
Korkunun 'Inception'ı
24 HAZİRAN FİLMLERİ
Özüne “Entity”, “Poltergeist”, “Elm Sokağı Kabusu” gibi yapıtları alan ancak bunlardan yeni bir şey çıkarmak için yola çıkan bir eser. “Ruhlar Bölgesi”, ‘ruh filmi’ adı altında psikolojik, algı bozucu, gerçeküstücü, atmosfer odaklı, katilsiz, tekinsiz öğelerden dil belirleyen, doğal seslerden güç alan ve paralel evren motifine yüklenen bir alt tür üretirken, takipçilerinin sürecin devamında karşımıza çıkacağını ispatlıyor. Yönetmen James Wan, burada Oren Peli’nin yapımcı desteğini kullansa da esasen ‘Paranormal Activity’ anlayışını balık gözü objektif, çarpık açı, renk paleti gibi atmosfer teknikleriyle donatıp William Castle’vari tekinsiz yan öğelerle korku aşılamayı seçmiş. Ölüm-yaşam arasında kalmışlığa vurgu yapan mitolojik ara dünyanın ise yaratıcı ve plastik haliyle alanın içinden bir ‘ruh bölgesi’ ya da ‘paralel evren’ çıkartmaya yaradığı söylenebilir. Eğer “Başlangıç” rüyaların ya da belleğin katmanlarını bilimkurgunun içinde aralıyorsa, “Ruhlar Bölgesi”nin de o yolculuğun korkudaki karşılığını özgün bir şekilde sunduğuna şüphe yok. Wan’ın filmi zamanla değeri daha iyi anlaşılacak bir korku başyapıtı.
Yedi yıl önce “Testere”yle (“Saw”) çıkış yaptıktan sonra “Ölüm Emri” (“Death Sentence”, 2007) ve “Ölüm Sessizliği” (“Dead Silence”, 2007) ile de farklı alanlarda eserler verebileceğini ispatlayan James Wan, ilk filminin açtığı çığırı çok da umursamıyor belli ki. Zira seriye dönüşen o yapıt ‘oyunlu filmler’, ‘slasher filmi’ ve ‘istismar filmi’ alanlarının hortlamasına yol açmıştı. Ancak yönetmen, bu etiketi kullanmaktan özellikle uzak durarak bir intikam filmi aksiyonu ve özgün bir hayalet filmi çekmeyi seçti.
Korku klasiği “Entity”nin şanına yaraşır bir esin kaynaklığı yapıyor
Wan’ın son eseri ise “Poltergeist”ta (1982) gördüğümüz cin filmi, “Elm Sokağı Kabusu”nun (“A Nightmare on Elm Street”, 1984) metafiziksel slasher filmi ve “Karabasan”ın (“The Entity”, 1982) sinemaya soktuğu paranormal korku filmi alanlarından beslenen, ancak bunlardan yeni bir şey çıkarma amacından şaşmayan atmosfer-tekinsizlik odaklı bir korku denemesi. Ne ce yapıyor, ne görsel efektlere yükleniyor. “Ruhlar Bölgesi” (“Insidious”, 2010) kelimenin tam anlamıyla 1982 tarihli “Karabasan”ın katilsiz korku filmi mantığını günümüz olanaklarına uyarlamaya çabalıyor.
‘Görünmez bir öte dünya varlığı’nın cinayetlerine odaklanırken piyano tuşlarından, keman yaylarından, minimal seslerden veya klasik müzik ezgilerinden korku tonu aşılıyor. Öyle ki Sidney J. Furie’nin filmi bir kadına tecavüz eden bir varlığın ya da karabasanın katil olduğu, atmosfer odaklı yürüyen bir eserdi.
Wan’ın da burada oradaki yalnız ev kadınını canlandıran Barbara Hershey’i yan karakter olarak kullanması tesadüf değil. Bunun üzerine bu olayı düzeltmek için gelen ‘parapsikolojik güç tespit edici iki kafadar’ tiplemelerini de o zamanın yapısından seçip sakarlaştırması ‘retro bir selam’ çakmasını sağlıyor yönetmenin.
Metafiziksel varlıkların amacı insanları öldürmek değil
Böylece zaten her şeyi içeriye yapıştırarak üreyen postmodern bir sinema dili dokuduğunu belli etmiş oluyor. Perili ev filmi, gotik korku filmi, parapsikolojik korku filmi, paranormal korku filmi, cin filmi, metafiziksel korku filmi alt türlerinin arasındaki yolculuğunu da o başyapıtın çarpık açı, uzun plan, doğal renkler ve görünmezlikten gelen dehşetle yürüyen iskeleti izliyor.
Seyirci asla alışık olduğu gibi metafiziksel bir öğenin ya da katilin bütün insanları öldürmesini izlemiyor. Aksine kendi paralel evreninde ya da ‘astral dünya’da var olan ruhların perdenin herhangi bir yerinden geçiş yaptığını seyrediyor. Kimseye dokunmadan, sadece hedefleri olan kişiyi kontrollerine alarak yürüyen bu ‘varlık’lar bir bakıma paranormal ve metafiziksel bir cin filminin içinde olduğumuzu anlatıyor bizlere.
Ana karakterin uzun süre komada kalması asla şeytan çıkarma, cin çarpma gibi basit şeylerle açıklanmıyor. Aksine Wan, bu korkuyu da bozup ‘görünmeyen şeyler’ veya ‘kısa süre var olan sinsi varlıklar’ın üzerine gidiyor. Bu da atmosfer güdüsünü güçlendirip, uzun planlar, dingin geçişler ve çarpık açılar üzerine kurulu yönetmenliğin devir değiştirici gücüne güç katmış. James Wan, Shyamalan ve Nakata’nın geleneğini daha eklektik bir yapıya kavuşturuyor burada. Onların üzerine adeta William Castle’ın ‘tekinsiz öğeler’den güç alıp seyirciyi aktif hale getirme anlayışını ekliyor.
Korku filmlerinden güç alırken ideolojisini net belirlemiş
Aslında yönetmenin amacı paranormal korku filminin sınırlarını zorlayan daha önce yapılmamış bir şeye imza atmak. Bunun için de “Diğerleri” (“The Others”, 2001) gibi filmlerden yapıştırdığı öğelerin yanı sıra burada aslında ‘Paranormal Activity’ serisinin gerçekçi yönetmenlik stiliyle ilerleyen HD ile çekilmiş bir eser ile çıkageliyor.
Evin içindeki ‘göz hapsi’ ve ‘öznel korku’nun kaydırmalarla yürümesi bir tarafa; dramatik yapıda da birçok alt türle yüzleşiyoruz. Ancak noktalanan yer hiç de alışık olduğumuz gibi değil. Hedefi başka bir şey olan ruhlar ya da ötekiler ile insanların mücadelesi üzerine bir yapıt bu. Korkuda az ama öz örnekte gördüğümüz ‘paralel evren’ mantığının perdede görsel olarak canlanmasını görebiliyoruz burada.
Tekinsizliği ana korkutma maddesi olarak kullanması ve mitik açılımları dikkat çekici
‘Ölüm-yaşam arasında hapsolma durumu’na tekabül eden o bölge de, Wan’ın duman, mavi-kırmızı renk skalası ve balık gözü objektiflerle sardığı tek liderli algısıyla plastik ama şaşırtıcı bir noktaya açılıyor. Koruma görevlisinden tutun üç periye kadar her türlü mitik okuma mevcut orada.
Zira Wan’ın amacı çok sevdiği ‘yaşlı kadın’, ‘oyuncak bebek’, ‘başka dilde konuşan insanlar’ gibi tekinsiz öğeleri nasıl olursa olsun bir yerlere yerleştirmek. Onlardan korku aşılarken ayna, saat gibi perili ev motiflerine değişim geçirtmeyi de ihmal etmiyor yönetmen. Bunlara hayali alter ego canavarının da eşlik ettiği söylenebilir.
Yönetmenin esaslı hedefine ulaşırken bu duyguyu efektlerle desteklediği öte dünyayı ya da ‘mavi’ açılımlı paralel evreni birazcık da plastik bir inşa süreciyle desteklemesi ise “Ruhlar Bölgesi”nin yaratıcı bir ton da kazanmasını sağlıyor.
Balık gözü objektiflerle yürüyen bir estetik ve Freddy’e gönderme yapan bir varlık
Öyle ki yönetmen korkuyu paranormal-parapsikolojik güçlerden alırken, ölüm-yaşam arasında kalmışlık meselesine de hipnoz aracılığıyla özgün bir giriş yapmayı unutmamış. Zaten filmi de özel kılan, efektleriyle plastik ve kitsch (bayağı) durduğu zamanlarda dahi bir anlama erişmesi ya da paralel evreni ‘katil’ konumunda kullanması. Özellikle “Karabasan”da gördüğümüz balık gözü objektiflerin hakimiyetinin de ‘eski usul korku’ geleneğine yüzde yüz destek verdiği söylenebilir. Bunların özellikle ‘ruhani evren’in izinde devreye girdiğini görebiliyoruz.
Tabii “Elm Sokağı Kabusu”nun metafiziksel katili Freddy’nin ‘kurbanları rüyalara hapsetme ve onlara göre farklı şekillere girme’ güdüsünün de burada daha değişik bir boyuta taşındığına tanıklık edebiliyoruz. Bir çocuk düşünden ziyade nesnel bir korkunun izi, birbirinden farklı ‘metafiziksel öteki’lerle temsil ediliyor. Zaten esaslı sinsi varlığın kırmızı-siyah renklerle oluşturulmuş yüz makyajı ve uzun tırnaklarıyla Freddy’e gönderme yapmak için yerleştirildiği çok açık.
Etkisini hissetirmesi için 25 sene beklemek gerekebilir
Orijinal ismine atıfta bulunarak sinsi bir ruhun öyküsü olarak adlandırılabilecek “Ruhlar Bölgesi”, zaman zaman işin içine gore (kan pıhtısı) öğeleri de sokmasına karşın bunu ‘haddini bilen’ raddeye getirme konusunda tutarlı ve zeki. Tonunu çok iyi tutturuyor ve asla alt türlerin klişelerinde dolaşmıyor. Sürekli atmosferle, tekinsiz olan detayla ve minimal gerçeküstücü öğelerle tedirgin etmeyi amaçlıyor.
“Paranormal Activity”nin (2007) sinemasal ve fikirsel bazda daha yukarısına ulaşırken, nihai sonuçtaki ‘klişe’liği yansıtmaması ve HD kameranın içinde özgün takılması eldeki eseri onun üzerine yerleştiriyor. Tabii karşımızda ‘sinsi’ ruhlar üzerine ‘tekinsiz’ bir deneme olduğu unutulmamalı. Buna istinaden “Ruhlar Bölgesi”nin korkuyu allak bullak edip içinden ‘ruh filmi’ gibi bir alt tür çıkarıp çıkarmayacağını da zaman gösterecek. Ancak buradaki korku algısı o kadar eşsiz ki “Karabasan” sonrası “Paranormal Activity” için beklenen 25 seneden bir tane daha geçirmek gerekebilir.
FİLMİN NOTU: 10
Künye:
Ruhsal Bölge (Insidious)
Yönetmen: James Wan
Oyuncular: Patrick Wilson, Rose Bryne, Barbara Hershey, Leigh Whannell, Ty Simpkins, Angus Sampson, Lin Shaye
Süre: 105 dk.
Yapım Yılı: 2010
KOLU KANADI KIRIK BİR TARİHİ-EPİK
2000’lerde “Gladyatör”ün katkısıyla görkemli ve postmodern tarihi-epiklerin sayısı arttı. Bunun ışığında da belki fazlaca proje üretildi. Ancak genelde başarı sağlanamaması, bu eğilimi yavaş yavaş sonlandırdı. “Kartal” da belli ki 2010’da izlediğimiz önbölüm “Robin Hood”un doğal renkler ve el kamerasıyla türe katmak istediği ‘belgesel gerçekliği’ olgusundan beslenmek için yola çıkmış. Buna istinaden evrensel bir iyi-kötü mücadelesi inşa eden film, bunu demode bir kahraman öyküsüyle bütünlemiş. Böylelikle türün en kilit öğesi olan ‘görkemli sahneler’ kesilip atılırken nihai toplam kafası kolu olmayan bir insan vücudundan farksız hale gelmiş.
Tarihi-epiği nasıl bilirsiniz? Alışık olmadığımız bir coğrafyadan seslenen, görkemli savaş-çatışma sahnelerini öne çıkaran, geçmişte geçen, miyadı dolmuş bir kahraman portresi çizen ve gurur-onur mücadelesini perdeye taşıyan dönem filmi olarak. İşte “Kartal” (“The Eagle”, 2010) da bu noktadan başlamış yolculuğuna. Ancak “Gladyatör” (“Gladiator”, 2000) gibi bu alanı postmodernize eden bir renk paletine sahip olduğunu söylemek zor film için. Kevin Macdonald’ın eseri, sanki daha çok “Robin Hood” (2010) örneğini milat olarak görmüş gibi gözüküyor.
Gerçekçi olmak istenince türün kolu kanadı kırılmış
Bu noktada da adeta kolunu kanadını kesip ‘gerçekçi’ kisvesi altında hareket etmiş. Bu durum milattan sonra 140 yılında cereyan eden İskoç-İngiliz-Romalı mücadelesini perdeye taşıyan bir tür denemesi getirmiş karşımıza. Ancak türün hayranlarının son 10 yılda alışık olduğu görkemli sahnelerin varlığından söz etmek zor. Zira Kevin Macdonald, bu yukarıda adını verdiğimiz beş öğeden en izleyici dostu olanı çıkarmış ve “Devlet Oyunları”nda (“State of Play”, 2009) da gördüğümüz ‘el kamerası’ aşkını perdeye en safkan haliyle transfer etmiş.
Böyle olunca da dar açı objektiflerle ve dar-orta ölçekli planlarla çekilmiş savaş sahneleri izlerken kendimizi bir ‘yalancı belgesel’in (mockumentary) orta yerinde hissediyoruz. Yani görkem Ridley Scott’ın “Robin Hood”da yaptığı gibi gerçekçiliğe transfer edilmek istenmiş. Görüntü yönetimi konusunda gri tonlardan yükselen bir başarı gelmiş gelmesine ancak bizim ‘modern tarihi-epik’ adı altında görmek istediğimiz öğeleri yerle bir etmiş bu durum. Zira en kısa tanımıyla karşımızda demode duran bir tür örneği var. “Kartal”, zaman zaman John Cassavetes’in tarihi-epik çektiğini düşünmemize yol açsa da bu görüş bile karton kahraman hikayesi sebebiyle tamamına eremiyor.
‘Malta kartalı’ olmasın?
Bu bağlamda Romalı-Britanyalı mücadelesini küçük bir alana hapsedip kızılderili-kovboy ya da Arap-ABD’li çatışmasıyla alegorik bir bağ kurmasını sağlayan, bunun üzerine de ‘bir yenilmez armada’ ekleyen bir eser izliyoruz. Channing Tatum’un “Benimle Dans Et” (“Step Up”, 2006), “Fighting” (2009), “G.I. Joe: Kobranın Yükselişi” (“G.I. Joe: Rise of the Cobra”, 2009) gibi eserlere malzeme olduğunu bildiğimizden, onun yeni Russell Crowe olma arzusunu buradaki tek boyutluluğa hapsetmesini şaşkınlıkla karşılamıyoruz belki.
Ancak Macdonald’a sorsak muhtemelen kendi “Malta Şahini”ni (“The Maltese Falcon”, 1941) kartala çevirme gibi bir derdi olduğunu söyleyecektir. Zira Huston’ın filmindeki kalıcı ‘macguffin’ (film objesi) kullanımının burada altın kartala dönüştürüldüğü görülebiliyor. Bu da ‘markalaşma’ isteğinin bir göstergesi aslında.
Belli ki korku ve bilimkurguya yakışan şeyler tarihi epiğe uygun değil
Bunun yanında yönetmenin kuşaklar boyu intikam, kıyım ve gurur mücadelesine gerçekçi ton kattığını iddia etmesi de normal bir sonuç olarak karşılanmalı. Fakat süre iki saati bulunca böyle bir dokunuş korku ve bilimkurgudaki denemelerinden çok uzakta kalarak, ‘çekici tarafları yontulmuş bir tür filmi’ servis eder hale geliyor.
Böylece Macdonald’ın eseri, en bakmaya değer tarafları saf dışı bırakılmış tüysüz bir kartal kıvamında çakılıp kalmış. Bu da ne bir vahşet ne de bir seyirlik getirmiş. Geçtiğimiz yıllarda çekilen Neil Marshall imzalı “Son Savaşçı”nın (“Centurion”, 2010) ve Nicolas Winding Refn imzalı “Cennetin Kapısında”nın (“Valhalla Rising”, 2009) benzer zaman dilimlerinden buradakine göre daha postmodern tür örnekleri çıkardıklarını söyleyebiliriz. “Kartal” ise daha ‘modern’ noktasına daha gelememiş.
FİLMİN NOTU: 3.3
Künye:
Kartal (The Eagle)
Yönetmen: Kevin Macdonald
Oyuncular: Channing Tatum, Jamie Bell, Donald Sutherland, Dennis O’Hare, Mark Strong, Douglas Henshall
Süre: 114 dk.
Yapım Yılı: 2011
NAPOLEON DYNAMITE’IN AŞK MEVSİMİ
Wes Anderson’ın “Çılgın Liseliler” ile 12 sene önce başlattığı ve geçen süreçte “Napoleon Dynamite”, “Juno” ve “Jerome’un Planı” gibi kayda değer eserler veren anti-kahramanlı absürd gençlik komedisi alanının yeni bir ürünü. “Çömez”, bu alternatif bağımsız sinema formülüne tutunmasına ve ondan genç erkek-olgun kadın ilişki meselesine açılmasına karşın, yaratıcısı Jeffrey Fine’ın senaryosal başarısını yönetmenliğe taşıyamaması ile irtifa kaybediyor. Ancak yine de alanda yapılan şeyleri ‘Çılgın Liseliler-Aşk Mevsimi’ karışımı bir yapıyla sunan saygı duyulası metni, oyunculukları ve espri skalasıyla dikkat çekici bir eser var karşımızda.
Son 10 yılda bağımsız sinemada çokça görmeye alıştığımız anti-kahramanlı, çizgi romansı ve işlevsiz aileli absürd komedi geleneğinin son temsilcilerinden biri. Amerikan bağımsız sinemasının tipik bir örneği olan “Çömez” (“Cherry”, 2010), geleceğin Jason Schwartzman’ı olma konusunda ant içmiş Kyle Gallner’ın Cherry lakaplı ana karakteri Aaron’dan güç alıyor çokça. Bu bağlamda da Wes Anderson’ın bu eğilimden 1998’de çıkarttığı ‘gençlik komedisi’ ayağına yeni bir ekleme yapmakta sıkıntı çekmiyor.
Gerçek bir yönetmenin eksikliği hissediliyor
“Çömez”, “Çılgın Liseliler” (“Rushmore”, 1998), “Napoleon Dynamite” (2004), “Jerome’un Planı” (“Art School Confidential”, 2006), “Rocket Science” (2007) ve “Juno” (2007) gibi bu konseptin içinde ihtisas yapmış yönetmenlerin işlerinin en genç temsili. Ancak belli ki Fine, henüz Wes Anderson, Jared Hess, Terry Zwigoff veya Jason Reitman gibi ‘alternatif çizgi roman’ gözü olan bir yönetmen değil. Bu noktada da üçüncü filmini vermesine karşın TV odaklı çalışmasının bedelini ağır ödemiş gibi. Zira filmin görüntü yönetmeninin ve kurgucusunun da aynı tabandan gelmesiyle birlikte neredeyse ‘görsel yapısız’ bir eserle yüzleşiyoruz.
Böylelikle aslında fazlaca ciddiye alınabilecek bir yapıt, karakterlerine, oyuncularına, senaryosuna ve iddialı meselesine odaklanarak sadece hoşça vakit geçirir hale gelmiş. Fine’ın kalemindeki özeni sürdürürse yönetmenlikte de işlev verebileceğini düşünmek olası. Ancak buradaki eserin RED’in el kamerası algısı ile ürediğini ve kaza sahnesi başta olmak üzere birkaç dönüş noktasında hasar gördüğü söylenebilir. Tüm zaaflarına karşın samimiyeti, espri yaratma becerisi ve çok boyutlu karakterleriyle kendini izlettirdiğine şüphe yok.
“Aşk Mevsimi”nin izinde bir genç erkek-olgun kadın ilişkisi omurgası kurmuş
Açılış sekansındaki ‘okula nerd (ezik-kaybeden) olarak girdim’ içsesinden başlayarak gerçek bir ‘alternatif’ koku filmin ruhuna sinmiş. Bu bağlamda da Kyle Gallner, Laura Allen, Brittany Robertson ve D.C. Pierson; ‘kaybeden’, ‘olgun aşık’, ‘genç sevgili’ ve ‘çapkın arkadaş’ gibi klişe prototiplerde samimi performanslar sergiliyorlar. Film de bundan güç alarak Mike Nichols’ın “Aşk Mevsimi”ne (“The Graduate”, 1967) atıfta bulunan bir olgun kadın-genç erkek ilişkisi mizansenine meylediyor.
Buradan çıkarttıkları konusunda ‘14 yaşındaki kız mı, 30 yaşındaki kadın mı?’ gibi tabusal soruların izini sürmesiyle ilginç noktalara açılıyor “Çömez” açılmasına. Hatta senaryosal anlamda dramatik çatısında kimi boşlukları olsa da Fine’ın eğlenceli bir ‘seks komedisi’ güdüsü aşıladığını da itiraf etmeliyiz. Ancak bu cesur meseleyi Roger Michell’in “Ana”sı (“The Mother”, 2003) ya da Richard Eyre’ın “Skandal”ı (“Notes on a Scandal”, 2006) kadar çekici ya da iddialı bir noktaya taşıyamıyor bir türlü yönetmen.
Sadece samimi, izlenir, şaşılası ve eğlenceli noktalara götürüyor. Bağlandığı yerin doğru olduğunu söyleyebilsek de filmin, ileride çıkaracağı yıldız oyuncu oranıyla anılabileceğini tahmin etmek daha realist bir yaklaşım olur. Zira ne çizgi romansı absürd gençlik komedisi alanında, ne de genç-olgun ilişkisi konseptinde daha önce görmediğimiz yerlere açılabiliyor bu eser. Ancak ‘gençliğin arasında tabuları araştıran bir film’ etiketiyle izleyicisine hoşça vakit geçirme imkanı sunduğunun farkında olması sevindirici “Çömez”in.
FİLMİN NOTU: 5.5
Künye:
Çömez (Cherry)
Yönetmen: Jeffrey Fine
Oyuncular: Kyle Gallner, Laura Allen, Brittany Robertson, Esai Morales, D.C. Pierson, Zosia Mamet, Matt Walsh
Süre: 98 dk.
Yapım Yılı: 2010
DİŞLEK HANIMIN GÜNDÜZ DÜŞLERİ
10 senedir Hollywood’da işlev veren ana akım hikaye anlatma sinemasına hakim İngiliz yönetmen Nigel Cole’a, belli ki “Kadının Fendi” ile İngiltere’ye geri dönmek yaramamış. Zira 1968 yılında gerçekleşen ve feminist alt metinler bulunduran cinsel eşitlik grevinin altını dolduramayan dramatik yapısı sebebiyle, belini ‘tipler’e ve ‘olaylar’a bağlamak durumunda kalan bir eserle yüzleşiyoruz burada. “Kadının Fendi” eski model bir gerçek hikaye uyarlaması olarak karakterlerini abartılı oyunculuklara ve makyaj efektlerine hapsedince de, Hollywood’un 1990’lardaki ‘başarı hikayesi’ çıkarımlarını hatırlatmaktan kurtulamamış.
“Grace’i Kurtarmak” (“Saving Grace”, 2000) ile sinemaya girdikten sonra Hollywood’a açılan Nigel Cole, son filminde bir kadın hikayesi anlatmak için soluğu yeniden İngiltere’de almış. Aslında İngiliz sinemasının Hugh Hudson gibi yönetmenlerinin ekolünden giden Cole’un komedi ile dramı iç içe geçirme zekası olağanüstü. Bunu kabul etmeliyiz. Zira kariyerinde de söylediğimiz şeyin örneklerini çokça görebiliriz. Onun eserleri iddialı değildir ama zanaat becerisiyle her zaman ‘garanti’ verir izleyicisine.
Karakterler tip, senaryo sinopsis düzeyinde kalınca...
Burada ise sanki 1968 yılına açılan yönetmen, Dagenham’daki cinsel eşitlik grevini ele alırken eski model bir gerçek hayat uyarlamasına imza atmayı seçmiş. Elimizde 2.35:1 formatında çekilmiş ve mükemmel (Amerikalıların deyimiyle well-done) gözüken bir eser var evet. Ancak Cole, burada ilk yapması gereken iş olan dramatik yapıdaki boşlukları çözememiş. Bu sebeple de başta Sally Hawkins’in canlandırdığı ana karakter olmak üzere karakterlerin tamamı ‘tip’ düzeyinde kalmış.
Zira onun kocasıyla ilişkisinden feminist haykırışına kadar dramatik yapıdaki hiçbir yan öğe ya da damar konusunda bir inandırıcılık görmüyoruz. Bunun ana sebebi “Kadının Fendi”nin gerçek hikayeden uyarlanmasının getirdiği zamansal dağılım sorunsalı.
90’lardan kalma bir başarı hikayesi
Bunun üzerine Hawkins’in bütün filmi dişlek geçirerek ‘abartılı makyaj’ rekoru kırması ve “Daima Mutlu”dan (“Happy-Go-Lucky”, 2008) kopma ‘şirinlik muskası’ karakterinin anti-feminist hali de eklenince sanki bütün tamamlanıyor gibi. Tabii Rosemund Pike, Miranda Richardson gibilerinin de Hollywood’un ve Akademi’nin sevdiği o ‘makyajla kimlik değiştirme’ hali, 2010 tarihli “Şampiyon” (“Secretariat”) gibi 90’larda gördüğümüz popüler başarı hikayelerinden birine dönüşmesini sağlıyor eldeki yapıtın.
“Kadının Fendi”, yola çıkış noktasında ‘sosyal bir meseleyi ele alıp hikaye anlatma sinemasıyla geniş kitlelere ulaştırma’ gayesi açısından son derece şart bir proje. Ancak Nigel Cole, nedendir bilinmez ama ülkesine adapte olma konusunda sıkıntı çekmiş. Böylece bütün filmi makyajlı, tuvaletli ve adeta sınıfsal bir temsil sunmayan oyuncuların mücadelesi üzerine kurmak durumunda kalmış. Oyuncu performanslarının ‘dışa dönük’ (external) ve ‘yapay’ duruşları da buna destek olunca, başarı hikayesinin dahi inandırıcılığı kalmıyor elbette.
FİLMİN NOTU: 3.5
Künye:
Kadının Fendi (Made in Dagenham)
Yönetmen: Nigel Cole
Oyuncular: Sally Hawkins, Miranda Richardson, Bob Hoskins, Rosamund Pike, Jaime Winstone, Andrea Riseborough
Süre: 112 dk.
Yapım Yılı: 2010
50 YILLIK YÜRÜYÜŞ
Çıkış noktasına bakınca, 2. Dünya Savaşı döneminde Polonyalı, Sovyet ve iki Amerikalı olmak üzere dört bireyin kıyımdan-kamptan kaçma hikayesini ‘çok dilli’ hale getiren dikkat çekici bir eser olarak anılabilir. Ancak bunu Peter Weir’in inancıyla 50’lerde westernin ‘yaşam mücadelesi macerası’na dönüştüğü türsel omurgaya transfer etmiş “Özgürlük Yolu”. Böyle olunca da ilk 40 dakikalık kısmı kenara bıraktığımızda aynı açılardan çekilmiş 90 dakikalık yürüyüş sahneleri bütünü ile yüzleşiyoruz. Gus Van Sant gibi bunu soyut duyguya kavuşturacak yönetmen ihtiyacı ise ancak yetenekli oyuncuların hırpalanmasıyla sonuçlanabilmiş.
1930’ların sonunda 2. Dünya Savaşı’nın öncesinde geçen bir Sovyet-Polonyalı-Amerikalı koalisyonu olarak ansak yeridir. “Özgürlük Yolu” (“The Way Back”, 2010), 1956 tarihli ‘Yürüyüş Yolu’ isimli romandan yola çıkan bir macera filmi en kısa tanımıyla. Ancak bunu son derece eski model kalıplarla yapması birazcık etkileyici metnin geri plana itilmesini sağlıyor.
Çok dilli başlayan yapı, ‘yol’a sapınca soyut bir yönetmenliğe ihtiyaç duymuş
Zira 70’lerden beri film üreten Peter Weir’in hikaye anlatma becerisini bilsek de burada ‘savaşın etkisinin dili birdir’ meselesini yerine ulaştıramadığı bir gerçek. Aslında karşımızdaki eserin tamamını İngilizce çekmeyip birçok dili iç içe geçiren bir yapıyı tercih etmesi, ideolojik olarak takdir edilesi bir düstura açılıyor kabul edelim.
Ancak gelin görün ki yönetmen hem fazla Amerikancı-emperyalist bir bakış açısıyla hem de demode ve süresi bitmek bilmeyen bir türsel güdüyle incelemiş meselesini. Böyle olunca da “Özgürlük Yolu” açılış bölümünü bir kenara bırakınca, çölde ve karlık bölgede serapların bulunduğu bir çerçevenin içinde ard arda kurgulanmış yürüyüş sahnelerinden oluşan bir bütüne yaslıyor sırtını. Bir bakıma Gus Van Sant’in “Gerry”sinin (2002) veya Bertolucci’nin “Çölde Çay”ının (“The Sheltering Sky”, 1990) soyut dünyalarını hatırlatan bir yapıya sahip.
‘Yaşam mücadelesi macerası’ formülünü izleyerek 1950’lere geri gitmiş
Bu sebeple de yönetmen meselesine yaklaşırken esir kampından kaçma sahnesi, donup ölme sahnesi gibi şeyleri arka plana itip ‘destansı bir yaşam mücadelesi filmi’ üretmek için kolları sıvamış. Böylece Amerikan sinemasında 1950’lerde üretilmesine alışık olduğumuz 70’lerde aksiyona transfer olan formülü en eski haliyle karşımıza getirmiş. Bir bakıma kafasının bir yerinde saklı o ‘nostalji’ hissini harekete geçirmiş Weir.
“Özgürlük Yolu”, westerin cavalry western alt türünden maceraya meylettiği 50’lerin sonundaki dönemin vurgusunu akla getiren bir eser. Buna istinaden yönetmenin karşımıza çıkardığı şey, bir anlamda süresi iki saati geçen aralıksız bir yol alma deneyimine dönüşüyor. Böylece ilk 40 dakikada gerçekleşen esir kampındaki birliktelik, kaçış ve doğaya yerleşmenin devamında sürekli düşüp neredeyse anlamsız bir yürüme senfonisine ulaşıyor.
Weir’in ilk dönemindeki yönetmenlik geleneği filmi kurtarabilirmiş
Bundan sonrası için Peter Weir’in klasik western çekip çekmeyeceğini ise merakla beklediğimizi söyleyebiliriz. Zira burada yaptığı ne soyut yol filmlerinin, ne modern Amerikan yol filmlerinin, ne de aksiyon denemelerinin dokusunu anlatıyor. 80’lerin eskimiş macera filmlerinden bir tutam daha sunuyor sadece…
Anlayacağınız gerçek anlamda Terrence Malick, Monte Hellman, Gus Van Sant gibi sinemaya soyut-bozucu yaklaşımlarıyla bilinen yönetmenlerin ihtiyacı hissedilmiş burada. Onlar olmasa bile en kolay yoldan, Weir’in ‘Hollywood’ batağına batmamış ilk 10 senesindeki yönetmenlik anlayışı da kurtarabilirmiş “Özgürlük Yolu”nu içine düştüğü sinemasal açmazdan.
FİLMİN NOTU: 3
Künye:
Özgürlük Yolu (The Way Back)
Yönetmen: Peter Weir
Oyuncular: Jim Sturgess, Colin Farrell, Dragos Bucur, Ed Harris, Mark Strong, Saorsie Ronan
Süre: 137 dk.
Yapım Yılı: 2010
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
Ateşli Oda (Habitación en Roma / Room in Rome): 7.9
Başka Bir Yerde (Somewhere): 8.2
Beastly: 5.2
Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): 4.3
Dehşet Evi (Secuestrados / Kidnapped): 6.6
Demir Kapılar (Iron Doors): 4.1
Devlerin Günahı (There Be Dragons): 3.5
Gönül Avcısı (L’Arnacoeur / Heartbreaker): 5.3
Gördüğüm En Güzel Kadın (La Prima Cosa Bella / The First Beautiful Thing): 5.5
Hangover 2: Felekten Bir Gece Daha (The Hangover: Part II): 5.3
Hanna: 7.9
Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires): 4.3
Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu (Fast Five): 4
Hop: 3.7
İhanet (Partir / Leaving): 5.5
Kadın İsterse (Potiche): 4
Kar Beyaz: 6.3
Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde (Pirates of the Carribbean: On Stranger Tides): 5
Kaledeki Yalnızlık: 5.2
Kayıp Hazine ((St. Trinian’s 2: The Legend of Fritton’s Gold): 1.2
Kırmızı Başlıklı Kız: Kötülere Karşı (Hoodwinked Too! Hood VS. Evil): 5.6
Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street): 5.5
Koğuş (The Ward): 7.3
Kung Fu Panda 2: 6.2
Kutsal Savaşçı (Priest): 7
Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs / Little White Lies): 4
Küçük Günahlar: 6
Lanetli Miras (La Herencia Valdemar / Valdemar Legacy): 2.6
Misafir: 1.4
Mutlu Azınlık (Happy Few): 8
Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole): 4
Mutluyum, Devam Et (Happythankyoumoreplease): 2.9
Ödünç Sevgili (Something Borrowed): 4.1
Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile: 4.9
Ömrümüzden Bir Sene (Another Year): 6.5
Sevimli Cüceler: Cino ve Jülyet (Gnomeo & Juliet): 4.3
Super 8: 3.5
Şeytanı Gördüm (Akmerul boatda / I Saw the Devil): 7
Suçlu Kim? (Henry’s Crime): 4.9
Şov Bizinıs: 1
Thor: 3.6
Troll Avı (Trolljegeren / Trollhunter): 4.2
Tuzak (Wrecked): 2.8
Türkan: 2
X-Men: Birinci Sınıf (X-Men: First Class): 6
Zor Hedef (À Bout Portant / Point Blank): 5.4
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
keremakca@haberturk.com