayız.

        Yapılacak iş şimdiden niyetlenip, samimiyetle çalışıp, geleceğin daha iyi olmasını temin etmektir. Unutmayalım: Bilimin olmadığı yerde ölüm kol gezer; cehalet her felaketin anasıdır. Çamlıca'ya cami dikmeye kalkan kafa, o muazzam yatırımı mesela bir maden fakültesine yapsa, belki ileride böyle kazaları bertaraf edebiliriz. (300'e yakın maden şehidi, madencilikte ülkemizde bilgi iletişimi sıkıntıları olduğunu herhalde yeteriyle anlatmıştır. Bu sıkıntı cami dikerek değil, okul açarak, araştırma yaparak bertaraf edilir.)

        Rahatsızlandığım için daha fazla yazamayacağım. Soma bir an bile gözümün önünden gitmiyor!

        Sevgilerle aziz arkadaşım,

        Celal."

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Çocuklarımızın da bu ülkede yaşayacağını unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar