
Recep İvedik'in 'günah'kâr rakibi!
21 OCAK FİLMLERİ
Sessiz sinemanın uğrak yeri kaba (slapstick) komedinin 80’lerden sonra belden aşağı esprilerle, yerini cinsellik ve dışkı kavramlarının işlevsel kullanımına bıraktığı tuvalet komedisi alanında bir deneme. Başrolde porno oyuncusu Şahin K. olmasına karşın, ‘Recep İvedik’in hem demode duran mizah anlayışının hem de prodüksiyon kalitesinin üzerinde seyreden bir eser “Günah Keçisi”. Dünya sinemasında bu alanda üretilen “Çılgın Haftasonu”, “Çılgınlar Gemisi”, “Komşu Kızı” gibi ‘güldürebilen’ filmlerden de aşağı kalır tarafı olmadığını söyleyebiliriz bu yapıtın. Yani ‘Porno oyuncusu oynatmanın nesi sinema?’ sorusunu sormaktan ziyade burada akan keyifli hikayeye, özenli efektlere ve 70’lerden özlediğimiz ‘kötü adam’ların kahramanlaştırılmasına ayak uydurmak gerek kanımca. Alanda Austin Powers gibi yenilikçi denemelerin yanına yanaşması zor olsa da tuvalet komedisinin Türk kültürüne uydurulması konusunda sınıfı geçiyor “Günah Keçisi”, onu kabul etmek lazım.
Aslında işin ‘Pornocu adamın sinema filminde olmasının nesi sanat veya ahlaki?’ boyutuna girersek içinden çıkmak mümkün değil. Bu sebeple de “Günah Keçisi”ni (2011) kendi janrında değerlendirmek en doğrusu olacaktır. Öyle ki Cenk Özakıncı imzalı filmin, dünya sinemasının son 15 yılında var olan ‘tuvalet komedisi’ alt türünün bir üyesi olduğu söylenebilir.
Türk sinemasındaki örneklerinin üzerinde
Ülkemizde bunun örneklerine bakacak olduğumuzda “Kukuriku Kadın Krallığı” (2010) ve “Neşeli Gençlik” (2006) gibi ‘çöp’ kıvamında eserler çıktığından mıdır bilinmez, ancak “Günah Keçisi”nin alanında ‘olması gerektiği gibi bir film’ olarak anılabileceği gerçeğini kabul etmek lazım. Hedef kitlesini yakalamak için her şeyi eksiksiz yerine getirirken, belli ki kimi izleyicileri de kahkaha krizine sokmayı ihmal etmeyecek.
Peki bu tuvalet komedisi dediğimiz şey nedir? İçine cinsellik, dışkı gibi bel aşağı olarak anılan kavramları alıp, espriyi onlardan çıkaran alt türdür. “Ah Mary Vah Mary” (“There’s Something About Mary”, 1998) ve “Amerikan Pastası” (“American Pie”, 1998) gibi başarı abidesi olan örneklerine rastlamak mümkün bu konseptin. Zaten alanın bu eserlerin ve Farrelly Kardeşler’in varlığı ile 2000’lerin başında çıkışa geçtiği gerçeğini de tekrar söylemeye bile gerek yok.
Dünya sinemasında tuvalet mizahına hakim denemelerden aşağı kalmamış
“Günah Keçisi” de o süreçte üretilen ve sadece bu alanda güldürmeye kenetlenmesi sebebiyle genelde aşağılanan ya da ‘kolaycı’ bulunan “Çılgınlar Gemisi” (“Boat Trip”, 2003), “Çılgın Hafta Sonu” (“The Long Weekend”, 2005), “Komşu Kızı” (“Girl Next Door”, 2004), “Dirty Love” (2005) ve “Şeker Kız Candy” (“I Want Candy”, 2007) gibi yapıtlarla karşılaştırılabilir. Yani yanlış değerlendirilecek eserlerin bir yenisi olacağını söyleyebiliriz.
Cenk Özkakıncı’nın filmi de, bu noktadan yola çıkınca bir ‘Müstehcen İvedik’ üretmeyi kafasına takmış gibi sanki. Öyle ki pornoculuk mesleğini bırakma kararını aldıktan sonra kendini Bodrum sahillerine atan Şahin K.’nin kendi hikayesini anlatıyor “Günah Keçisi”. Bu bıkkınlık sonucunda ‘İki reklam, bir gerçek sinema filmi ile para kazanıp işi kurtarırız’ görüşündeki, sanki mücadeleci bir adam var karşımızda. Oraya gelmesiyle birlikte ise ‘Denizden binilen muz işletmecisi’ olmasının devamında bir ‘tuvalet mizahı’ tonuyla yüzleşiyoruz.
Kamera kullanımı ve birinci sınıf efektler bir kalite getirmiş
Bu noktada da K.’nın kadın hayranlarından ses efektiyle yapılan esprilere, animasyon efektlerden süper yavaş çekimle alınan sahnelere, çapkınlık dersinden ormanda kafayı yiyen ana karakterimizin durumuna kadar ciddi anlamda bir mizah bombardımanı ile donatılıyoruz. Weisscam adlı HD kameranın da bunların tamamında katkısı büyük, her ne kadar renk paleti konusunda bir ‘profesyonel’lik salgılamasa da... Tabii tüm bunlara ek olarak hikayeden eksik olmayan ‘Pippidis’ adlı cinsel çağrışımlı Yunan karakteri de unutmayalım.
Lafın özü “Günah Keçisi”, “Kirli Utanç” (“A Dirty Shame”, 2004), “Bana Söz Ver” (“Zavet”, 2007) gibi bu alanda derin mesajların peşine koşan eserlerden biri değil. John Waters’ın bu anlayışı uygulayan ilk dönem filmlerindeki gibi ‘kült’ olma potansiyeli de taşımıyor. Ancak bu belden aşağı komedi anlayışını prodüksiyon kalitesiyle harmanlayan, ticari amaçlarla donatılmış bir eser olarak öne çıkarılabilir.
‘Günah’larına bakmadan ‘eğlence’sine odaklanmak lazım
‘Tecavüzcü’ lakabı ile nam salan Coşkun Göğen, Nuri Alço ve Sevtap Parman’ın da katılmasıyla birlikte gerçek bir ‘70’lerin kötü adamları şovu’na dönüşmesi ise bu durumu Türkleştirmeye yarıyor. Belki gerçek anlamda müzik, kurgu ve sahne bağlama veya sinemaskop oranını kullanma konusunda bir yönetmenlik bilincinden söz etmek mümkün değil.
Ancak her şeye rağmen K.’ya ve bu oyunculara alan açarak günümüz gençliğini de işin içine dahil edip yola çıktığı alanı tamamlayan bir yapıt bu. Yani ‘günah’larına bakmadan ‘eğlence’sine odaklanmak lazım derim. Gerçek bir umursamaz, çirkin, sakallı bir halk kahramanı daha geliyor zira!
FİLMİN NOTU: 3.6
Künye:
Günah Keçisi
Yönetmen: Cenk Özakıncı
Oyuncular: Şahin K., Nuri Alço, Coşkun Göğen, Sevtap Parman, Turgay Tanülkü
Süre: 82 dk.
Yapım Yılı: 2011
TRAJİKOMİK’İN SÖZLÜK ANLAMI
Aslında bir filmin prodüksiyon ve oyunculuk kalitesi açısından bir sorunu yok ise onu yargılamak bir hayli zordur. Sinema yazarının da bu durumla imtihanı gerçek anlamda ‘uçurum’a düşmekten beterdir. Öyle ki böyle filmler ‘iyi çekilmiş’ dursalar da iyi olmaları garanti değildir. Yurt dışındaki o meşhur ‘well-done’ tanımı en tehlikeli şeydir. İşte “Büyük Sır” da bu halkaya yeni bir örnek olarak ekleniyor. O meşhur ‘ölüm’ kavramını trajikomik bir hikaye yapısı, profesyonel oyuncular ve birkaç didaktik mesaj ile seyircinin kalbine doğrudan seslenerek ele alan demode filmler yok mu hani? İşte onlardan biri bu. Lafın özü ‘kaybolan değerler’ meselesine eskimiş yöntemlerle yaklaşan bir melodramla karşı karşıyayız. Türkiye’den “Babam ve Oğlum”u aklınıza getirirseniz bu tanımı çözebilirsiniz rahatlıkla. Esas yeri neresi olmalıymış peki? Olsa olsa 1950’ler Hollywood’u ya da video rafları olabilir.
‘Ölüm’ üzerine trajikomik hikayeler anlatmak ne zamanın geleneğidir tam olarak bilemeyeceğim. Ancak muhtemelen sesli dönemin başlangıcında o sadece hikayenin ‘basit’ yollara sokulmasının revaçta olduğu periyodun olmalı. Zaten sinema tarihine bakınca da sanki “Büyük Sır”ın (“Get Low”, 2009) yeri daha çok 1950’lermiş gibi gözüküyor.
Sanki 1950’lerde çekilen dramalardan birini izliyoruz
Bunu film, 1930’ları mesken tutup Büyük Bunalım döneminin göbeğinde geçtiği için söylemiyorum. Aksine anlatım, yönetmenlik, dramatik yapı kuruluşu ve oyunculuklar açısından öyle bir sonuç çıkıyor karşımıza.
Öyle ki “Büyük Sır”, belki de kurgucusunun da yönetmeninin de oyuncu kimlikli Aaron Schneider olması sebebiyle 60’ların sonundaki Yeni Hollywood atılımı öncesindeki yıllarda çekilen dramların (ya da melodramların) estetiğini getiriyor akla. Uzun lafın kısası Scorsese-Spielberg-Coppola yani üç sakallıların çıktığı dönemin 15 yıl öncesinden sesleniyor gibi bir izlenime kapılıyorsunuz filmi izlerken.
Ülkemizde en çok izlenen filmler bu taktikle üretilirken fazla söze ne hacet?
Bunun da sebebi eski model bir hikaye, neredeyse kurgusuz ilerleyen bir görsel yapı, ders kitabı kıvamında diyaloglar ve bunlara ayak uyduran ‘makyaj’ tonlaması ile yükselen geri kalmış oyunculuk metotları. Tamam Robert Duvall, Sissy Spacek ve Bill Murray birey olarak yapabileceklerini yapmışlar. Ancak işte günümüze uygun olmayan da tam olarak o yaptıkları şey. Bu da “Büyük Sır”ın sessiz sinemanın o kalıpsız, tek boyutlu ve dışa dönük oyunculuk tekniğini hatırlatmasına yol açıyor.
Ancak daha çok o meşhur ‘trajikomik’ tonu yaratarak, seyircinin kalbine seslenmeyi hedefleyen eserlerden biri olarak anılabilir bu. Yani sinemasal sonuçtan ziyade manevi şeylerin peşine düşmüş. Bu doğrultuda da yakınının ölümü sonrasında ‘Cenaze törenimi erken yapacağım’ diyen bir adamın öyküsünü, mizah ile dramı iç içe geçirerek ele alıyor. Sinemada da en tehlikeli şey zaten Çağan Irmak’ın da “Babam ve Oğlum”da (2006) içine düştüğü bu kolaycı ağlatma tekniğidir.
Aman Ingmar Bergman duymasın!
“Büyük Sır” da o yola bir kere girdi mi, düştüğü uçurumdan çıkamıyor ve 103 dakika boyunca tiyatro sahnesinde soyunup giyinen karakterler izliyoruz sanki. Ölecek bir adam ve etkileyici sözler de bu duruma eklenince bütün tamamlanıyor. Aslında ‘ölüm’ ile ilgili filmler çeken Ingmar Bergman’ın, bu sözünü ettiğimiz eğilimi modernize etmesinin üzerinden 60 sene geçmesi de üzücü (Bkz. “Yaban Çilekleri” (1950)). Zaten yönetmen, böyle filmlerin hala üretildiğini duysa herhalde mezarında 4-5 parande birden atar.
Öyle ki yönetmenin görüntü yönetmeni arka planlı olmasıyla geldiği apaçık ortaya çıkan 2.35:1 (sinemaskop) görüntü formatının dışında tam bir duygu sömürüsü modası hakim burada. Hem de önce güldürüp sonra ağlatmak üzerine... Etkileyici mesajların üzerine gitmek de ana felsefesini oluşturuyor yönetmen Schneider’in. Ancak onlar da buradaki ‘anti-western’vari dramın demode motiflerine dönüşmekte sıkıntı çekmiyorlar.
Yönetmeni tebrik etmek lazım!
Lafın özü belki 1950’de çekilse bir işlevi olabilecek, ancak günümüz penceresinden bakınca zamanı geçmiş demode bir film “Büyük Sır”. Kolaylıkla Amerikalıların dediği gibi ‘tearjerker’ yani Türkçesi karşılığıyla ‘melodram’ adı altında anılabilir. Böyle yapıtlar da “Dönüm Noktası” (“Around the Bend” , 2006) ve “Bonneville” (2006) örneklerinde görüldüğü gibi sinema perdesinden önce videoya veya TV ekranına düşerlerdi normal şartlarda.
Belli ki bir hayli şanslıymış yönetmen Aaron Schneider. Tanıtım konusunda kendisini tebrik etmek lazım! ‘Ölüm’ meselesiyle ilgili önümüzdeki hafta vizyona girecek “Biutiful”un (2010) melodram tonlamasında buradakine göre daha modern bir sunum yaptığını da bir not olarak düşelim.
FİLMİN NOTU: 3.4
Künye:
Büyük Sır (Get Low)
Yönetmen: Aaron Schneider
Oyuncular: Robert Duvall, Bill Murray, Lucas Black, Sissy Spacek, Geral McRaney, Bill Cobbs, Lori Beth Edgeman
Süre: 103 dk.
Yapım Yılı: 2009
‘ANTİ-FELAKET’İ SİNEMALAŞTIRAMAMAK
2003’de çektiği “Otar Gittiğinden Beri” ile sinemaya giren Julie Bertucelli’nin ikinci filmi “Ağaç”, bir ‘beklenmedik ölüm sonrası dramı’. Ancak bu konuya yaklaşımının anti-felaket filmi kavramının ışığında değerlendirilmesi mümkün. Öyle ki burada psikolojik atmosfer, türü tersine çevirerek bir evi dağıtan imgelerin ya da sembollerin peşine düşüyor. Aslında yaklaşımı açısından takdir edilmesi farz olsa da, biçim-içerik örtüşmesi konusunda ‘roman yazarı’msı tavrı sebebiyle film grameri açısından irtifa kaybeden bir eser bu. Yine de Bertucelli’nin yaptığı deneme, ele aldığı her tarafa çekilebilecek öyküyü sömürmemesi sebebiyle dikkate alınmalı.
Hafif mistik dokulu bir ‘ölüm sonrası dramı’ olarak anılabilir. Sanat çevrelerinde adından sıkça söz ettirmeye başlayan Julie Bertucelli, belli ki ikinci filminde modern sinemanın atalarından beslenen bir eser ile çıkagelmek istemiş. Bu doğrultuda da “Ağaç”ı (“The Tree”, 2010) soyut bir ruh hali filmi olarak okumak mümkün. Bu doğrultuda da ‘ölüm sonrası’ yaşananlara odaklanırken, o zaman dilimini metaforik öğelerle sarmayı seçiyor.
“Deccal”den sonra böylesi eserlerin işi zorlaştı
Aslında bu açıdan bakınca bir anti-felaket filmi olarak görülebilir “Ağaç”ın. Ancak yönetmenin, yarasa, ağaç, kurbağa gibi metaforik öğeleri bir sinema dilinin üzerine oturtmaktan ziyade adeta bir roman yazarı olarak ele alması dramatik akışı zedelemiş ve filmin amacına ulaşamamasını sağlamış.
Örneğin bu alandaki yaklaşımıyla çığır açan Trier’nin “Deccal”i (“Antichrist”, 2009) gibi devrimci bir iskelet beklemek hakkımız, hem de ondan bir yıl sonra. Ancak bu, biraz da Bertucelli’nin ‘Fransız sanat sineması’ kafalı olması sebebiyle gerçekleşemiyor.
Yine de kocasının ölümüyle bir ‘ağıt’ dönemine giren anne ile ailesinin dramını sömürmemesi açısından takdir edilmeli eldeki eser. Bertucelli’nin de kariyerini bu açıdan takip edilir kılıyor onu kabul etmek lazım.
Yönetmeni ümit vaat etse de, filmleri ‘roman yazarı’ olarak okumaktan vazgeçmeli
Belki anti-felaket filmi denince, Antonioni’nin “Kızıl Çöl”ünden (“Il Deserto Rosso”, 1964) Aditya Assarat imzalı Tayland filmi “Wonderful Town”a (2007) uzanan geniş bir film skalasıyla karşılaşabiliyoruz.
“Ağaç”ın ise bu alanı sıradanlaştıran “Yuva”yla (“Home”, 2008) ve ‘lanet’ odaklı psikolojik-gerilim “Akasya” (“Akasia”, 2003) ile akrabalık kurduğu söylenebilir daha çok. Ancak bunların ikincisindeki gibi biraz daha ‘ağaç’ kavramının korku tonunu devreye sokabilseymiş elindeki malzemeyi iyi kullanılır hale getirebilirmiş.
Bu son celsedeki bütünüyle ise metaforların sembol haline gelip, dramatik akışın Fransız sanat filmlerinden hallice olduğu bir yapıtla karşılaşıyoruz. Bu da Bertucelli’nin ‘biçim-içerik örtüşmesi’ gibi sinemanın ana kuralı konusunda sınıfta kalmasını sağlıyor. Yine de mistik dünyası, ölüm meselesine yaklaşımı, garip metaforları ve dengeli dünyasıyla izlenmeyi hak ediyor “Ağaç”. Sadece bir üslup sorunundan ve kişisellikten mustarip…
FİLMİN NOTU: 4.3
Künye:
Ağaç (The Tree)
Yönetmen: Julie Bertucelli
Oyuncular: Charlotte Gainsbourg, Morgana Davies, Marton Csokas, Christian Byers, Tom Russell
Süre: 100 dk.
Yapım Yılı: 2010
SERİ ÜRETİMLERİN BİR YENİSİ
Aslında Belçika sineması denince aklımıza Chantal Akerman, Dardenne Kardeşler gibi uluslararası alanda kendini kanıtlamış birkaç isim veya yurt dışına açılıp tür filmi üreten genç yönetmenler gelir. Ancak nedendir bilinmez -belki ülkenin toprağından olabilir-, genelde bölgede kalan yönetmenlerin ‘hikaye anlatma sineması’ geleneklerini benimserken kolaycı yola sapıp ‘özdeşleşme sineması’na kaydıkları görülebiliyor. İşte “Çölde Kutup Ayısı” da bu yolun yolcusu olmakla birlikte birçok zaafı olan bir biyografi denemesi.
O her zaman sözünü ettiğimiz Amerikan sinemasının ana akım anlatısını uygulayan Avrupa filmlerinin bir yenisi. Nedendir bilinmez böylesi eserlerin daha maddi açıdan rahat ülkelerden çıktığına tanıklık ediyoruz. Belçika sinemasının ise diğer ülkelerde yer etmiş sayılı ismi bir kenara bırakacak olduğumuzda, bu özelliğinin fazlasıyla ‘özdeşleşme sineması’na tutunup ‘Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı’na aday olan “Herkes Ünlü!” (“Iedereen beroemd!”, 2000) gibi münferit eserler verdiğini görebiliyoruz.
Belçika’nın ana akım anlatı sineması örneklerinin biyografi halkası
İstanbul Film Festivali’nde “Şeylerin Boktanlığı” ismi ile gösterilen ele alacağımız “Çölde Kutup Ayısı” (“De helaasheid der dingen”, 2009) da bu sözünü ettiğimiz örneklerin bir yenisi. Akla da çokça Hollywood’un ana omurgasındaki düşük bütçeli ve bağımsız denemeleri getiriyor.
Aslında burada kaynak alınan bir roman ve otobiyografik öykü olduğundan, karakterlerle özdeşleşmek de bir o kadar kolaylaşıyor. Öyle ki esasen bir çocuğun, babası ve onun arkadaşları ile arasında yaşadıkları merkeze yerleştirilirken, flashbackler ile günümüz-geçmiş arasında gidip gelinmesi de ana anlatıyı tamamlıyor. Bu noktada da filmi tüketirken, video klip estetiğinin en saf haliyle kurgulanan ama bu konuda günümüz sinemasına ayak uyduramayan bir öykü izliyoruz.
Meselesini anlatmayı becerse de, sinemaya bir katkısı yok
Felix Van Groeningen’in de Amerikan hikaye anlatma sinemasını uygulayarak bu ‘sıkışmışlık’ durumunun günümüze yansıyışını hafif dramatize edilmiş bir eksende değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Uyuşturucu, alkol gibi alışkanlıkları görerek büyümenin nasıl bir sonuç çıkaracağının üzerine giden bir akışı var “Çölde Kutup Ayısı”nın. Ancak anlatı ve sinema açısından hiç de özgün bir yere çıkmıyor bu sonuç.
Bunun devamında ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında bir Oscar aday adaylığı gelmiş zaten. Böylesine üretilen filmlerin ana amacı da o kategoride yarışmak. Belçika’nın bunu geçen sene es geçmemesi ise elbette tesadüf değil. Öyle ki “Çölde Kutup Ayısı”, amiyane tabirle o ‘Avrupa popüler sineması’ dediğimiz alanın mensubu. Peşine takıldığı bir öyküye sahip olduğu için de rahatlıkla tüketilebilen bir esere dönüşmekte sıkıntı çekmiyor.
FİLMİN NOTU: 5
Künye:
Çölde Kutup Ayısı (De helaasheid der dingen / The Misfortunates)
Yönetmen: Felix Van Groeningen
Oyuncular: Valentijn Dhaenens, Kenneth Vanbaeden, Koen de Graeve, Wouter hendrickx, Pauline Grossen
Süre: 104 dk.
Yıl: 2009
BÖYLESİ ZOR GELİR!
Gerçek karakterler ile animasyon modellemelerinin iç içe geçtiği filmlerden biri. Ancak bu alandaki başarılı örneklerden değil. Aksine insanları da animasyon modellemesine sokma becerisini göstererek sinemada eşine benzerine rastlanmayacak yapaylıkta ya da ‘şişkinlik’te karakterler yarattığı için, mükafatını sadece Altın Ahududu Ödülleri bünyesinde alabilecek bir eser “Ayı Yogi”. Yönetmen Eric Brevig, üç boyut teknolojisi olmasaydı şu an nerelerde olurdu, esas onu merak ediyoruz.
“Dünyanın Merkezine Yolculuk”u (“Journey to the Center of the Earth”, 2008) üç boyut bahanesiyle parlattıktan sonra başka bir stüdyonun projesiyle görevlendirilmiş Eric Brevig. Ancak bu durumu da projeyi de ortaya çıkan şeyi de anlamakta güçlük çekiyoruz. Cidden hakkında ne söyleneceğinin bulunamadığı bir ‘sinemasal uçurum’ var karşımızda. Düşününce de içinden çıkamıyorsunuz! Bu sebeple de 70’lerin sevilen çizgi filmini sinemaya uyarlamak zamanla bir bahane haline geliyor ister istemez.
“Roger Rabbit”in fikir babalığı bir yere kadar
Belki kurmaca karakterler ile animasyon karakterlerin iç içe geçtiği evreniyle bize “Roger Rabbit” (“Who Frames Roger Rabbit”, 1988), “Space Jam” (1996), “Alvin ve Sincaplar” (“Alvin and the Chipmunks”, 2007) gibi eserleri hatırlatabilir. Ancak onlardaki çizgi tiplemelerle gerçek tipler arasındaki ilişkinin özenini dahi görmek mümkün değil burada.
Başrolde Tom Cavanagh’ın canlandırdığı şerif ile Anna Faris’in yönetmen karakterleri de adeta buradaki iki ayı animasyon modellemesine ayak uydurmak için balmumundan üretilmiş gibi duruyorlar. Birinin mavi ve şaşı gözlü halinin, diğerinin ise kabartılmış iri yüz ifadesinin yapaylığının unutulması mümkün değil. Faris, filmin son halini gördükten sonra ‘Gençliğimi öldürürler’ diye bunalıma falan girmiş olabilir!
Böyle yapmacık teknoloji zor gelir!
Böyle olunca da ister istemez sözünü ettiğimiz filmlerin içinde de ‘kitsch’ (bayağılık estetiği) ve ‘çöpümsü’ bir yere oturuyor “Ayı Yogi” (“Yogi Bear”, 2010). Sadece hayvan karakterlerin bir-iki esprisi de eldeki bütünü kurtarmaya yetmiyor. Buradaki çizgi film tonuna uyum sağlayan sahneler toplamını bir yere götürmüyor.
Herhalde Brevig’in yapay, özensiz ve bir daha görmeyeceğimiz bir teknikle üretilmiş eserinin eşine benzerine rastlamak bundan 20 sene sonra da zor olacak! Ancak “Ayı Yogi”nin Altın Ahududu yolu açık onu unutmadan belirtelim. İyi şanslar dileriz.
FİLMİN NOTU: 1.9
Künye:
Ayı Yogi (Yogi Bear)
Yönetmen: Eric Brevig
Seslendirenler: Dan Aykroyd, Justin Timberlake
Oyuncular: Anna Faris, Tom Cavanagh, T.J. Miller
Süre: 80 dk.
Yapım Yılı: 2010
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
Aslı Gibidir (Copie Conforme / Certified Copy): 3.7
Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs): 5.5
Ateşle Oynayan Kız (Flickan som lekte med elden): 5.2
Av Mevsimi: 6
Başımıza Gelenler! (Life as We Know It): 4
Benim Adım Aşk (I Am Love): 7.5
Cadılar Zamanı (Season of the Witch): 3
Çakal: 6
Çakallarla Dans: 2.2
Çapkın (Spread): 7
Eyyvah Eyvah 2: 3.5
Gulliver’in Gezileri (Gulliver’s Travels): 5.4
Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Columbia): 5
Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1: 6.3
Hayde Bre: 1.5
Hırsızlar Şehri (The Town): 6.5
Hür Adam Bedüizzaman Said Nursi: 3.5
Kağıt: 6.5
Karanlık Cennet (L’Autre Monde): 5.5
Karmakarışık (Tangled): 4.9
Kukuriku: Kadın Krallığı: 2.5
Megazeka (Megamind): 5.3
Memleket Meselesi: 2.1
Memlekette Demokrasi Var: 3.2
Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu (Chronicles of Narnia: Voyage of the Dawn Trader): 6
New York’ta Beş Minare: 6.4
Prensesin Uykusu: 4
Sultanın Sırrı: 3.8
Şenlikname: Bir İstanbul Masalı: 2.7
Tehlikeli Aşk (Kites: The Remix Version): 2.3
Teslimiyet: 3.4
Turist (The Tourist): 2.8
Uçan Melekler: 1.9
Zor Baba 3 (Little Fockers): 4.1
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
keremakca@haberturk.com