Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Devlet” ya da onun adına yetki kullananlar, isterlerse, istediklerini âbâd da eder, berbat da...

        Tarih bu gerçeğin yakın tanığı.

        Zaten geçmişin buna tanıklık eden örnekleri sebebiyle, “çağdaş devlet”, kendini sınırlamayı kabul etmiş bulunuyor.

        Anayasa’mıza da yansıyan Türkiye’nin “hukuk devleti” olduğu vurgusu buna işaret ediyor. Türkiye Cumhuriyeti, seçimle işbaşına gelenlerin yönettiği bir devlettir, demokrasidir ve devleti yönetenler yetkilerini hukukun sınırları içerisinde kullanırlar...

        “Hukuk devleti” bu demek.

        Bir de “kanun devleti” kavramı var. Yetkilerin “hukuk” ile sınırlandığı devlet anlayışından farklı olarak, demokratik yolla işbaşına gelmiş olanların evrensel hukuk açısından sakıncalı uygulamalara kapı aralamak için yasa çıkarma yoluna başvurdukları sistemin adıdır “kanun devleti”...

        “Hukuk devleti” ise bir devlet, hak ve özgürlükler konusunda titizlenir, yönetenlere özgürlükleri kısıtlayabilecekleri bir alan bırakmaz...

        ABD, anayasasının ilk ek maddesiyle (First Amendment), Beyaz Saray’da kim oturursa otursun, Kongre’de mutlak çoğunluk hangi partinin eline geçerse geçsin, bireysel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran yasalar çıkarılamayacağı esasını kabul etmiştir.

        11 Eylül’de (2001), tarihinde ilk kez ülke içinden bir saldırıya muhatap oldu ABD; buna verilen ilk tepki, hak ve özgürlükleri askıya almanın yollarını aramaktı. Saldırılar üzerine çıkarılan “Yurtseverlik Yasası” (Patriot Act) “terörist” tanımı içine giren kişilerin hareket alanını daraltırken bile, fikir ve ifade özgürlüğünü, protesto hakkını ortadan kaldırmadı.

        Üniversiteler... Medya kuruluşları... Gazeteciler... Yazarlar... Eskisi kadar özgür olmayı 11 Eylül sonrasında da sürdürdü.

        “Patriot Act”, bu hassasiyetine rağmen, 1 Haziran 2015’te yürürlükten kaldırılma kaydıyla çıkarılmıştı.

        Terörle mücadele bugün bütün devletlerin benimsediği bir yöntem; ancak demokratik ülkelerde mücadele, temel hak ve özgürlükleri zedelemeden -yani “hukuk devleti” hassasiyetiyle- yürütülüyor.

        Bizim ülkemizin aynı olgunluğa erişmesi hayli zaman aldı. Türkiye’nin siyasi tarihi, iktidara erişen partilerin tabanlarından farklı çizgideki insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlamayı doğal saydıkları uygulamalarla doludur. “28 Şubat süreci”nde, siyasi iradeyi eğip büken üst irade, bir yandan yasal çerçeveyi daraltma yoluna giderek, bir yandan da keyfi uygulamaları zorlayarak insanlarımıza kara günler yaşatmıştı.

        AK Parti’nin iktidara gelişi (2002), sürecin yanlış uygulamalarına halkın bir tepkisidir.

        Dün olanları anlamakta işte bu yüzden zorlanıyorum.

        “Aziz muhbir vatandaş” sıfatı, Türkiye’nin, ilk kez 12 Mart (1971) darbesi sonrasında, dönemin yetkili ağızlarından işittiğinde, rahatsızlığını belli ettiği bir kavram. O kavramı hortlatan yeni bir yönetmelik, İçişleri Bakanlığı tarafından dün yürürlüğe konuldu.

        O yetmezmiş gibi, yine dün, içinde gazete ve televizyonların da bulunduğu bir şirketin bütün binalarına, Terörle Mücadele Yasası gerekçe gösterilerek sabahın erken saatlerinde baskın yapıldı.

        Gazete ve televizyonlara el konulacağından, bazı yazar ve kanaat önderinin gözaltına alınacağından söz ediliyor.

        Üzerinde “geçici” sıfatı bulunsa bile, AK Parti ağırlığı hissedilen bir hükümetin işbaşında bulunduğu günümüzde, bu gelişmelerin yaşanması, büyük bir talihsizliktir.

        Hak ve özgürlüklerin gözden çıkarıldığı, medyaya baskı, iş dünyasına gözdağı mesajı taşıdığı için AK Parti açısından gerçekten büyük talihsizlik...

        İnsanlar unutuyor belki, ama tarih unutmuyor.

        Diğer Yazılar