Kelepçeli iki kadın...
Başından dört darbe ve sayısı meçhul başarısız darbe girişimi geçmiş bir ülkede “derin devlet” yapısını tasfiye amaçlı yargılama süreci ilk darbeyi nereden almıştı?
Sürecin arkasına gizlenen gücün yargılamayı dar zümre hesaplaşmasına çevirme gayretkeşliğinden: Önce öğrencilere dönük hizmet veren bir sivil toplum örgütünün hastalığı ileri dereceye varmış kadın başkanı gözaltına alındı; ardından araştırma ürünü kitaplarıyla tanınan iki gazeteci...
Onları Genelkurmay Başkanı izledi.
Hesaplaşma güme gittiyse bu aşırılıklar yüzündendir.
“Paralel yapı ile mücadele” adıyla yürütülen yeni süreç bu anlamda ne durumda?
Kimsenin -hatta “örgüt lideri” olduğu iddiasıyla hakkında kırmızı bülten çıkarılan kişinin bile- itiraz etmediği, kamu görevlisi olduğu halde çeteleşerek devletin gücünü rakip belledikleri kişileri zor duruma düşürmek için kullananların tasfiyesiyle yetinilmedi; “mücadele” iş dünyasına, medyaya, yapılanı “hizmet” bildiği için desteklemişlere kadar genişletildi.
Dünkü gazetelerde elleri kelepçeli iki kadının fotoğrafı yer alıyordu.
En son, tek sıra dizilmiş elleri kelepçeli KCK’lı fotoğrafını gördüğümde, bu denli rahatsızlık duymuştum.
Türkiye hep ideolojik mücadelelerin alanı olmuştur. İktidarı elinde tutanlar, kendileri gibi düşünmeyen veya rejime tehdit oluşturduğuna inandıkları kişiler ile örgütlerine dünyayı zehir edecek tedbirler almakta hiç tereddüt etmediler.
Cumhuriyet tarihi, bir yandan her renkten sol örgütler ile siyasal Kürt örgütleri takip altında tutulurken, diğer yandan Nurculara, Ticanilere, Süleymancılara, MSP-RP çizgisinden olanlara karşı yürütülen mücadelelerin de tarihidir...
Elime kalem aldığım ilk günden bu yana geçen yaklaşık 50 yılın neredeyse bütününde, adaletsizliğin her türüne karşı çıktım; demokrasinin müsamaha sınırları içerisinde kalınması gerektiğini savundum.
Yalnız değildim; bugün AK Parti saflarında siyaset yapan dostlar ve bütün güçleriyle onları destekleyen kalem erbabıyla birlikteydim.
28 Şubat sürecinde, “yeşil sermaye” adı takılan ticari hayat içerisinden insanlarla mücadele ederken, işi kebapçıları da “hasım” görme noktasına kadar vardıran bir zihniyet söz konusuydu; ancak fişledikleri markaların ürünlerini garnizonlarda yasaklamakla yetinmişlerdi.
Kızdıkları veya tehlikeli gördükleri herhangi bir işadamının şirketlerine el koyduklarını görmedik ve duymadık.
Mağduriyetlerini ifade için eylem yapan başörtülü kadınların gözaltına alındığı oldu; ancak o tür aşırılıklar her kesimden tepki aldı. Yayınlarıyla süreci tetiklemiş medya, dönemin kudretlilerinin yok etme çabasına girdiği siyasi akımın partilerini kapatmada peşkircilik yaptı, ama insanların cezaevlerine doldurulmasına tek ağızdan destek oradan da çıkmadı.
Aşırılığın, yanlış uygulamalara kapı açılmasının, intikamcı uygulamaların bir gün kendilerine de zarar verebileceği düşüncesiyle muhtemelen...
“Keser döner, sap döner / Gün gelir hesap döner” sözü herkesin aklındadır bu ülkede...
Yapılanlara destek çıkanları utançlarıyla baş başa bırakmıştık...
İlk aşırılığı, denge bozulmasını, kişisel ve zümresel hesaplar için kullanılmaya kalkışıldığında “Ergenekon” sürecinde yaşadık. Sonu ne oldu onun? Süreci kısır amaçları için istismara kalkışanlar, bugün, hesabın kendilerine döndüğü gerçeğiyle karşı karşıya.
Onlar yüzünden hak edenlere hesap da sorulamadı.
Gazetelere yansıyan ellerine kelepçe takılmış iki genç kadın fotoğrafı, son 50 yılın en hoş olmayan görüntülerinden biridir.
“Bir topluluğa duyduğunuz öfke sizi adaletsizliğe sürüklememeli; adaletten şaşmamalısınız” (Maide: 8) evrensel ölçüsünü bilen insanlarız biz.
Öyle değil miyiz?