Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Mozilla/5.0 AppleWebKit/537.36 (KHTML, like Gecko; compatible; ClaudeBot/1.0; +claudebot@anthropic.com)

        1 NİSAN FİLMLERİ

        Ses bandını kapatıp Türkiye’de geçtiğini anlamazsanız kendinizi Michael Haneke’nin orta sınıf ailenin içindeki sapkınlıkları ele aldığı filmlerinden birini izliyormuş gibi hissedebilirsiniz. “Atlıkarınca”, daha tekinsiz isminden başlayarak anne, baba ve iki çocuk arasındaki etkileşimi zaman geçtikçe daha da gerilimli ve kaotik bir noktaya götürüyor. Ancak bunu yaparken soğukkanlı, minimal müzikli, gri tonlu ve yabancılaştırıcı dünyasından asla taviz vermezken, bu duruma oyuncuların şaşkınlık yaratan dengeli performansları büyük katkı yapıyor. Orta sınıf ailenin içindeki ensest meselesine eğilen Başarır’ın bazı konularda sıkıntılar yaşasa da, bu alanda şu sıralar Avusturya ve Alman sinemasından çıkmasına alışık olduğumuz denemelerden çok da geride kalmayan bir eser verdiği söylenebilir.

        ‘Aile’ kavramını yabancılaşma, iletişimsizlik gibi zıt temalar üzerinden ele almak aslında Türk sinemasının alışık olduğu bir durum değildir. Bu temayı inceleyen filmlerimiz; daha çok muhafazakar, birleştirici ve insanları memnun eden kalıplarla yol alırlar. Yeşilçam’a malzeme olduklarında da ağlak ve doğrudan seyircinin kalbine seslenen bir noktaya giderler. “Atlıkarınca” (2010), daha ilk karesinden izleyicisi ile arasına mesafeyi koyan bir ‘işlevsiz aile filmi’. Onun içinde de ensest meselesini ameliyat etmeyi amaçlamış.

        Michael Haneke’nin dünya sinemasında iz bırakan modelini ödünç alıyor

        Aslında zihninizde son derece eski model çekilmiş, dıştan oyunculuklarla, didaktik laflarla yürüyen bir film canlanıyor olabilir. Ancak 2009’da çektiği “Başka Dilde Aşk” ile ülkemizde aykırı ve üzerine gidilmeye cesaret edilemeyen konuları perdeye taşıyacağını hissettiren İlksen Başarır, burada da bir bakıma aynı amacını sürdürüyor. Orada ‘işitme engelli erkeğin aşkı’ meselesini Amerikan bağımsız romantik-komedilerinin felsefik dünyasıyla keyifli hale getirmesinin ardından burada, Michael Haneke’nin aileye tekinsiz yaklaşımını hissettiren eserlerinin yapısını ödünç almış.

        “Atlıkarınca”, daha ‘mutluluk muskası’ isminden başlayarak göstermelik sevgi gibi şeylere uzak, son derece steril motiflerle yürüyen bir işlevsiz aile filmi. Seks sahnesi çekmedeki cesareti, babanın kızını taciz etmesini yansıtırkenki soğukkanlılığı ve bütününe yaydığı ‘gri’ dokusuyla sınıfı geçiyor. Öyle bir aile ki burada incelenen, tek mutlu görüntüsü bir lunaparkta atlıkarıncanın önünde çektirdiği fotoğraftan ibaret. O da aslında dört bireyin söylene söylene gittikleri bir mekan.

        Zaman ve mekan konusunda belirginliği olmaması evrensel dokusunu güçlendiriyor

        Bu bağlamda da Başarır’ın ilk filmindeki hikaye anlatma becerisini hakkıyla yere getiren stilinden sonra Michael Haneke’nin son 15 yılın Avusturya ve Alman sinemasını etkisi altında bırakan yönetmenlik geleneğinde de sınıfı geçtiğini söyleyebiliriz. Zira burada üstadın; orta ölçekli objektiflerle, durağan planlarla, az müzikle, gri-siyah arasındaki ruhsal renk skalasıyla, ağır tempoyla ve geriltici bir psikolojik dünyayla seyirciyi de asap bozucu bir halet-i ruhiyenin içine sokan üslubu birebir var.

        “Atlıkarınca”yı izlerken eğer ses bandını kapatıp Türkçe diyalogları duymazsanız, kendinizi Avrupa yapımı bir işlevsiz aile filminin içindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Zira filmin kasaba-büyük şehir arasında bir yolculuğa da odaklanmasına karşın asla ülke ve şehir ismi vermemesi, ele alınanların alegorik bir orta sınıf taşlamasına gitmesini sağlıyor.

        Aile içi şiddet ve ensest meselesine modern bir yaklaşımı var

        İlk bölümünde uzun planlarla halledilen seks sahnelerinin tedirgin ediciliği ve çocukların onların sesinden etkilenmesi, ikinci bölümde yatalak anne ve sürekli açık kalıp mahremiyeti tersyüz eden kapılarla destekleniyor. Böylece yönetmenin ilk kısımdaki doğal ışık yalıtımıyla ilerleyen görsel yapısı, zaman atlamasıyla geçilen ikinci yarıda daha karanlık hale geliyor. Grinin daha siyaha kayan tonuyla yol alıyor.

        Zira ikinci kısımda baba ile kız arasında bir ensest ilişki de ortaya çıkıyor. Bunun seviyesini iyi ayarlayan ve meseleyi soğukkanlılıkla inceleyen Başarır ise senaryo konusunda, bazı çerçevelerde ve yabancılaşma efekti olarak araya sokulan halüsinasyon sahnelerini çekme konusunda becerikli. Zaman atlamalarını ‘ailesel etkileşim’e ara koymak için üç kere uygulamasının yanında halüsinasyonları da bu bağlamda devreye sokması fikir bazında sınıfı geçmesini sağlıyor yönetmenin. Bu da filmin yapısının tutarlılığını ve tavizsizliğini arttırıyor.

        Ancak özellikle “Atlıkarınca”nın dramatik yapısının son yarım saatte düştüğünü söyleyebiliriz. Bu soyut ve iletişimsiz dünyada; seyirciyi yabancılaştırmak için yapılan araya halüsinasyon sahnesi sokma, hikaye kurgusuyla oynama, soğukkanlı taciz yansıtma (göstermeden, locked-down shot tekniğiyle) ve zaman atlamalarını zekice kullanma taktiklerinin çok da iyi işlediği söylenemez. Fakat böylesi uygulamaların yapılması bile Türk sineması için başlı başına önemli. Zira “Atlıkarınca”; orta sınıfımız ile ilgili daha önce değinilmemiş aile içi şiddet ve ensest meselelerini, son derece ufuk açıcı ve dünya çapında bir sinema diliyle kavramayı beceriyor.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Atlıkarınca

        Yönetmen: İlksen Başarır

        Oyuncular: Mert Fırat, Nergis Öztürk, Zeynep Oral, Sercan Badur, Sema Çeyrekbaşı

        Süre: 90 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KÖKLERE YAPILAN İLAÇ TEDAVİSİ

        Çek Yeni Dalgası’nın 1970 tarihli peri masal filmi-vampir filmi kırması başyapıtı “Valerie and Her Week of Wonders”ın sinemaya soktuğu, ‘fantastik tonlu korku filmi’ geleneğinin son şubesi. Catherine Hardwicke’in “Kız ve Kurt”u serbest bir ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ uyarlaması olarak bu alandan seslenirken, ‘Alacakaranlık’ serisinin yaptıklarını da arkasına alıyor. Burada ‘kurt istilasından mustarip bir köy’ün masalsı hikayesi anlatılırken, Hammer Films’in ilk dönemindeki korku projelerinin havasını teneffüs etmemiz de sağlanıyor. Proletaryayı topa tutarken kurt adam mitinin ‘ilkelin dışavurumu’ motivasyonunu sosyolojik bir bütüne kavuşturmasıyla da dikkat çekici bir deneme karşımızdaki.

        2009’da “Evdeki Düşman” (“Orphan”) ile sinemaya giren genç bir senarist David Johnson. Orada izleyicisine ‘slasher filmi’ alanında şaşkınlık yaratıcı bir darbe vurduktan sonra, burada ‘kurt adam filmi’ne el atmak istemiş belli ki. Bu bağlamda da 2012’deki “Wrath of the Titans”ı da sayarsak stüdyoların, fantastik ve korku konusunda aranan ismi olmasına ramak kaldığını söylemek mümkün kendisinin.

        Jaromil Jires’in sinemada derin iz bırakmış başyapıtı olmasaydı...

        “Kız ve Kurt” (“Red Riding Hood”, 2010), aslında en kısa tanımıyla tür alanında daha önce yapılan atılımları tekrarlayan, masalsı bir kurt adam filmi olarak anılabilir. ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ hikayesinin sinemada “Kurtlar Sofrası” (“The Company of Wolves”, 1984), “Kırmızı Başlıklı Kız” (“Hoodwinked!”, 2005) ve “Cadılar Bayramı Katliamı” (“Trick ‘r Treat”, 2007) gibi eserlerde farklı türlere sokulan serbest uyarlamalarının bir yenisi aynı zamanda. Zaten esasen de bu açıdan bakınca korkunun ilk döneminde gördüğümüz 30’lardaki geleneklerinin tedavisini yapıp, yenileştirme aşısını devreye sokan bir eser kisvesi altında ele alınabilir.

        Bu doğrultuda da Hardwicke’in filmi, çıkış noktasında Jaromil Jires’in bir kızın ilk regl dönemini yaşama sıkıntısının karşılığı olarak devreye soktuğu gerçeküstücü öğelerle sarılı vampir filmi-peri masalı filmi kırması “Valerie and Her Week of Wonders”ının (“Valerie a týden divu”, 1970) açtığı yoldan ilerlemeyi amaç edinmiş kendisine. Bu noktada da “Kurtlar Sofrası”, “Pan’ın Labirenti” (“El Laberinto del Fauno”, 2006), “Hansel ve Gretel” (“Henjel gwa Geuretel”, 2007) gibi eserlerden feyz alıyor.

        “Hayalet Süvari”ye ‘Alacakaranlık’ motivasyonu

        Yönetmenin kaynağı belirgin olsa da esas amacı, 1930’lu ve 40’lı yıllarda gördüğümüz 19. yüzyıl odaklı sınıfsal ya da komünsel yozlaşmayı ele alan, ‘gotik edebiyat’ ürünleriyle akrabalık kurmak aslında. Bu noktada da Tim Burton’ın “Hayalet Süvari”sinin (“Sleepy Hollow”, 1999) serbest ‘lanetli kasaba filmi’ modeline yaklaşırken, fazlasıyla ‘vampir’, ‘cadı avı’, ‘büyü’ gibi eski usul kavramlardan güç alıyor Hardwicke.

        Ancak bunu yaparken kurt adam efektini inadına ‘büyük kurt’ olarak belirlemesi ve bu konudan bir fantastik aşk izleği çıkarması ‘Alacakaranlık’ (‘Twilight’) serisinin bıraktığı izi hissettirmesine yol açıyor. Belli ki Catherine Hardwicke, “Karanlıklar Ülkesi’ (‘Underworld’) ve ‘Alacakaranlık’ta çatışılan yan ırka çevrilen kurt adam mitinin kendi tür kırması filmine ihtiyacı olduğunu düşünerek bu projeye girmiş.

        Geçen yılki “Kurt Adam”ın yanında başyapıt kalır

        Bu doğrultuda elde kalan eserin; alt türün 80’lerdeki altın döneminden çıkan “Çığlık” (“The Howling”, 1981), 90’larda ‘seksi arka planı’ öne yerleştirerek çığır açan “Kurt” (“Wolf”, 1994) ile 2000’lerde gençlik filminin içine girip alana kademe atlatan “Ginger Snaps” (2000) kadar iddialı olduğu söylenemez. Ama güne ayak uydururken Joe Johnston’ın “Kurt Adam”ı (“The Wolf Man”, 2010) gibi her açıdan ilkel bir denemenin varlığını bir kenara itmek şart hale geliyor filmi izlerken.

        Bunu yaparken de “Kız ve Kurt”un, Julie Christie’nin canlandırdığı ‘babaanne’ karakterini Pamuk Prenses’in peşindeki şeytan cadı (ya da üvey anne) gibi çizmesi ve Gary Oldman’ın rahip Solomon karakterini mitin içindeki ‘medyum’ tiplemesini Van Helsing’leştirip cadı kovucu vücudunda karşımıza getirmek için kullanması hedefine emin adımlarla ilerlemesini sağlıyor. O da alt türün alışık olunan kalıplarıyla derdi olan bir yapıtla yüzleştirmek seyircisini. Bu alanın içinde var olarak türsel anlamda yerini belirginleştirmesine karşın, açtığı çok çeşitli ve postmodern alt metinlere kapılmamak mümkün değil.

        Özellikle tahtın kuşaktan kuşağa geçtiği gerçeğini ele alan ‘eski çağlar’ görüntüsünün bir ‘eski köye yeni adet’ havası aşılaması, dönem filmlerinin temalarına açılmamızı sağlıyor. Bunun yanında ilk kareden itibaren bir masal kitabının içinde olduğumuzun hissettirilmesiyle devreye giren fantastik tonun oluşumu da kaydadeğer bir özenle dikiliyor karşımıza.

        Çeşitli alt türlerin yapılarından ve temalarından güç alıp kendi filmini oluşturuyor

        Hardwicke’in “Alacakaranlık”la (“Twilight”, 2008) vampir filminde yaptığı atılımı, burada kurt adam filminde devreye soktuğu söylenemez belki. Ancak demodeleşmiş kavramlardan ve alt tür ezberlerinden farklı bir şey yarattığını kabul etmek şart. Zombilerin istila ettiği dünyada yaratılan kapana sıkışmışlık ve iç mekandan çıkamama duygusunun burada tek bölgeye hapsedilen karakterlerle, alt sınıfsal motivasyonu da ‘ilkel’lik mizanseniyle doldurduğu söylenebilir yönetmenin.

        “Kız ve Kurt”, Jires’in eserinin varlığıyla üreyen masalsı korku filmlerinden biri olarak anılacaktır ilerleyen yıllarda. Sadece senarist Johnson’ın burada “Evdeki Düşman”ın şaşırtıcı sonu kadar zeki bir finiş noktası bulamadığını itiraf etmek gerek. Onun dışında bütün oyuncuları, karakterleri ve hatta babaannenin ormandaki masalsı evi dahil olmak üzere her şey türsel motivasyonun gerektirdiği gibi akarken, buradan ayrıksı bir yol da buluyor kendisine. Böylece Hardwicke’in korkuya fantastik alaşımlı sınıf atlatma stratejilerinin devamının geleceğini hissettirmekte zorlanmıyor eldeki eser.

        FİLMİN NOTU: 6.2

        Künye:

        Kız ve Kurt (Red Riding Hood)

        Yönetmen: Catherine Hardwicke

        Oyuncular: Amanda Seyfried, Julie Christie, Gary Oldman, Shiloh Fernandez, Max Irons, Virginia Madsen, Billy Burke

        Süre: 100 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        ‘AYDINLIK’ PEŞİNDE BİR AVUKAT

        İki filmde suç dramlarının içinde sıradan bireyleri ele alacağını kanıtlayan Brad Furman, burada kariyerinin mahkeme filmi denemesine imza atmış. Görsel anlamda psikolojik atmosferi ve yozlaşmaya batmış sistemi stilize bir işçilikle iyi kavrayan yönetmen, ne yazık ki dramatik çatı kurmadan yola çıkan roman uyarlaması senaryosunun açmazlarına düşmekten kurtulamamış. Böylelikle “Güneşin Karanlığında”, teni beyaz olmasına karşın yeni Spike Lee olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Furman’ın, bundan sonra senaryolarını da kendi yazması gerektiğini düşündürtüyor.

        Brad Furman, aynen David Ayer örneğinde olduğu gibi bağımsız sinemadan ‘ruh’ aşılayarak suç filmlerinin içinden bir anda stüdyolara sıçrayan bir isim. Bu da anormal bir durum değil. Zira nasıl Ayer’in ‘polisiye’ alanında dramatik ve çok katmanlı bir evreni var ise, onun da ‘suç draması’nın kanalizasyonlarından karakter portresi çıkartmakta becerikli olduğunu söyleyebiliriz.

        Spike Lee’nin veliahtı olabilir

        2007 tarihli “Bedel”de (“The Take”) haksız yere komploya kurban giden aile babası karakterin mücadelesini ele alınırken, burada bir sosyete avukatının bir üst sınıf bireyinin işiyle ilgilenirken girdiği kokuşmuş koridorlar öne çıkarılıyor. Furman, belli ki bürokratik sistemle dertleri olan ve sıradan insanları odağına alan ‘suç filmleri’nin içinde karakter dramasına da kayarak başarı sağlamak isteyen bir yönetmen. Burada bu evrenini yine Spike Lee’nin filmleri ayarında bir dil ile karşımıza çıkarttığı söylenebilir. Aslını söylemek gerekirse bu durum, Afro-Amerikan kültürü aşılanan dünyanın beyazların dünyası olmasıyla birlikte projenin birazcık iğreti durmasına yol açıyor zaman zaman.

        Ancak “Güneşin Karanlığında” (“The Lincoln Lawyer”, 2011) yönetmenin ilk filminde de kullandığı görüntü yönetmeniyle işbirliğinden güç alarak; kimi flashback sahnelerini ve geriye dönüşleri yakın planlar üzerinden hızlı kurgu ve yapay renklerle (ya da renk filtreleriyle) çok iyi bütünlemesi konusunda itiraz edilemeyecek bir eser. Bunun yanında Furman’ın gerçek zamanlı anlarda kamerayı sürekli sallayıp orta-yakın ölçekli objektiflerle psikolojik bir yapı oluşturması bir denge unsuru yaratmış. Özellikle oyuncuların kalitesinden el kamerasının çökmüşlük tasvirine kadar filmin yönetmenlik becerisinde fazla sıkıntı yok. Genelde elde tutulmasını sağladığı kamerayı çok iyi kullanan Furman’ın, biçimci stiliyle de bir üslup belirlemesi takdir edilebilir.

        Dramatik çatısısız senaryosundan ‘inandırıcılık’ darbesi yemiş

        Fakat romandan uyarlanan senaryonun dramatik çatısı olmadan yoluna devam etmesi hem mantık boşluklarını, hem inandırıcı durmayan karakterleri, hem bütün filmi makyajla geçiren oyuncuları, hem de olay örgüsünün kurulamamasını beraberinde getiriyor.

        Bu da zeki bir yönetmenin suç filmi platformunda ‘mahkeme filmi’ alanındaki çalışmasını izlerken “Karar” (“The Verdict”, 1981), “Bir Cinayetin Anatomisi” (“Anatomy of a Murder”, 1956) gibi alandaki ‘avukat birey odaklı’ başarılı denemelerin ismini anamamamızı sağlıyor. Buradan da anlaşılıyor ki Furman, bundan sonra kendi senaryolarını kısa film dönemindeki gibi kendi yazmalı. Böylelikle bir şekilde sistemle ilgili dertlerini nihayetine erdirme şansına kavuşacaktır.

        FİLMİN NOTU: 3.9

        Künye:

        Güneşin Karanlığında (The Lincoln Lawyer)

        Yönetmen: Brad Furman

        Oyuncular: Matthew McConaughey, Marisa Tomei, Michael Pena, John Leguizamo, Ryan Philippe, Josh Lucas, William H. Macy

        Süre: 112 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        MİLENYUM ÜÇLEMESİNİN FİNİŞ NOKTASI

        İsveç’in sistemine eleştiri oklarını yollayan seri katil filmi serisinin, ‘mahkumun mahkemeye çıktığı film’ ayağı. Ancak çıkması için yaklaşık bir iki saat beklemeniz gerekecek uyaralım. Zira serinin en fazla iki filmde halledilebilecek hikayesi, “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”da ‘çekiştirme’ rekoru kırılarak 140 dakikalık bir sinema filmine malzemelik etmiş. Böyle olunca da üçlemenin kitlesini ilgilendiren bir bütün sunmaktan öteye gidemiyor.

        “Ejderha Dövmeli Kız” (“Män som hatar kvinnor”, 2009), “Ateşle Oynayan Kız” (“Flickan som lekte med elden”, 2009) derken, seriyi tamamladık. ‘Geriye ne kaldı?’ diye soracak olursanız; tepeleme uzatılmış bir seri katil öyküsü ve onun arkasından gelen İsveç’in bürokratik sistemine dair eleştiriler cevabını verebiliriz. Bir de tabii ilk filmin 2.35:1 oranında çekilmiş halinin ardından son iki eserin 1.85:1 oranında değişim geçirmesi geliyor aklımıza.

        Bir kara film estetiğinden söz etmek mümkün

        Aslında üçlemenin son ayağı “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”da (“Luftslottet som sprängdes”, 2009) Alfredson, süreyi gereksiz yere uzatmış olsa dahi, kara filmin gramerini sinemaya uyarlama konusunda belli kareleri yakalama konusunda başarılı olarak adledilebilir.

        Özellikle filmi kare kare incelersek böyle bir beceriden söz edebiliriz. Ancak hapse düşen Lisbeth’in mahkemeye çıkma sürecinde yaşananlar aslında biraz da süre doldurmak için varmış gibi duruyor. Dedektifin de, ekiplerin de, sistemin de durumları buna işaret ediyor.

        Bu sefer Lisbeth’i kahramanlaştırarak tamamen kendi kitlesini hedef almış

        Bunun devamında mahkemeye çıkış anıysa gerçek anlamda bir ‘kahramanlaştırma’ sürecinden geçmemizi sağlıyor. Lisbeth’in dövmesi, elbisesi ve saç şekliyle sergilediği uçlardaki katil portresi izleyicinin eline verilince de “Arı Kovanına Çomak Sokan Kız”, serinin kitlesinden başkasını ilgilendirmez hale geliyor.

        Sonuç olarak bu ‘kız’lı üçlemenin TV dizisi estetiğine yatkın ve o mantıkla ilerleyen, düz çekilmiş ama stil kaygısı gütmeyen görsel yapısıyla sinemadan çok küçük ekrana oynadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyoruz burada. Çok tekrar oldu ama Fincher’ın “Ejderha Dövmeli Kız”ını (“The Girl with a Dragon Tattoo”, 2011) merakla bekliyoruz.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Arı Kovanına Çomak Sokan Kız (Luftslottet som sprängdes / The Girl Who Kicked The Hornet’s Nest)

        Yönetmen: Thomas Alfredson

        Oyuncular: Michael Nyqvist, Noomi Rapace, Lena Endre, Annika Hallin, Jacob Eriksson

        Süre: 142 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        127 Saat (127 Hours): 7

        72. Koğuş: 3

        Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4

        Ayı Yogi (Yogi Bear): 1.9

        Ayin (The Rite): 2.4

        Bağlanmak Yok (No Strings Attached): 3.9

        Ben Dört Numara (I Am Number Four): 2.1

        Benim Hikayem (Barney’s Version): 4

        Bir Avuç Deniz: 4

        Biutiful: 4.3

        Çalgı Çengi: 0.5

        Çınar Ağacı: 2.4

        Dört Aslan (Four Lions): 2

        Dövüşçü (The Fighter): 5.6

        Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle: Los Angeles): 3.4

        Eyyvah Eyvah 2: 3.5

        Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone): 3

        Gölgeler ve Suretler: 4

        Hayatım Yalan! (Just Go With It): 5.4

        İki Kadın, Bir Erkek (The Kids are All Right): 6

        İncir Reçeli: 4.9

        İntikam Yolu 3D (Drive Angry 3D): 4

        İz Peşinde (True Grit): 4

        Kaçış Planı (The Next Three Days): 3

        Kader Ajanları (The Adjustment Bureau): 5.5

        Kan Kokusu (Somos lo que hay / We Are What We Are): 5.2

        Kaybedenler Kulübü: 6.3

        Kir (Qirej): 0.9

        Kolpaçino: Bomba: 3.8

        Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7

        Limit Yok (Limitless): 6

        Megazeka (Megamind): 5.3

        Press: 0.8

        Rango: 5.4

        Saklı Hayatlar: 3

        Sanctum: 1.7

        Sevimli Hayvanlar (Konferenz der Tiere / Animals United): 5

        Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: 2

        Siyah Kuğu (Black Swan): 9

        Sokak Dansı 3D (Step Up 3D): 4.5

        Şampiyon (Secretariat): 3.4

        Ya Sonra: 1.2

        Yeşil Yaban Arısı (The Green Hornet): 6.4

        Zoraki Kral (The King’s Speech): 6.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar

        Sizlere daha iyi bir hizmet sunabilmek için sitemizde çerezlerden faydalanıyoruz. Sitemizi kullanmaya devam ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz. Detaylı bilgi almak için ‘Çerez Politikasını’ ve ‘Aydınlatma Metnini’ inceleyebilirsiniz.
        Bu çeviride Google Translete kullanılmıştır. Anlam ve çeviri hatalarından haberturk.com sorumlu değildir.