Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Mozilla/5.0 AppleWebKit/537.36 (KHTML, like Gecko; compatible; ClaudeBot/1.0; +claudebot@anthropic.com)

        27 MAYIS FİLMLERİ

        2005 tarihli “Aşk Doktoru”, Will Smith’in ilişki yaşayamayan kaybedenleri eğitmesine odaklanan komedi tabanlı bir romantik-komediydi. “Gönül Avcısı” da sanki kaynağını o filmden alıyor ancak bu sefer Romain Duris’nin Alex Lippi karakterinin eline ‘Görevimiz Tehlike’ kıvamında bir casusluk timi veriyor. Onların amacı ise ilişkileri bu ‘çapkın sahne kimliği’nin katkısıyla bitirmek. “Gönül Avcısı”nın Lippi ile Vanessa Paradis’nin evlilik arifesindeki Juliette karakterinin ‘dolandırılık-üçkağıtçılık’ soslu duygusal etkileşiminin hikayesini anlatırken senaryo konusunda sınıfı geçtiğini görebiliyoruz. Hollywood dekupajını kuralına uyduran filmin, son yıllarda ülke sinemasının popüler kanadında artan ve Marion Cotillard, Audrey Tautou gibi oyuncuların ABD’ye transfer olmasını sağlayan romantik-komedilerin kalitelilerinden birine açıldığı söylenebilir. Belli yönetmenlik zaafları olsa da ‘mış gibi yapma mizahı’ konusundaki yetisiyle kendini bir tutam gülümseme eşliğinde izlettirmeyi beceriyor “Gönül Avcısı”.

        Son yıllarda Fransız sinemasının popüler kanadından neredeyse her sene bir romantik-komedi çıktığına tanıklık etmeye başladık. Bunun sebebi başka bir yazıda araştırılabilir. Ancak Pascal Chaumeil imzalı “Gönül Avcısı”nın (“L’Arnacoeur”, 2010) da kimi eksiklerine karşın bu eğilimin kaliteli örnekleri arasındaki yerini aldığı şüphe götürmez bir gerçek.

        Festivaller için değil gişe için üretilen Fransız romantik-komedilerinden

        “Zengin Avcısı” (“Hors du Prix”, 2006) ve “Havada Aşk Var” (“Ma Vie en l’Air”, 2006) gibi ülkenin ‘komedi’ kaynağından güç alan eserlerin bir yenisiyle yüzleşiyoruz burada. “Gönül Avcısı”nın (“L’Arnacoeur”, 2010) belki de Francis Veber gibi ‘durum komedisi’ zekası ve becerisine sahip yaratıcıların izinde yürüdüğü söylenebilir.

        Ancak daha çok Amerikan formüllerini kullanırken farklı sularda dolaşmasıyla zevk aşıladığını itiraf etmeliyiz. Zira “Müşteri” (“Cliente”, 2008), “Hayatta İki Kez” (“Désaccord Parfait”, 2006) ve “Change of Adress” (“Changement d’adresse”, 2005) gibi Fransız dekupajı ile çekilip ağırlaştırılan, tiyatro (vodvil) kökenli romantik-komediler de halen üretilmeyi ve festival kapılarını zorlamayı sürdürüyorlar. Chaumeil ise “Gönül Avcısı”nda 2.35:1 sinemaskop formatında rahat tüketilir, akıcı ve keyifli bir seyirliğe sürüklüyor bizleri.

        Senaryo ‘mış gibi yapma romantik-komedisi’ne hakim

        Bu noktada yönetmenin TV kaynaklı olmasının ve bu alanda ilk işini vermesinin; belki filmin ‘casusluk’ ve ‘dolandırıcılık’ ile ‘romantizm’ ve ‘mizah’ı dengeleme konusunda tonlama sıkıntıları yaşamasına yol açtığı söylenebilir.

        Ancak Laurent Zeitoun’un sahnelere, olay örgüsüne, diyaloglara ve karakterlere hakim senaryosunun bu ‘mış gibi yapma romantik-komedisi’nin gereklerini yerine getirdiği ortada. 105 dakika boyunca da eğlence yüzdesi yükseklerde dolaşan bir bütün ile yüzleşiyorsunuz ve filmle baş başa geçirdiğiniz zamanın bitmemesini diliyorsunuz.

        Burada temelde aşıkları sevgililerinden, kocalarından veya nişanlılarından ayırmakla yükümlü Alex Lippi ve onun iki ekip arkadaşının çalışmalarına odaklanıyoruz. Üstelik bu iki isim de evli ve sürekli cilveleşiyorlar! Bunları tanıtan girizgahın son derece hızlı yapılması, sinemasal açıdan bir darbe vuruyor “Gönül Avcısı”na. İşin doğrusu Chaumeil’in yönetmenlik konusundaki tecrübesizliğini de ortaya koyuyor filmin bu gibi açmazları. Ancak bir diğer taraftan da eldeki eserin mensubu olduğu alana hakim senaryosunun yüksek sinema bilgisi aşılamasıyla büyük zevk alıyorsunuz.

        Omurgasını “Aşk Doktoru” ile “Aşk Oyunları”nın yapılarından oluşturmuş

        Zira burada “Aşk Doktoru” (“Hitch”, 2005) ile “Aşk Oyunları” (“Heartbreakers”, 2001) gibi ABD’de denenmiş eserlerin yapılarını transfer eden bir yapıt var. Ancak “Gönül Avcısı”nın başlangıç kısmında “A Smile Like Yours” (1997) gibi bir casusluk komedisine kaykıldığını, kimi bölümlerinde “Bir Gecede Oldu” (“It Happened One Night”, 1934) ile başlayan çatışmalı screwball komedi geleneğini hissettirdiğini, somut olarak da “Dirty Dancing”e (1987) göndermelerle yoğrularak alanın içinde dikkat çekici bir bütün oluşturduğunu söyleyebiliriz.

        İnatçı bir karakterin izini süren ve kendini ‘güvenlik görevlisi’ olarak tanıtan Alex’in Juliette ile kurduğu ‘ikiyüzlü’ etkileşimde ise “Bayan Daisy’nin Şoförü” (“Driving Miss Daisy”, 1989) kıvamındaki durum komikliklerini izliyoruz. Filmin tüm bunlardan güç alarak en azından oyalayıcı bir seyirlik sunduğu gerçeği ortada. Bu da görsel yapı ile dramatik yapının birbirinden bağımsız takıldığı anlarda zaaflarını hissettirmeyerek itici durmasını engelliyor.

        Bu durumun dezavantaja dönüşmemesinin altında “Gönül Avcısı”nın, “Aşk Doktoru”nun ‘ilişkiye giremeyen ruhlara ayar verme durumundaki çapkın doktorun gerçek aşkı tatması’ tabanlı komedi iskeletini bu meslek ışığında canlandırması yatıyor. Zira o damardan beslenen ‘kendini iyi hisset filmi’ görüşünün içinde yoğrularak ciddi hedefleri bir kenara bırakıyor Chaumeil’in filmi. Güldürüye ve cilveleşmelere odaklanıyor.

        Mizah ve romantizm çalınan araba sahnesinden itibaren yükselmeye başlıyor

        Bu noktaya gelirken yönetmenin tempo sorunları yaşamasına karşın özellikle ‘çalınan araba sahnesi’nden itibaren ‘mış gibi yapma’ ve ‘üçkağıtçılık-ikiyüzlülük’ ile gelen komedi anlayışını iyi oluşturduğu söylenebilir.

        Yani “Aşk Oyunları”nın o ‘zengin bir adamı dolandırmak için aşık rolü oynama komedisi’ gibi Hollywood’un erken döneminden kaynağını alan durum komedisi mizanseni işliyor. Bu konuda tek zaaf İngiliz koca karakterinin ya da borçlu olunan dev adam tiplemesinin senaryo aşamasında iyi yazılmamış olması. Birincisinin oyunculuk sıkıntısından, ikincisinin ise aşırı absürtlükten filmin duygusal tonunu dağıttığı söylenebilir.

        Yönetmen Chaumeil de zaten böylesi noktalardan hasar görüyor esasen. Halbuki Duris’nin “Dirty Dancing”deki koreografiyi canlandırma-canlandıramama arasında gidip geldiği dans sahnesinin yaşattığı keyfi hiçbir şeyle değişmek istemiyorsunuz. Bu noktada da amaçlarına ulaşan bir romantik-komedi ya da ‘kendini iyi hisset filmi’ ile yüzleşiyoruz. “Gönül Avcısı”nın en büyük avantajı da farklı türlerden, formüllerden, alanlardan ve münferit filmlerden beslenerek türün alışık olduğumuz mizanseninin uzağında durması.

        Hitch’in rakibi

        Her ne kadar Hollywood’da örneklerini görsek de “Gönül Avcısı” Fransa’da da durum komedisi ve romantik-komedinin popüler formüllerinin iyi işlediğini bir kez daha kanıtlıyor. Bu noktada Duris ve Paradis de alkışı hak ediyorlar. Burada aslında ülkedeki ticari romantik-komedinin de alanı ya da eğilimi belli oluyor. Zira sahil bölgelerindeki bir otelde geçen ve genelde tek mekanlı bir koşuşturmacadan beslenen ‘demografik bir yapı’nın izinde canlanabileceği ispatlanıyor. Bir nebze de fark yaratmasına yol açıyor.

        “Aşk Doktoru”nun Will Smith bünyesinde bulduğu ‘Hitch’ karakterinin siyahi ve alaycı halinin, “Gönül Avcısı”nda Duris’nin Alex Lippi’sinde uzun saçlı ve hafif entelektüel bir sahne kimliğine transfer olması da aslında özenli işçiliğin bir ispatı. Birinin Amerikan kültürünün, diğerinin Akdeniz insanının bir temsilini sunması da aslında ilgilendirdikleri kitleler açısından sosyolojik araştırmalarla incelenmeli.

        FİLMİN NOTU: 5.3

        Künye:

        Gönül Avcısı (L’arnacoeur / Heartbreaker)

        Yönetmen: Pascal Chaumeil

        Oyuncular: Romain Duris, Vanessa Paradis, Julie Ferrier, François Damiens, Andrew Lincoln, Helena Noguerra

        Süre: 105 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        HEPİMİZ KAFA DENGİMİZİ ARAMIYOR MUYUZ?

        Kuşkusuz erkek cinsi ile kadın cinsi arasında ciddi farklar var. 2008’de “Arkadaşımın Aşkı”nda bir erkeğin yakın arkadaşının sevgilisini tavlamasının ardından ikilinin bir rekabete girdiğini görmüştük. “Ödünç Sevgili” ise çocukluk arkadaşının evleneceği adamla, hem de nişan gecesinde cinsel ilişkiye giren bir kadının daha duygusal tercihlerine odaklanıyor. Bu fikir üzerinden yürüyen romantik-komedi iskeleti, özellikle oyuncuların ve senaryonun kalıplara uygun haliyle ayakta durmaya çalışıyor işin doğrusu. Ancak yönetmen Luke Greenfield’ın TV projelerinde kendini ‘tek boyutlu bir gramer’e alıştırması, bu motivasyonun bağımsız ruhlu “Ödünç Sevgili”de esas amacına ulaşamamasını sağlamış.

        Nişan gecesinde çocukluk arkadaşınızın sevgilisi ile, isteyerek veya istemeyerek beraber olmuş olsanız ne yapardınız? Aslında bu sorunun cevabı ‘cinsiyete göre değişir’ olmalı. “Ödünç Sevgili” (“Something Borrowed”, 2011) de işte bu cümlenin üzerine felsefik bir damar inşa etme çabasındaki bir romantik-komedi. Yasak ilişki, arkadaşlık, cinsiyet farkları ve daha nicesi üzerinden kitlesine uygun bir olay örgüsü sunmayı kendisine hedef edinmiş.

        Bağımsız sinemada artan felsefik romantik-komedilerden biri

        Daha çok da sanki son dönemde tür sinemasında artan ‘cesur meseleler’ duruşunun bir devamı niteliğinde bu proje. Ancak Luke Greenfield’ın filmi, bir stüdyo ürünü değil. Aksine bağımsız sinemanın içinde bolca üretilen felsefik romantik-komedi denemelerinin bir yenisi.

        Fakat filmin gramer ve yönetmenlik açısından TV seviyesine yakın durması ve görsel beceriden yoksun bir 1.85:1 formatlı ürün sunması bunla alakalı değil. Greenfield ilginçtir “Komşu Kızı” (“Girl Next Door”, 2002) ile yönetmenlik konusunda başarılı bir seks komedisi çıkarmasına karşın burada bu konuda geriye gitmiş. Ki bilirsiniz o film piyasaya Emile Hirsch ve Elisha Cuthbert’i kazandırmıştı.

        Aslında bu sorunsalın açıklaması ‘TV piyasasıyla çok haşır neşir oldu’ cümlesiyle yapılabilir. Zira o eserden beri büyük perdenin uzağında duran bir isim kendisi. Bu açıdan bakınca da “Ödünç Sevgili”nin esas açmazları ortaya çıkıyor.

        Jennie Synder’in senaryosu yönetmenin beceriksizliğini birazcık bertaraf etmiş

        Yine dizilerde çalışan Jennie Synder’in diyalog yazma ve durum yaratma zekasından güç alan olay örgüsüyle kendini izlettiriyor belki film. Hatta romantik-komedinin o bütün alışılageldik giriş-gelişme-sonuç bölümlerini kurallarına göre inşa etme konusunda da başarılı ya da tavizsiz bir dramatik yapısı var.

        Üç bireyli ilişki üçgeni kurarken araya bir eşcinsel, bir de çapkın erkek sokması da fitili ateşlemeye büyük katkı yapıyor işin doğrusu. Özellikle John Krasinki’nin eşcinsel tiplemesinin işlevsel rolüne ve eğlence dozajına dikkat derim. Ginnifer Goodwin’in tercihler noktasında, Kate Hudson’ın da ‘kötü ama iyi kalpli, üç boyutlu karakteri’ ile bu ‘uç noktalardaki aşıklar’ açıklarını hakkıyla doldurduklarını görebiliyoruz.

        Sahneler senaryonun yetkinliğiyle akarken, temasal bütünlüğün altı doldurulmamış

        Kendinizi yönetmenlik sanatından uzak tuttuğunuzda tenis sahnesi, üçlünün karşılaşma tehlikesi yaşadığı sahnelerin içindeki yanlış anlaşılmalar ve farklı bakış açılarından üreyen durum komiklikleri filmi götürüyor. Metinsel anlamda bir romantik-komedinin gerekleri yerine getirilmiş. Ancak Greenfield, bir flashbacki dahi bağlama becerisini gösterememesiyle aslında anlayışını belli ediyor. Tenis sahnesini çekememesi ve kolaycı bir üslupla çiğ renkler üzerine gitmesi de bu duruşun üzerine birer tuğla daha koymasını sağlıyor yönetmenin.

        Tabii aşina olduğumuz şarkıların seyirciyi en duygusal noktasından yakaladığı da şüphe götürmez bir gerçek. “Ödünç Sevgili” de sanki metni ve alışılageldik karakterleriyle çekici olabilen bir tür denemesi. Felsefesini yetkin bir noktaya ulaştırma hedefini ise tutturamıyor. Son kalemde ‘ilişkilerde kendi kafa denginizi bulmanız daha faydalı olur’ gibi bir söyleme bağlanıyor belki. Yani ‘aşık olduğunuz kişiyle birbirinizi tamamlamanız gerekir’ cümlesini reddediyor. Ancak filmin bu görüş üzerine çok kafa patlatmadığı da ortada.

        FİLMİN NOTU: 4.1

        Künye:

        Ödünç Sevgili (Something Borrowed)

        Yönetmen: Luke Greenfield

        Oyuncular: Ginnifer Goodwin, Kate Hudson, Colin Egglesfield, John Krasinski, Steve Howey, Ashley Williams

        Süre: 112 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KUZEY AVRUPA USULÜ CANAVAR FİLMİ

        Korkuya el kamerasını ve gerçeklik olgusunu yerleştirerek türün inandırıcılık açığını kapatmak son 10 yılın modalarından biri. Ancak bu olguyu kuşkusuz “Blair Cadısı”nın 90’ların sonundaki geleneğinden daha profesyonel bir platforma taşıyan eserler oldu 2000’lerin ikinci yarısında. İşte “Troll Avı” da dikkat çekici politik damarına ve trolleri yaratma becerisine karşın, en nihayetinde “Canavar” (2008) ve “[REC]: Ölüm Çığlığı”nın iz bırakan korkutma metotlarından güç alarak üremiş bir yapıt. “Blair Cadısı”nın yalancı belgesel-kurmaca arasında kalan yapısını ve fenomen olma sevdasındaki egosantrik bakış açısını bulundurması sebebiyle de bir türlü demode durmaktan kurtulamıyor.

        Herhalde ‘troll filmi’ denince hemen zihnimizde beliren figür, MGM’in 80’lerde ürettiği yönetmenlerini bile hatırlamadığımız B filmi serisi ‘Troll’dür. Yani ‘Gremlinler’ ve ‘Critters’ gibi sevimli-şeytani yaratık filmlerinin kült ayaklarından biridir. O zamanlar önemsenen bir seriye de dönüşememiştir üstelik.

        Kült bir motifin gerçekçi korku filminin içine sokulması takdir edilmeli

        André Øvredal’ın ilk yönetmenlik denemesinde, o ‘çöp’ kıvamındaki motif ya da malzemeden gerçekçi ve günümüze uygun bir korku filmi çıkarması takdir edilmeli aslında. Ancak bu ideolojik duruşu bir yere kadar sergilemeliyiz. Zira burada o masalsı figürün ‘canavar filmi’ konseptinin içinde değerlendirildiği bir ‘yalancı belgesel’ (mockumentary) hali var. “Troll Avı” (“Trolljegeren”, 2010) da esasen ekmeğini “Blair Cadısı” (“The Blair Witch Project”, 1998) sonrası alanda üreyen bu eğilimden yiyor.

        Ancak nedendir bilinmez 2000’lerin ikinci yarısında çekilen “Paranormal Activity” (2007), “[REC]: Ölüm Çığlığı” (“[Rec]”, 2007) ve “Canavar”ın (“Cloverfield”, 2008) yenilikçi yapılarına yakın durmayı tercih etmemiş. El kamerasını serbestçe kullanırken, sıçramalı kurgu tekniğini de eklektik hale getirip lineer akan olay örgüsü mantığını yerle bir etmiş. Karakter yaratmayı reddederken bu noktadan da sadece ‘canavarın ortaya çıktığı anlar’a odaklanan bir esere dönüşmüş.

        “Blair Cadısı”nın iz bırakamamış demode bakışından güç almaya çalışıyor

        Ancak buraya ulaşırken yine geçen sene izlediğimiz “Son Ayin” (“The Last Exorcism”, 2010) gibi araya röportajları yerleştirerek yol alması, belgesel ile kurmaca arasında tıkanıp amacından şaşmasına yol açmış filmin. Zira “Blair Cadısı”nın çok kalıcı olmamasının esas sebebi ‘gerçek bir olay’ ibaresini etiket gibi gözümüze gözümüze sokup, fenomenleşme arzusunu seyirciyi oyalamak ve kandırmak için kullanmasıydı.

        “Troll Avı” da aynı yolun yolcusu. Bu sebeple de belki gece görüşü kamerasıyla çekilmiş anlarda geriliyoruz (ki bu “[REC]: Ölüm Çığlığı” ile başlayan bir korkutma metodu) ve troll efektlerinin profesyonelliğine vuruluyoruz. Ancak karaktersizlik ve el kamerası kullanma geleneğindeki ideolojisizlik sebebiyle; George A. Romero’nun “Ölülerin Günlüğü”nde (“Diary of the Dead”, 2007) sergilediği alana hakimiyetsizliğin bir benzeriyle yüzleşiyoruz burada.

        “Canavar” ve “[REC]: Ölüm Çığlığı”nın değerini arttırıyor

        Øvredal’ın son yıllarda Norveç korku sinemasında gelenek haline gelen ‘el kamerası’ ve ‘gerçeklik’ duruşundan beslenerek ‘ormanda saklanan trollerin hayvan kıyımı yapan insanlara saldırmaları’ üzerinden politik ve doğa yanlısı bir söylem depoladığı bir gerçek. Ancak oraya varırken de metinlerinin altını çok fazla doldurduğu söylenemez. Zira ‘bu olay gerçek’ depolamasını o kadar saldırgan hale getiriyor ki bu noktada inandırıcılık ve samimiyet konusunda filme doğru bir adım dahi atamıyorsunuz.

        Her şeye rağmen Kuzey Avrupa usulü bir canavar filmi olarak anılabilir “Troll Avı”. Reddedilemeyecek sıkıntıları olsa da korku izleyicisini ilginç bir şekilde kendine bağlamayı beceren bir albenisi var filmin. Tabii bunda “Canavar”dan ve “[REC]: Ölüm Çığlığı”ndan aldığı korkutma numaralarını birebir devreye soktuğu anların da katkısı olabilir. Zira canavarın baştan itibaren sahnenin orta yerinde durmasıyla sekteye uğramasına karşın Matt Reeves’in filminin izleyiciyle oynama geleneği ile Balaguero-Plaza ikilisinin eserinin kamerayı gece görüşünde kullanma yetisi birebir var burada. Yani daha çok bu iki filmin değerini perçinlemeye yarıyor “Troll Avı”.

        FİLMİN NOTU: 4.2

        Künye:

        Troll Avı (Trolljegeren / Trollhunter)

        Yönetmen: André Øvredal

        Oyuncular: Hans Morten Hansen, Thomas Alf Larsen, Johanna Mørck, Knut Nærum, Robert Stoltenberg

        Süre: 99 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        SİSTEME KARŞI TEK BAŞINA MI?

        Hız olgusuyla yol alan, belli bir zaman sıkıştırdığı ve aksiyon depolaması yaptığı gerilimleriyle iz bırakmaya çalışan Fred Cavayé, ikinci filminde kendini geliştirmiş. Zira “Aşk Uğruna”da masum bir eşin karısını kurtarma çabasını ikinci sınıf aksiyon iskeletiyle karşımıza çıkarıp ‘adalete haddini bildirme’ peşindeki dramatik yapısıyla çiğ ve saldırgan sulara yelken açmıştı. Ancak “Zor Hedef”, yine benzer bir olay örgüsü kullansa da muhalif bir rehine geriliminin içine yerleştiriyor bunu. Cavayé, bu sefer filminin süresini biraz daha kısaltıp Fransız sanat sinemasından alışık olduğumuz temaları öne çıkarma güdüsünü arka plana itince türün hakkını verebilmiş.

        2008’de ilk filmi “Aşk Uğruna” (“Pour Elle”) ile karşımıza bir aksiyon-gerilim iskeleti çıkaran Fred Cavayé, yine Hollywood diline yaklaşan bir yapıyla karşımızda. Orada Fransız sinemasının aile, aidiyet, yalnızlık gibi ‘entel dantel sorunları’nı ahlakçı ve kör kör parmağım gözüne bir intikam hikayesine çeviren yönetmen, burada o sulardan birazcık uzaklaşmış. Zira istismar filminin ‘tecavüz ve intikam filmi’ (rape-and-revenge film) alt türüyle arasına mesafe koyan bir ‘rehine gerilimi’ ile yüzleşiyoruz bu sefer.

        Yönetmen olarak kendini geliştirdiğini belli sahnelerden de anlayabiliyoruz

        “Zor Hedef” (“À Bout Portant”, 2010), yine yönetmenin sevdiği o hız ve olay örgüsünü belli süreye sıkıştırma geleneklerinden aksiyon omurgalı bir gerilim servis ediyor. Eşi kaçırılan ve ‘hastanedeki adamımızı bize getirmezsen onu öldürürüz’ tehdidini alan sıradan bir adamın, eline silah verilmesiyle birlikte yaşadığı koşuşturmaca ana sorunsal burada. Bu noktada olay örgüsünde belli çatlaklar olmasına karşın yönetmenin kendisini geliştirdiğini görebiliyoruz.

        Özellikle evde hamile kadının kaçırıldığı sahnede kamerayı bakış açısına göre yerleştiren görsel motivasyon, ayrı bir beceri ister. Cavayé de sanki 2.35:1 formatında çektiği eserinin tamamında temposundan çekim ölçeklerine kadar bu hakimiyetini hissettiriyor. Bir süre sonra hikayenin omurgasından fazla kopma yaşanmasına ve aksiyona gerektiğinden çok yüklenilmesine karşın rehine gerilimi konsepti bir mantığa oturuyor.

        İntikam meselesinden ziyade sistem karşıtı politik bir damar harekete geçirilmiş

        Bu sebeple de “Aşk Uğruna”nın ikinci sınıf Fransız aksiyonuna dönüşen tek boyutlu karakter ve senaryo olgusunun burada bir sınıf atlama sınavına tabi tutulduğu ortada. Bu noktada elinde silahla suç işleyen adamın halet-i ruhiyesi tempo ile iyi anlatılıyor ve inandırıcılık sıkıntısı çekilmiyor. Cavayé’nin de sanki daha çok “Elveda” (“L’Affaire Farewell”, 2009) ve “Devlet Sırrı” (“Secret Defense”, 2008) gibi muhalif ve siyasi içerikli gerilimlere öykünme çabası var gibi.

        Zira “Zor Hedef”, özünde “Kirli İşler”in (“Mou gaan dou”, 2002) polis teşkilatının içine köstebek sokma eğiliminden besleniyor gibi. Belli ki Cavayé’nin ahlaki sorunsalı biraz geri çekip aksiyon ve gerilimi öne alırken, politik arka planı da doldurması lehine olmuş. İlk filmle neredeyse benzer bir olay örgüsü benimsenmesine karşın 20 dakika daha kısa bir film çıkartması da eldeki malzemeyi daha rahat izlenir ve daha lirik hale getirmiş. Böylece kendisini Amerikan hikaye anlatma sinemasının gramerini hakkıyla yerine getiren Fransız yönetmenler arasında anmamızı sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 5.4

        Künye:

        Zor Hedef (À Bout Portant / Point Blank)

        Yönetmen: Fred Cavayé

        Oyuncular: Gilles Lellouche, Roschdy Zem, Gérard Lanvin, Elena Anaya, Mireille Perrier

        Süre: 85 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        EJDERHALAR, TANRILAR VE LİDERLER

        İspanya’nın yakın tarihini mercek altına alan “Devlerin Günahı”, dokunaklı bir baba-oğul ilişkisi dramı, destansı bir aşk filmi, iyi kurgulanmış bir biyografi ya da Opus Dei konusuna bir rahip üzerinden bakış olma noktasında kararsız kalınca ‘dağınık’ bir yapıya kavuşmuş. Böylece tarihi epik hayranlarını tepeleme malzemeyle memnun ederken, aşk, görkem, savaş, kilise, ihanet, aidiyet, bağlılık, cinayet, ölüm gibi kavramlarla örülü bir esere dönüşmüş. Zira Roland Joffé, şüphe duyulmayacak yönetmenlik gözüne karşın derli toplu bir sinema filmi armağan edememiş izleyicisine. Bu konuda Wes Bentley, Charlie Cox, Olga Kurylenko’nun ‘misafir’ kıvamındaki oyunculuk performanslarının da rolü büyük.

        İspanya’nın Opus Dei meselesiyle boğuşan dini damarından başlayıp İç Savaş’a ve Franco rejimine uzanan tarihsel zenginliğinden beslenen bir eser. “Devlerin Günahı” (“There Be Dragons”, 2011); 80’lerde çektiği “Ölüm Tarlaları” (“The Killing Fields”, 1984) ve “Görev” (“The Mission”, 1986) gibi hikaye anlatma becerisini ve bol figüranlı film çekme güdüsünü yükseklerde tutan eserleriyle tanıdığımız İngiliz Roland Joffé’nin son sinema filmi.

        Joffé’nin ruhuna yorgunluk sinmiş

        Ancak eldeki yapıtı izlerken, yönetmenin o eski görkemli anlayışından ziyade perdeden bir ‘yorgunluk’ ve ‘bıkkınlık’ duygusunu teneffüs edebiliyoruz. Zira 66 yaşına giren Joffé, belli ki artık böylesi büyük setleri kaldırabilecek kadar sabırlı değil. Bu duruma tamamına yakını İspanya’da geçen yapıtın İngiliz çekilmesi, ‘ırkçı’ bir tartışma katıyor aslında. Fakat esasen aksesuar, kostüm, oyuncu davranışı ve makyaj gibi konularda hafif karton yapısıyla dikkatimizi cezbettiği söylenebilir “Devlerin Günahı”nın.

        Öyle ki filmi tüketirken kendimizi tiyatro sahnesinde hissediyoruz. Bu da 1975 yılındaki ölüm sahnesinin kaydırmalı plan sekansı ile birkaç savaş sahnesinin görkemini anlatan giriş planlarının haricinde; kurgu ve görüntü yönetiminin keskin bir uyum içinde işlediğini göremememize yol açıyor. Joffé sanki sadece ‘giriş için kullanılan genel plan’ için uğraşmış da gerisini sermiş gibi.

        Dağınık yapısıyla etkileyiciliğini kaybediyor

        Fakat “Devlerin Günahı”nın (“There Be Dragons”, 2011) sorunu din, politika, aşkın açtığı yaralar, sosyopolitik zorunluluklar ve daha nicesiyle yoğrulmuş, belki de 500 sayfalık bir senaryonun arasından rastgele 100 sayfasının alınmış izlenimi yaratması. Bu doğrultuda Jose Escriva’nın rahip olma öyküsünün ‘ejderhalar’ ve ‘inmeler’ noktasındaki ilginçliği de ona ulaşan oğlanın babayla ilişkisi de, İç Savaş’taki komünist bölünmenin yarattığı destansı aşk çerçevesi de birbirinden bağımsız duruyor gibi.

        Sanki Joffé tarihi epik hayranlarını memnun etmek için etrafı gereğinden fazla tema ve yan öğe ile doldurmuş. Böyle olunca da geçmişe günümüzden bakan bir baba-oğul ilişkisi filmi gibi başlasa da, bir rahibin doğuşuna odaklanan mistik bir serüvene dönüşüyor, ardından noktasını koyarken de kendini İç Savaş’ın ortasında destansı bir aşk üçgeninin içinde buluyor film.

        Bunların karakter ve olay örgüsü bazında parça parça aralara serpiştirilmesi de dağınık yapıya destek vermiş. Böyle olunca da karşımızdaki eser, ne baba-oğul ilişkisi filminin, ne klasik biyografinin, ne destansı aşk filminin, ne de rahip hikayesinin gereklerini yerine getiribeliyor. Belli ki Joffé’nin daha önce sadece bir kez yazdığı senaryo konusunda burada başkasını düşünmemesi filmin en büyük zaafı olmuş.

        İspanya yakın tarihini ülke vatandaşı isimlerin sinemalaştırmasını tercih ederiz

        Ancak bu omurgasız ve sadece bilgi birikimi üzerine kurulmaya çalışan dramatik yapının başka şeylerle de desteklendiği söylenebilir. Wes Bentley’nin ‘mavi gözlü dev’ modundaki tek boyutlu hali ve yaşlı halinin yapay makyaj efektlerine bulanması, Charlie Cox’un dizi oyuncusu seviyesindeki performansı ve Olga Kurylenko’nun kendisinin bile projede ne yaptığını bilmemesini unutmamak gerek. Ancak en önemlisi Joffé’nin artık böylesi kapsamlı projeleri kaldıracak ve düzenleyecek dinginlikte bir sanatçı olmaması.

        Yönetmenin burada iki saati geçen eserler konusundaki şanını bir kenara bırakması, aslında belli kurgu geçişleri ya da görkem numaralarıyla akılda kalabilecek dağınık bir tarihi epik örneğiyle yüzleştiriyor bizleri. Böylesi İspanya yakın tarihini ele alan filmlerin yöreye mensup sanatçılar tarafından daha rafine ve hedefinden emin eserlere açılması şart. “Devlerin Günahı” ise meselesinin ve çatısının ne olduğunu bilemeyip, gerçek hikayenin o her türlü malzemeye tutkuyla bağlanma açmazına sürüklenmiş.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Devlerin Günahı (There Be Dragons)

        Yönetmen: Roland Joffé

        Oyuncular: Wes Bentley, Olga Kurylenko, Charlie Cox, Rodrigo Santoro, Dougray Scott, Ana Torrent, Geraldine Chaplin, Charles Dance

        Süre: 122 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Ağır Abi: 0.8

        Aşkın Büyüsü (Water for Elephants): 2.7

        Atlıkarınca: 6

        Başka Bir Yerde (Somewhere): 8.2

        Beastly: 5.2

        Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): 4.3

        Bizim Büyük Çaresizliğimiz: 4

        Copacabana (Copacabana: Düğün Hediyesi): 2.5

        Çığlık 4 (Scream 4): 7.8

        Daha İyi Bir Dünyada (Hævnen / In a Better World): 5.3

        Gişe Memuru: 6.5

        Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires): 4.3

        Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu (Fast Five): 4

        Hop: 3.7

        İçimdeki Yangın (Incendies): 4

        İhanet (Partir / Leaving): 5.5

        İstila (Monsters): 7.5

        Kadın İsterse (Potiche): 4

        Kar Beyaz: 6.3

        Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde (Pirates of the Carribbean: On Stranger Tides): 5

        Kaybedenler Kulübü: 6.3

        Kayıp Özgürlük: 1.8

        Kırmızı Başlıklı Kız: Kötülere Karşı (Hoodwinked Too! Hood VS. Evil): 5.6

        Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street): 5.5

        Kimliksiz (Unknown): 5.5

        Kutsal Savaşçı (Priest): 7

        Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs / Little White Lies): 4

        Küçük Günahlar: 6

        Lanetli Miras (La Herencia Valdemar / Valdemar Legacy): 2.6

        Misafir: 1.4

        Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole): 4

        Rio: 5.2

        Son Gece (Last Night): 3.8

        Sucker Punch: 7.1

        Suçlu Kim? (Henry’s Crime): 4.9

        Şov Bizinıs: 1

        Tehlikeli Tutkular (Cherrybomb): 5.5

        Thor: 3.6

        Türkan: 2

        Yaşam Şifresi (Source Code): 4.4

        Zefir: 4.4

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar

        Sizlere daha iyi bir hizmet sunabilmek için sitemizde çerezlerden faydalanıyoruz. Sitemizi kullanmaya devam ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz. Detaylı bilgi almak için ‘Çerez Politikasını’ ve ‘Aydınlatma Metnini’ inceleyebilirsiniz.
        Bu çeviride Google Translete kullanılmıştır. Anlam ve çeviri hatalarından haberturk.com sorumlu değildir.