
Savulun, Amerikan piyadeleri geliyor!
18 MART FİLMLERİ
‘Uzaylı istilası filmi’ kavramı geçmişte de fazlaca devreye girdiği periyodun ‘düşman’ devletlerini aşağılayan bir tutuma bürünmüştür. Alt türün politik damarının özünde ırkçı bir anlayış olduğu bilinir. Bunların belli başlısı da kimi kaynaklarda ‘klasik’ adı altında adılan, Spielberg’ün 50 sene sonra yeniden çevirdiği “Dünyalar Savaşı”nın ilk versiyonudur. Ancak bundan korunmanın yöntemleri olması karşın “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı”, sanki Irak Savaşı’nda kaos yarattığı düşünülen bölgelileri ‘gerçekçi robot’ kılığında karşımıza getirerek militarist bir söylem depolamaya çalışıyor. Bu noktaya gelirken ‘uzaylı robot istilası filmi’ mantığını “Transformers”la yenilenen bir yerden almasına karşın, onun gibi sinemasal bir görkemin izini sürmüyor. Aksine el kamerası dokusu ile gerçekçi takılarak, ‘felaket filmleri’nden alışık olduğumuz Amerikan toplumunun mozaiğini çıkaran karakterler bütünüyle adeta bir ‘savunma mekanizması’ üretmeyi seçiyor. Bu noktada da “Kara Şahin Düştü”, “Yeşil Bölge” gibi realizm aşılayan savaş filmlerinde rakibi önemseyerek devreye sokulan ‘cephe saldırısı’ meselesinin, taraflı ve yüksek tempolu haliyle üstümüze üstümüze geldiği bir yapı kuruyor. İşte bu sözünü ettiklerimizin tamamı, bilinçli olarak savaş çağrısı yapmak için düzenlenmiş.
Sürekli söylediğimiz gibi ‘politik olaylar’ çerçevesinde sinemada belli değişimler, çalkalanmalar veya gelişmeler yaşanabiliyor. İşte 11 Eylül 2001’deki terör saldırısı ve onun devamında patlak veren Irak Savaşı da bu durumu tekrardan devreye soktu. “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (“Battle: Los Angeles”, 2011), ilk bakışta sözünü ettiğimiz eğilimin ‘uzaylı istilası filmi’ kolu olarak anılabilir. Ancak sanki büyük oranda ‘savaş filmi’ izleği ile doldurulmuş gibi bir hissiyat yaratıyor.
“Kara Şahin Düştü” ile “Transformers”ın bir karışımını sunuyor
Zira “Teksas Katliamı: Başlangıç” (“Texas Chainsaw Massacre: Beginning”, 2006) ve “Ölüm Odası” (“The Killing Room”, 2009) ile ‘el kamerası’na yani sinemada gerçeklik eğilimine hakim olduğunu kanıtlayan Jonathan Liebesman, sanki tam da bu sebeple tutulmuş. Ana amaç, Los Angeles’ta koşullanan Amerikan askerinin ‘uzaylı atağı’na karşı mücadelesini, son derece realist bir vizyon ve didaktik diyaloglarla perdeye taşımak. Bunu yaparken de felaket filmlerinde çokça gördüğümüz insan topluluklarındaki klişeleşmiş ve toplumsal mozaik sunan bireylerle mesaj verme ideolojisini benimsiyor eldeki yapıt.
“Kara Şahin Düştü” (“Black Hawk Down”, 2001) ve “Transformers” (2007) sonrasında oluşan ‘cephe mücadelesi’ ve ‘uzaydan gelen robotların istilası’ mantıklarını iç içe geçiriyor gibi bir hali var “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı”nın. Ancak bunların yaptıklarını basite indirgeyerek daha çok kökleme bir mesaj kaygısını öne çıkarttığı söylenebilir. Bu bağlamda Ridley Scott’ın orada patlama ve çatışma sahnelerini öne çıkarırken karşı tarafı da göstererek sinemasal hale getirmesi, burada bir anlamda aynı şeylerin ‘tempo’ yükseltmek için kullanılmasıyla yer değiştiriyor. Bu sayede birebir ‘helikopter patlaması’ gibi sahneler bir süre sonra üstünüze üstünüze gelmeye başlıyor.
Militan kılığına sokulmak için gerçekçi tasarlanan robotlar
Bu noktada projenin çapı belli olabilir. Ancak ilginçtir “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı”, Peter Berg ve Paul Greengrass gibi stüdyoların içine el kamerasını sokan, bundan da yenilikçi şeyler üretme peşinde olan yönetmenlerin işlerinin ‘zeki’ taraflarını da almamış. Zira o konsept üzerinden ‘Irak’a giriş’ meselesini inceleyen “Yeşil Bölge”nin (“Green Zone”, 2010) psikolojik ve politik alt metinleri kullanmaktan ziyade “Krallık”ın (“The Kingdom”, 2006) kökten ırkçı ve küçük düşürücü ideolojisini transfer etmeyi tercih etmiş.
Bu doğrultuda ‘uzaylı robot’ların ‘militan’ kılığında gösterilip, evlerin çatılarından çatışmaya girmeye çalışmaları veya münferit olay yaratıyor gibi gözükmeleri, istilanın tabanının geliştirilmesine olanak tanımayan bir üslupla bütünleniyor. Bu noktada da adeta ‘baskın bir güç’ olan uzaydan gelen milletin, sanki kuşatma altında kalmış Irak insanlarının çırpınışlarıyla savaştan galip gelmeye çalıştığı gösteriliyor. Buradaki bütünün sözde Aaron Eckhart liderliğindeki piyade timinin izini sürerken, aslen araya siyahi, Meksikalı, kadın gibi her ırk ve cinsten karakter sokarak, Amerika’nın Irak’a karşı ayakta durma mücadelesini anlattığını da algılamak zor değil.
Bütün sinema dilini militarist söylem depolamak için oluşturmuş
Amerikan halkına da ‘Asıl kötülük yapan bunlar bize, saldırın!’ mesajını veriyor alttan alta. Bu durumun militarist ve savaş yanlısı tutumu zekice zihinlere geçirdiği söylenebilir. Bu söylem karşısında da elbette ana karakterlerin bütün Amerikan toplumunun bir mozaiğinin çıkartmasının sağlanması; Michelle Rodriguez’in tiplemesinin neredeyse yoldan geçerken içeriye dahil olması ya da bir mekanda bulunan masum insanların arasından bir esmer kadın ve bir Meksikalı çıkması gibi basit tamamlama numaralarıyla devreye sokuluyor.
Lafın özü karakterlerin, en başta tek tek tanıtılmalarına karşın, burada karaktersiz, bir birliğin mücadelesini ele alan bir esere odaklanılması, bir anlamda birlik beraberlik çağrısı yapmasına yarıyor “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı”nın. Bu bağlamda da girişte genel plandan sorunsuz gözüken Los Angeles simalarının, sonda yine aynı açıdan yanıp kül olmuş şekilde karşımıza çıkarılması, bir anlamda bilinçaltında yatan kini ve nefreti harekete geçirmek için var. Bu örnekler çoğaltılabilir.
“Kurtuluş Günü” ve “Dünyalar Savaşı” gibi görkemli bile değil
“Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı”, politik anlamda bu dönemde üretilen “Uçurtma Avcısı” (“The Kite Runner”, 2006), “Krallık”, “Tanrının Vadisinde” (“In The Valley of Elah”, 2007) gibi kötü noktalara gidiyor evet. Ancak bir taraftan da bu durumu Spielberg’in “Dünyalar Savaşı”nda (“War of the Worlds”, 2005) veya Emmerich’in “Kurutluş Günü”nde (“Independence Day”, 1996) yaptığı gibi görkemli bir yönetmenlikle bertaraf edip, sinemasına söz getirmeme şansını da elinin tersiyle itiyor.
Nihai toplamla yüzleşirken de adeta Verhoeven’ın “Yıldız Gemisi Askerleri”nin (“Starship Troopers”, 1997) alaycı, günümüz teknolojisiyle haşır neşir ve B sınıfından seslenen halini arar hale geliyoruz. Zira burada aktif kamera ve belgesel güdüsüyle başlasa da, esasen 40’larda Amerikan askerinin zihninde yaşadığı hayali bir çatışmayı zeminine alan bir ‘savaş filmi’ var. Bu bağlamda da amacın politik olduğu ortaya çıkıyor.
Ancak eldeki eser için iyimser bir yorum da yapılabilir. Rahatlıkla Michael Bay’in “Transformers” ile başlattığı A sınıfta uzaylı robot istilası filmi konseptinin türevlerinin artması açısından bir harita işlevi görebileceği söylenebilir. Her şeyin fondaki ‘orduyu motive eden kurtuluş ezgisi’ ile yürümeden ve ‘kör kör parmağım gözüne’ mesajlardan ibaret olmadığını bu noktada hatırlayabiliriz belki. İlginçtir o zaman da gerçeklik duygusunun robotları ‘minimalize’ edip arka plana ittiği ve adeta lunapark makinelerini hatırlatan birleşme efektlerine yol açtığı canlanıyor gözümüzde.
FİLMİN NOTU: 3.4
Künye:
Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle: Los Angeles)
Yönetmen: Jonathan Liebesman
Oyuncular: Aaron Eckhart, Michelle Rodriguez, Ramon Rodriguez, Bridget Moynahan, Michael Pena
Süre: 116 dk.
Yapım Yılı: 2011
DALLARI BUDAMAYINCA...
Belki sezonluk bir TV dizisini dahi kurtarabilecek düzeyde fazla malzeme sunan bir anneanne-torun ilişkisi izliyoruz burada. Ancak Handan İpekçi, bu durumu ‘çınar ağacı’ metaforuyla dallanıp genişleyen bir aile çerçevesinde ele almaya kalkışınca, mizanseni kurulmadan sunulan, sinemayı TV platformu zanneden ve oyuncuların uyumsuz bir şekilde çerçeveye girip çıktığı bir eserle yüzleşiyoruz. Böyle olunca da ilk cümlede bahsettiğimiz ana amacından şaşarak ticari detayları ‘birincil’ hale getirme kaygısı ters tepmiş “Çınar Ağacı”nın. Ağlatma güdüsünü reddederek en azından seyirciyi kavrayabilen demode bir melodram olma şansını yitirmesi ise ilginç bir şekilde aleyhine yansımış. Bu da Çağan Irmak’a bile duacı olmamızı sağlıyor filmi izlerken.
Özelde iki bireyin, genelde ise ailenin içinde olup bitenin üzerine giden ‘dram’ları ile bilinen bir yönetmen. Handan İpekçi bu ikililerden, onların etkileşiminden güç alan eserler üretirken ‘duygu sömürüsü’ yapıp yapmadığı konusunda da derin tartışmalar açmıştır her zaman. 2007’de çektiği “Saklı Yüzler”i bir kenara bırakırsak “Babam Askerde” (1995) ve “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001) için bu durumu gözlemlemek mümkündür.
Yeşilçam etkisi TV dizisi mantığıyla yer değiştirmiş
Ancak yönetmenin, dört yıl önceki eserinde töre meselesine birçok karakter üzerinden bakıp Godardiyen (bozucu) stiliyle dikkat çekmesinin ardından yeniden köklerine dönme çabasının pek de anlamlı olduğu söylenemez. Zira böylesi özdeşleşmeye açık hikayeler anlattığı zaman yönetmenin özündeki karton Yeşilçam duygusu alevleniyor.
İşin doğrusu “Çınar Ağacı”nda (2011) bu durum TV dizisi dokusu ile yer değiştirmiş. Görüntü yönetmeni Feza Çaldıran’ın çırpınarak birkaç sahnede özellikle profesyonel genel plan almayı becerdiğini görsek de, İpekçi’nin burada fazlasıyla tek boyutlu şeylerin izini sürdüğü söylenebilir. Bu durum hem dramatik hem de görsel çatıyı oluşturma konusunda derinden hissediliyor.
Anneanne-torun ilişkisinin üzerine gitmeliymiş
Bu bağlamda da eldeki eserin iki saatlik süresini iyi kullanmadığını belirtirsek yanlış yapmış olmayız. Zira Celile Toyon ile Deniz Deha Lostar’ın canlandırdığı karakterler arasındaki anneanne-torun ilişkisinin son derece samimi, sempatik ve filmi götürecek kadar inandırıcı bir tarafı var. Kimi kısımlarında bunun üzerine giden dramatik yapının, oyuncuların da becerisiyle seyircinin kalbini duygu sömürüsü yapmadan yakaladığı söylenebilir.
Ancak gelin görün ki filmi izlerken sanki İpekçi’nin diğer karakterleri, bu iki tiplemenin ilişkisine göre daha gişe kaygısı olan bir proje yaratmak için yerleştirdiğini hissediyorsunuz. Nejat İşler’in adeta kendini oynuyormuş gibi arada bir gözüken ali kıran baş kesen ‘eski koca’ tipi ve Nurgül Yeşilçay’ın yeri geldiğinde göğüs dekoltesini öne çıkaran kıyafetlerden beslenen tek boyutlu anne karakteri, bunların belli başlıcaları.
Oyuncuların kameranın önüne ‘açı’ belirlenmeden zorla konulduğu hissediliyor
Anneannenin diğer çocuklarının isimlerini ve karakterlerini saymaya bile gerek yok. Zira o kadar sonradan yapıştırma duruyorlar ki hikayede hiçbir etkilerini göremiyoruz. Hatta zaman zaman devreye sokulduklarında, sonradan yazıldığı apaçık belli olan bu sahneler alay edilecek kadar ‘bayağı’ bir etki yaratıyor.
Böyle olunca da İpekçi mizansen kurma becerisinden yoksun, dramatik yapıyı iki karakterden ibaret zanneden, çiğ görüntülerin üzerine giden, oyuncuların adeta kameranın konulduğu yere zorla atılmış gibi durduğu, bu sebeple de oyuncu yönetimi, olay örgüsü, çerçeveleme ve üslup sıkıntısı çeken bir eserle çıkagelmiş.
Uzayan dallarını budayarak bir sinema filmi oluşturmamış ya da oluşturamamış
“Çınar Ağacı”, belli ki ağacın uzayan dallarını budayıp bir sinema filmine çevirmekten ziyade her şeyi oluruna bırakmış gibi duruyor. Buna istinaden eldeki eserin fazlasıyla boyutsuz bir müzik eşliğinde duygu denen şeyi bile zıvanadan çıkarttığını, tek çekimde halledilmiş izlenimi veren sahnelerden oluştuğunu ve isimli oyuncuların yeteneklerine yönetmen çelmesi takılmasına olanak tanıdığını söyleyebiliriz.
Bu durumun özellikle dış mekanda çekilen sekansların izin almadan gerçekleştirildiği düşüncesini harekete geçirdiğini itiraf etmek gerek. İşin doğrusu; ana ilişki etrafında dönmektense popüler sulara sapılmasına karşın, halen afişe anneannenin öne çıktığı bir fotoğrafın niye konduğunu anlamış da değiliz. Ancak bu açmaz sayesinde ‘ticari sinema’ kavramından bihaber bir zihniyetin ürünü olduğu ortaya çıkıyor “Çınar Ağacı”nın. Anlayacağınız İpekçi’nin küçük ölçekli samimi işlerine geri dönmesi şart.
FİLMİN NOTU: 2.4
Künye:
Çınar Ağacı
Yönetmen: Handan İpekçi
Oyuncular: Celile Toyon, Deniz Deha Lostar, Nurgül Yeşilçay, Meral Okay, Ebru Özkan, Hüseyin Avni Danyal, Ragıp Savaş, Settar Tanrıöğen
Süre: 121 dk.
Yapım Yılı: 2011
GÜN IŞIĞINDA ‘DÖVÜŞ KULÜBÜ’ KEYFİ
1999’da “Dövüş Kulübü”nün, 1990 tarihli “Dehşetin Nefesi”ni (“Jacob’s Ladder”) arkasına alarak evrim geçirttiği kara filmin psycho-noir alt türü, burada ‘karanlık’ın uzağında bir zaman diliminden sesleniyor. Neil Burger’ın biçimci yönetmenlik becerisiyle keyif veren eser, baştan sona şaşırmadığımız bir yapıda ilerliyor ve senaryosal açmazlara düşüyor belki. Ancak postmodern suç filmleri adına yarattığı ‘dolandırıcı olursan yırtarsın’ düşüncesiyle mesajını yerine ulaştırdığını da kabul etmek lazım “Limit Yok”un.
Şehir içinde geçen modern suç filmlerini düşününce hemen aklımıza iskeletlerini ana karakterlerinin psikolojisinin üzerine kuran “Taksi Şoförü” (“The Taxi Driver”, 1976) ile “Dövüş Kulübü” (“Fight Club”, 1999) gibi iki klasikleşmiş eser gelir. Bunların ilki modern kara film, ikincisi postmodern kara film olguları konusunda devrim yaparken, zamanlarında birçok eseri etkiledikleri tartışılmaz bir gerçektir. 1999’dan bu yana bunlardan ikincisinin izinde üreyen yapıtların sayısını ise iki elin parmaklarıyla bile toparlayabilmek mümkün değil. İşte “Limit Yok” (“Limitless”, 2011) da bunlardan biri.
Psycho-noir alanında keyifli bir seyirlik
“Örümcek” (“Spider”, 2002), “99 Frank” (“99 Francs”, 2007), “Yolcular” (“The Passangers”, 2008) gibi eserlerle akraba olarak görülse de, daha çok Jan Kounen’in bunların ikincisindeki biçimci duruşuna yakın seyretmiş Burger, değerlendirdiğimiz eserde. Zira ana karakterinin ‘kapitalizm mağduru’ halini devreye sokarken, bir şeffaf hap ile hayatının belli bölümlerine atlamasını ve aradaki boşluklarda işlediği cinayetleri görmemesini ele almış. Böylece psycho-noir adlı kara film alt türünden seslenmeyi becermiş.
Bu doğrultuda da Bradley Cooper’ın savruk kitap yazarı tiplemesinin, borsacı arkadaşının hayatını çalmasıyla birlikte yaşananların gerçek anlamda postmodern bir dille perdeye yansıtıldığı görülebiliyor. Seyirci tüm bunları bilse de, ana karakterin psikolojik bölünmüşlüğünü ve ruhsal dünyasını bütün görsel ihtişamıyla izlemeye yönlendirilmiş. Bu sayede de ana karakterin öznel evreninin (kendi gözünden akan dünyasının); son derece doğal, mat ve soluk renk skalası ile pastel, parlak ve sarıyı içeri sızdıran renk skalası arasında gidip gelen görsel haznesine açılıyoruz.
Birazcık da ‘uyuşturucu’ etkisi yaşatan bu durum, sinemasal bir keyif aşılıyor ona şüphe yok. Ana karakterin ne yapacağını bilsek de onun bireysel dünyasına girerken, özellikle şehrin içindeki zoom in ile yapılan kurgu geçişleri, yavaş-hızlı çekim numaraları ve daha nicesi sayesinde gerçek anlamda biçimci bir filmin varlığını hissediyoruz.
Şeffaf hap meselesi uzun vadede etki yaratacak mı?
Böylece Jan Kounen’in stilini transfer eden Burger, kariyerinin ilk dilimindeki ‘karakter draması’ olgulu filmlerinin uzağında seyrederek her eserinde farklı bir estetik uygulayacağını ispatlıyor. Zira “Sihirbaz”da (“The Illusionist”, 2006) bir dolandırıcı filminin içinde standart renkler ile eskitilmiş renkleri iç içe kullanan bağımsız ruhlu duruşunun ardından, 2008’de “Lucky Ones”da Irak Savaşı’ndan dönmüş iki karakterin psikolojisini yol filmi üzerinden anlatmıştı. Orada ‘el kamerası’ odaklı bir görsel evreni vardı yönetmenin.
Bu sebeple de “Limit Yok”u ‘Burger filmi’ olarak görmek mümkün. Belki eldeki eserin, senaryosuyla “Matrix”e (1999) gönderme yapan ‘şeffaf hapı içersen hayatın değişir!’ motifini devrimci bir yere taşıdığı veya uzun vadede taşıyacağı söylenemez. Ancak kendi içinde iyi çekilmiş, yüksek tempolu ve zevk veren bir sinema filmi olarak anılması mümkün. Bu noktada da sonda zirveye ulaşan ‘metropolde suç başkadır. Belli cinlikler gerektirir’ söylemi kendi içinde tutarlı bir yere varıyor ve şehir hayatının kirli çamaşırlarını ortaya koyuyor, onu kabul etmek lazım.
FİLMİN NOTU: 6
Künye:
Limit Yok (Limitless)
Yönetmen: Neil Burger
Oyuncular: Bradley Cooper, Robert de Niro, Abbie Cornish, Anna Friel, Robert John Burke, Andrew Howard
Süre: 105 dk.
Yapım Yılı: 2011
BAĞLANMAK MI, TAKILMAK MI?
Romantik-komedi alanının 2000’lerdeki modası, öncesinden alışık olduğumuz ‘Para mı, aşk mı?’ ikilemini ‘Cinsel tutku mu, duygusal bağlılık mı?’ ile değiştirmek. İşte “Bağlanmak Yok” da bu kavram ışığında üretilen bir eser. Ancak ne “Aşk Sarhoşu” gibi uç noktalarda bir ‘cinsel ilişki filmi’, ne de “İlişki Durumu: Karmaşık” gibi evlilik karşıtı bir tür filmi olabiliyor. Aksine alana hakimiyet kuramayan yönetmeninin varlığıyla merkezdeki çiftin etkileşimini kurma becerisinden uzak kalan, bu sebeple de kendini absürd yan karakterlerin eline teslim eden bir denemeye dönüşüyor. Film için kısaca, ‘Seks arkadaşlığı mı, yoksa garantici ilişki mi?’ sorusunu sorarken elektrik, uyum, inandırıcılık ve cesaret gibi konularda sınıfta kalmış’ yorumu yapılabilir.
“Aşk Gibi Bir Şey” (“A Lot Like Love”, 2005) ile birlikte romantik-komedinin içinde moda olmaya başlayan ‘cinsel ilişki ile yürüyen aşk’ meselesinin son bir-iki yılda stüdyolarda daha baskın hale geldiğini görebiliyoruz. Zira ‘seks arkadaşlığı’ (fuckbuddy) adıyla andığımız bu kavram, 2009’da çekilen “İlişki Durumu: Karmaşık”’tan (“It’s Complicated”) sonra “Bağlanmak Yok”ta (“No Strings Attached”, 2011) da uygulamaya koyuluyor. Tabii “Aşk Sarhoşu” (“Love and Other Drugs”, 2010) gibi bu alandan ‘cinsel ilişki filmi’ çıkaran stüdyo projelerini tercih edeceğimizi hemen belirtelim.
Seks arkadaşlığına değiniyor gibi gözükse de romantik-komedi türüklerinin dışına çıkmıyor
Aslında burada da Natalie Portman-Ashton Kutcher ikilisinin küçüklükten itibaren ‘tek gecelik ilişki’ kavramı ışığında ilerleyen ilişkilerinin, ‘bağlantı kurmadan seks arkadaşlığı yapalım’a vardırılması ana omurgayı oluşturuyor. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz eserlerdeki gibi ‘Tutku ile bağlanmanın sonu nereye varır?’, ‘Cinsel ilişki modern ilişkilerin temeli midir?’ sorularını inceleyen bir noktaya çıkamıyor nihai sonuç.
Sadece –eğer ona da bir atılım diyebilirseniz- romantik-komedilerde duygusal bağlılığın arttığını vurgulayan montaj sekanslarında; ‘yakınlaşma sahneleri’ yerine ‘seks sahneleri’nin üst üste bindirildiğini görebiliyoruz.
Bunun yanında parodilere alışık olan yönetmen Ivan Reitman’ın “Yukarı Bak” (“Up”, 2009) gibi sözlü film göndermeleriyle ve absürd yan karakterlerle yürüyen bir mizah anlayışının izini sürerken, iki ana karakter arasındaki etkileşimi inandırıcı kılmayı unuttuğu söylenebilir. Buna seks sahneleri açısından da bu eğilimi izleyen eserlerin gerisinde kalma durumu eklenince, ana hedefinden uzaklaşan bir yapıt çıkıyor karşımıza. Böyle olunca da “Bağlanmak Yok”, ‘mutlu aşk’a uzanan bir izlekte muhafazakar metinlerin izini sürmeyi seçiyor.
Portman ile Kutcher’ı bir araya getirmek için çok uğraşılmış olunmalı
İşin doğrusu açılışta çocukluk döneminde ve günümüzden beş sene önce karşılaşma sahnelerinde dahi oluşturulamayan elektriğin, sadece bir-iki bakış ve geyik ile ayakta tutulma çabası filmin düşeceği açmazı en baştan ortaya koyuyor. Kutcher’ın romantik toplamındaki ‘ahlaksız çapkın’ sahne kimliğinden bildiğimiz başarısının çok uzağında bir ‘yanık duygusal’ tiplemesine bürünmesi ise, performansının inandırıcılıktan uzaklaşmasını sağlıyor.
Adeta Portman ile Kutcher’ın her sahnede kendilerine oynadıkları düşüncesini hissedebiliyorsunuz filmi izlerken. Bunun da sebebi, burada romantik-komedilerde ‘aşık olan çift’ için oluşturulması gereken uyum ve elektriğin dahi yakalanamaması. Portman’ın sürekli makyajlı ve yapay bir görünümden kurtulamamasıyla vurguladığı alana hakimiyetsizliği de Kutcher’ın haline eşlik ediyor zira.
Sadece yan karakterleriyle eğlendirebiliyor
Buna karşın Kevin Kline’ın çapkın ve hovarda şöhret tiplemesi, Carl Elwes’in gözlüklü ve ukala parton tiplemesi gibi yan karakterlerden çıkarılan mizahın başarısından söz etmek mümkün. Sonuç olarak “Bağlanmak Yok”, ele almak istediği ‘cinsel ilişki kaynaklı aşk’ meselesini tamamına erdirmek isterken cesaret, uyum, inandırıcılık gibi açmazlara düşmekten kurtulamamış.
Zaman zaman eğlendirmesine eğlendiriyor. Hatta filmin “Teklif” (“The Proposal”, 2009) gibi son yıllardaki trajik ya da gülünç tür denemelerinden biri olmadığı da söylenebilir. Ancak seyircinin aradığı türsel motifleri yansıtmaktan ziyade kapsamda kaybolduğunu gözlemlemek mümkün. Bunun için sonunda mesajını ‘herkes birbiriyle yatıyor’ gibi tek boyutlu bir cümleye sıkıştırmasına bakmak yeterli. İşte “Bağlanmak Yok”un genç senaristi Elizabeth Meriwether’ın mantığı tam da böylesi bir çerçevede işliyor.
FİLMİN NOTU: 3.9
Künye:
Bağlanmak Yok (No Strings Attached)
Yönetmen: Ivan Reitman
Oyuncular: Ashton Kutcher, Natalie Portman, Greta Gerwig, Kevin Kline, Carl Elwes, Olivia Thirlby
Süre: 108 dk.
Yapım Yılı: 2011
CAZİBESİ VE GÖRKEMİ EKSİK
Yahudi bir dizi yapımcısının eğlenceli hayatı, Paul Giamatti’nin varlığıyla gelen ‘Yeni bir Görkemli Hayatım mı geliyor?’ beklentilerinin çok uzağında yansımış perdeye. “Benim Hikayem”, TV arka planlı yönetmeninin katkısıyla klasik biyografinin hem dramatik hem de görsel açmazlarına düşen bir yapıt olmuş. Filmin ana karakterinin hastalığını bile duygusal motivasyona çevirememesi ise, ‘sinemaya bir faydası yok’ düşüncesiyle anabileceğimiz eserlerin arasındaki yerini alırken sıkıntı çekmemesini sağlıyor.
Yahudi bir metin yazarı ya da dizi yapımcısının hayatı. Aslında proje aşamasında yola çıkarken belli ki 1944-2010 arasında yaşayan bu karakterin anti-kahraman güdüsü büyük etki yaratmış. Barney Pantofsky, bağımsız sinemaya uygun aykırı bir sahne kimliği veriyor seyircinin eline. Buradaki klasik biyografiye meyleden “Benim Hikayem” (“Barney’s Version”, 2010) de bir bakıma omurgasını o tiplemenin üç önemli ilişkisinden oluşturmayı tercih etmiş.
Yönetmenin tecrübesiz olması fark etmiş
Bunun sonucunda ortaya çıkan şeylerin karakterin hayatını nasıl şekillendirdiğini incelemeyi hedeflemiş esasen. Ancak yönetmenlik koltuğuna daha önce hiç sinema görmemiş Richard J. Lewis’in oturması, burada uzun zaman dilimi olarak gelen ‘süreçsel boşluklar’ ile senaryonun sendelemesine yol açmış. Gelinen noktada, tek çare olarak gözüken görsel motivasyon da bu durumu kurtarmaya yetmiyor. Örneğin en kilit sahnelerdeki kurgu müdahaleleri zeka kıvılcımı aşılamaktan ziyade soru işaretlerine ve boşluklara sebep olmuş.
Özellikle Barney’nin ilk karısının kendisini aldatmasıyla birlikte girdiği ruh hali sonucu arkadaşını kıstırdığı sahnenin veya Rosemund Pike ile evlendiği andaki uyum kesmesinin hiç de bu klasik biyografinin yamalarının üzerini kapatmaya yaradığı söylenemez. Bu noktada hikaye kurgusu ile oynanması ise, filmin “Karşınızda Peter Sellers” (“The Life and Death of Peter Sellers”, 2004) gibi alaycı bir yere gitmesini sağlayamıyor. Böylece elindeki kozları tamamen kaybediyor Lewis. Ne alaycı bir anti-kahraman, ne onu yansıtan bir omurga, ne de zamansal açmazları aza indirgeyen bir biyografi iskeleti servis edebiliyor.
Seyircisiyle duygusal bir bağ dahi kuramıyor
Bu sebeple “Benim Hikayem”, makyaj ile yaşlılaştırılan karaterlerinin katkısıyla uzun süresini ‘bol zaaf’a teslim eden klasik biyograflerden biri olmaktan kurtulamıyor. Üstüne üstlük seyircisinin alzheimer hastası karakterin hüznüyle özdeşleşmesini veya meselesine vurulmasını sağlayacak bir ‘duygusal bağ’ ya da ‘özdeşleşme’ dahi oluşturamıyor.
Sadece Bond filmlerinden tanıdığımız Rosemund Pike’ın makyaj ile ‘öteki’leştirilmesinin başarısından veya Paul Giamatti’nin ‘komedi’den uzak oyunculuk becerisinden söz edebiliriz. Yoksa buradaki derinliksiz dramatik yapı, 90 dakikanın çevresine de yerleştirilseymiş bir şey fark ettirmeyecekmiş. Uzun lafın kısası başlı başına bir ‘sinema tarihine faydası yok’ ürünü karşımızdaki…
FİLMİN NOTU: 4
Künye:
Benim Hikayem (Barney’s Version)
Yönetmen: Richard J. Lewis
Oyuncular: Paul Giamatti, Dustin Hoffman, Rosemund Pike, Minnie Driver, Rachelle Lefevre, Scott Speedman
Süre: 132 dk.
Yapım Yılı: 2010
AMATÖR EV VİDEOSU
90’ların başında Kürt gazetecilere uygulanan saldırıyı Gündem gazetesi menşeli olarak ele alan bir ilk film. Ancak “Press”, Kürt filmi adı altında andığımız son 4-5 senedir çekilen bağımsız filmlerin sinema bilincini taşıyan bir eser değil. Daha çok yönetmeninin evde arkadaşlarına göstermek için çektiği bir ‘ev videosu’ olarak anılabilir. Döneminin ruhunu yaratmak için kullandığı yapay efektler ve tek boyutlu sanat yönetimi de eldeki eserin, ileride ‘kült’ statüsüne açılmasını sağlayabilir.
Gazeteci özgürlüğünün kısıtlanması ve terörize edilmesi ile ilgili bir Türk filmi. İşin doğrusu Gündem gazetesi gibi bir Kürt açılımlı üründen seslenmesi ve Doğu’da çekilmesi meseleyi daha da ilginç hale getiriyor. Ancak “Press”, “Min Dit” (2009), “Fırtına” (2007) gibi bu alt kültür üzerinden üretilen eserlerin yanına bile yaklaşabilecek bir sinema temsili değil. Daha çok ‘amatör ev videosu’ kıvamında bir yapıt.
Evde arkadaşlarına göstermek için çekmediyse durum daha feci
Eline her ‘dijital kamera’ alan film çekiyor görüşünün haklı çıkaran Türk filmlerinin bir yenisi olarak anılabilir. Zira ne bir kare üzerine düşünme, ne oyunculuk performansı, ne bir senaryo, ne de bunların bütününden oluşan bir sinema filminden söz etmek mümkün burada.
Belli ki Sedat Yılmaz “Press”i evde arkadaşları arasında izlemek için çekmiş, ‘Kürt açılımı’ olayları patlayınca ise festivallere yollayıp vizyona sokmaya karar vermiş. Böyle değilse de zaten Türk sinemasının durumu daha trajik bir noktada demektir.
Kazım Öz ve Miraz Bezar gördüyse...
Zira bu kadar amatör bir filmi yoldan geçen herhangi bir kişi de çekebilirdi. Sadece 90’ların başında doğudaki gazeteci özgürlüğünün sorgulanması üzerine giden bir konu görebiliyoruz burada. Ötesi ise 20 sene öncesinde ‘eskimiş’lik yapmak için araya sokan kitsch (bayağılık estetiği) animasyon ürünü tank ve nicesiyle geliyor.
Muhtemelen “Press”i Kazım Öz ve Miraz Bezar gibi yönetmenler izleyince, konuya ve yönetmene ayıp olmasın diye, ya da eğilimlerine bir film eklendiği için ‘meselesi iyi’ diyeceklerdir. Ancak içlerinden esas geçenleri tahmin edebiliyoruz. Karşımızda bir sinema filmi olmadığı gerçeğini görmemek çok da zor değil. Çünkü Sedat Yılmaz’ın eseri bunu haykırarak söylüyor. Geçen hafta vizyona giren “Kir” (2011) için de aynı şeyler geçerli.
FİLMİN NOTU: 0.8
Künye:
Press
Yönetmen: Sedat Yılmaz
Oyuncular: Aram Dildar, Engin Emre Değer, Kadim Yaşar, Sezgin Cengiz
Süre: 116 dk.
Yapım Yılı: 2010
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
127 Saat (127 Hours): 7
72. Koğuş: 3
Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4
Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs): 5.5
Ayı Yogi (Yogi Bear): 1.9
Ayin (The Rite): 2.4
Benim Adım Aşk (I Am Love): 7.4
Bir Avuç Deniz: 4
Biutiful: 4.3
Büyük Sır (Get Low): 3.4
Cadılar Zamanı (Season of the Witch): 3
Çalgı Çengi: 0.5
Dövüşçü (The Fighter): 5.6
Eyyvah Eyvah 2: 3.5
Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone): 3
Gölgeler ve Suretler: 4
Günah Keçisi: 3.6
Hür Adam Bedüizzaman Said Nursi: 3.5
İki Kadın, Bir Erkek (The Kids are All Right): 6
İncir Reçeli: 4.9
İz Peşinde (True Grit): 4
Kaçış Planı (The Next Three Days): 3
Kader Ajanları (The Adjustment Bureau): 5.5
Kağıt: 6.5
Kir (Qirej): 0.9
Kolpaçino: Bomba: 3.8
Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7
Kutsal Damacana: Dracoola: 4
Megazeka (Megamind): 5.3
Rango: 5.4
Saklı Hayatlar: 3
Sanctum: 1.7
Sevimli Hayvanlar (Konferenz der Tiere / Animals United): 5
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: 2
Siyah Kuğu (Black Swan): 9
Sokak Dansı 3D (Step Up 3D): 4.5
Şampiyon (Secretariat): 3.4
TRON Efsanesi (TRON Legacy): 5.5
Ya Sonra: 1.2
Yeşil Yaban Arısı (The Green Hornet): 6.4
Zoraki Kral (The King’s Speech): 6.5
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
keremakca@haberturk.com