
Mortgage'a hayır, aşka evet!
8 TEMMUZ FİLMLERİ
90’ların iki romantik-komedi figürünü, Tom Hanks ile Julia Roberts’ı bir araya getiren bir proje. Ancak türün içine ‘sosyal komedi’ yolundan girmesi sebebiyle Hanks’in yerine ‘güldürü kabiliyeti olan’ bir oyuncunun ihtiyacını duyduğuna şüphe yok bu eserin. Buna karşın “Larry Crowne”, Amerikan toplumunun mortgage sorununu doğru bir yerden yakaladığı hikayesiyle dikkat çekerken, yan karakter yazma becerisiyle de belli ölçüde eğlence depoluyor. Bunlara sinematografik tecrübeden katkı alan bir yönetmenlik gözü ve idare eden Julia Roberts da eklenince, hedefini tam yakalayamasa da izleyicisini doyuran bir yapıt çıkıyor. Filmin özellikle oyuncu Hanks yönetmen Hanks’e çelme takmadığı anlarda sinema salonundan kendini iyi hissederek ayrılmak isteyenler için ideal bir tercihe dönüştüğünü belirtmeliyiz.
Holllywood’un dönen çarkının içinde belli efsaneler inşa etmek de modadır aslında. Bu hep böyle olmuştur, olmaya da devam edecektir. Geçmişte Steve McQueen ile Dustin Hoffman’ın, Marlon Brando ile Edward Norton’ın veya Al Pacino ile Robert de Niro’nun karşılaşmaları; kitleleri fethetmekle kalmamış, iz dahi bırakmıştır. “Larry Crowne” (2011) da 90’ların Meg Ryan, Tom Hanks, Julia Roberts ve Hugh Grant’in varlığıyla yükselen romantik-komedi eğiliminin en popüler iki ismini bir araya getirmek için yola çıkmış bir proje.
Klasik romantik-komediden uzak durması bir mesaj kaygısı getirmiş
Aslında ortaya çıkan sonucun beklenen düzeyde olmadığını kabul etmeliyiz. Ancak Nia Vardalos’un kısmi senaristlik becerileri, Philippe Rouselot’nın sinematografik cinliği ve Tom Hanks’in yönetmenlik koltuğundaki hakimiyetiyle izlenirlik aşıladığını da söylemek şart halihazırdaki toplamın. Kabul edelim, bu noktaya gelirken belirgin zaaflara kapılmasına karşın kimi avantajlardan da yararlanmayı bilmiş bu eser.
Bunların en başında klasik romantik-komedi çerçevesinin uzağında bir iskelet kurup ‘devletin kurallarına ayak uyduramayan orta sınıf mensubu bir adamın varoluş hikayesi’ne odaklanması var ilk olarak. Zira “Larry Crowne”, esasen işinden kovulmasıyla birlikte mortgage’lı evini kaybetme riskiyle yüzleşen bir ferdin hikayesini ele alıyor. Filmin bunu ‘sosyal komedi’ omurgasından portrelemesi de aslında alana uygun bir oyuncunun varlığını aratıyor.
Sosyal komedi iskeletinden romantik-komediye kaykılmış
Örneğin “Dick ve Jane İş Başında”da (“Fun With Dick and Jane”, 2005) işsizlik sorunu Jim Carrey’nin mizacıyla çekici ve derin hale gelebilmişti. Burada ise son yıllarda artan mortgage sorunsalını odak noktasına alan dramatik yapının, temasal anlamda gittiği nokta aslında doğru. Çünkü kendini devletin bu ‘uzun vadeli garanti ev’ gerçeğine bağlamak durumunda kalan bir orta sınıf bireyinin yeniden üniversiteye yazılması sürecinde yaşadığı ‘durum komiklikleri’ni masaya yatırıyor film temelde.
Ancak bu noktadan keskin bir sosyal komedi çıkarmaktan ziyade araya Julia Roberts’ı sokarak bir romantik-komedi örgüsü kurmak ana amaca dönüşmüş. Buna paralel olarak varoluş hikayesinin Tom Hanks yoluyla gelen ‘belden aşağı komedi kartonluğu’, ‘tonsal zaaf’ ve ‘çiğ müzik skalası’ sebebiyle yerine ulaşmadığı söylenebilir. Zira “Larry Crowne”ı izlerken Hanks’in ana karaktere uygunsuzluğu her daim anlaşılırken, yan tiplemelerin ve Julia Roberts’ın filmi kurtarmak için direndiğini sezebiliyorsunuz.
Oyuncu Tom Hanks, filmin en zayıf halkası
Buna istinaden özellikle Cedric the Entertainer, Gugu Mbatha-Raw, George Takei ve Pam Grier’ın sahne aldığı anlarda mizah zekası yükseliyor. Onun dışında Hanks’in sakarlıklarını izlerken garip ve uç noktalara doğru adeta ‘Jerry Lewisesk’ bir açılım sağlandığı da oluyor. Oyuncunun orta sınıf kademesel düşüşünü vurgulamaya yarayan sorunlu karakteri canlandırırken hiç de psikolojik bir katkı yapamadığı, sadece yüzündeki yaşlılık belirtileriyle sayılır hale geldiği ortada.
Bu sebeple de film; dramatik yapıdaki ciddi zaaflardan hasar görmesine karşın yönetmenlik becerisi ve senaristinin yan karakter yazma becerisiyle birazcık ayakta durabiliyor. Zira aşk omurgası dahi William Wyler’ın “Roma Tatili”nde (“Roman Holiday”, 1953) Audrey Hepburn-Cary Grant ikilisinin ‘motosikletli aşıklar’ portresi üzerinden kurulmuş. Filmin afişi ondan alıntılanırken, bunun hikayesel derinliğine ‘Easy Rider’vari özgürlükçü bir motosiklet çetesi eklemlenmiş. İlginçtir Hanks’in varoluşsal ‘kimlik’ meselesinin inandırıcılığını daha da zedeleyen şey, Gugu Mbatha-Raw’un siyahi Talia karakteri dışındaki o klana mensup bireylerin tip düzeyinde kalması olmuş.
Rousselot’nun da katkısıyla derdini anlatabilen bir yönetmenlik
Her şeye rağmen açılış sekansından itibaren yedinci sanat yolculuğuna Fransa’da başlayıp Hollywood’un son 15 senesinin en gözde görüntü yönetmenine dönüşen Philippe Rousselot’nun da katkısıyla Hanks’in yönetmenlik becerisi birinci sınıf. Zira Larry Crowne’ın girişte sistemin rayları arasında sıkışmışlığını ‘küçük ekranlar’ ve bir kavanozun tutma sapı boşluğunun flu kalması gibi numaralarla yansıtan görsel yapının, kovulma sonrası yalnızlık portresini de arkada net kalan karakterin geniş planıyla vurgulaması dikkat çekici.
Bunun devamında Roberts’ın canlandırdığı konuşma öğretmeni Tainot’nun da adeta sürekli okulun içindeki koridorun ‘beyaz’ ve ‘konformist’ halinin içinde yürürken belirmesi sürpriz değil. Aynı durum ekonomi öğretmeni Dr. Matsutani’nin ‘liderlik’ figürünü vurgularcasına; düz açı, alt açı ve farklı objektif çeşitlerinin arasında gidilip gelinmesi için de geçerli. Bu bağlamda karakterlerin içine düştükleri açmazları kavrayabilen ve buradan aşk çıkarabilen bir görsel sorumluluk yatıyor “Larry Crowne”ın arkasında.
Dramatik çatı, tekdüze müzikten ve sahnesel boşluklardan zarar görmüş
Bu sanatsal doluluk romantik-komediyi vasatın üzerine zaman zaman çıkarırken, mizahi yan öğeleri de daha etkileyici ve eğlenceli kılıyor. James Newton Howard’ın müziklerinin tempo ve duygu belirleme sürecinde tekdüzelikten mustarip olmasını bir kenara bırakınca ötede kalan ‘teknik taraf’ın iyi işlediğini belirtebiliriz.
Bu bağlamda karşımıza sanki dramatik yapısının çatısında ‘sahnesel’ boşluklar olduğu için birçok hasar gören, Tom Hanks’in performansıyla da özdeşleşme noktasında sıkıntı çeken bir yapıt çıkıyor. Yoksa sinemaskop oranında işçilik çok iyi. Hatta Hank-Rousselot ikilisi ilerleyen dönemde de beraber çalışabilir. Ama elbette ‘oyuncu Hanks’i bir kenara bırakırlarsa!
FİLMİN NOTU: 4.1
Künye:
Larry Crowne
Yönetmen: Tom Hanks
Oyuncular: Tom Hanks, Julia Roberts, Gugu Mbatha-Raw, Cedric the Entertainer, Taraji B. Henson, Pam Grier, Rita Wilson, George Takei, Roxana Ortega,
Süre: 99 dk.
Yapım Yılı: 2011
EĞİTİM GÖRMEMİŞ SERSERİLER
Orijinal isminin gerçek açılımı ‘eğitim görmemiş serseriler’ olan yapıt, oyuncu Peter Mullan’ın yönetmenlik becerisini gözler önüne seren bir eser. İskoç işçi sınıfına mensup bir çocuğun ayakları üzerinde tutunma hikayesini, ailenin baskıcı tutumu, okuldaki şiddet eğilimi ve dini zorunluluklar üzerinden perdeye aktarıyor. “Serseriler”, bunu 70’lerin dokusunu ayakta tutan grenli bir pelikül çeşidi ve renk paletinin katkısıyla anlam yaratır hale getirerek ‘şiddeti ele alan filmler’ arasında kendine özel bir yol açmayı beceriyor. Böylelikle Mullan’ın Ken Loach ve Mike Leigh gibi geleneksel İngiliz yönetmenlerin uzağında bir ‘sosyal sınıf anlatıcısı’ olduğunu ispatlıyor.
Hıristiyanlık tabanlı bir eğitim sistemi, içki ile şiddeti körükleyen bir aile tablosu ve tehlikeli bir sokak kültürü. İşte John McGill, bunların içinde bir hayat kurmaya çabalıyor. 15 yaşlarındaki karakterimiz, bir taraftan okulunda eline kamçı yerken, evine geldiğinde de babası tarafından tehdit görüyor. Çare olarak mı ne buluyor? Elbette bu toplumsal kroşelerden ister istemez bir şiddet eğilimi çıkıyor ortaya.
Geleneksel İngiliz sinemasının ilerisinde bir hikaye anlatıcısı
“Serseriler” (“Neds”, 2010), belki daha önce çokça gördüğümüz ‘çocukların şiddet ile imtihanı’nı ele alan filmlerin bir yenisi. Ancak “Orphans” (1998) ve “Günahkar Rahibeler”den (“Magdelene Sisters”, 2002) sonra bir kez daha dramatik yapısının içine tepeleme din, toplum ve felsefe dozajı yerleştiren Peter Mullan’ın, hikaye anlatma geleneğiyle seyircisini ‘çarpıcı’ bir çerçeveden selamladığına şüphe yok.
Zira yönetmen burada belki Mike Leigh ile gelen orta-yakın plan odaklı açılarla akan hikaye anlatma sineması kalıplarından etkileniyor. Bunun yanında İskoç aksanlı karakterler yoluyla da Britanya kültüründen hafif yabancılaştırıcı bir toplam sunuyor.
Sinemaskop formatında 70’lerin duygusunu harekete geçirmiş
Ancak bunu yaparken 2.35:1 sinemaskop formatında çektiği eseri için 70’lerin duygusunu harekete geçiren pastel renklerle, çocuksu bir ruhun analizini yapmayı da ihmal etmiyor. Bu durum da bizi şiddetin son derece uysal, yaş ortalaması düşük ve bir o kadar da tehlikeli bir noktadan fışkırdığı gerçeğiyle yüzleştiriyor. Yeşil, sarı, kırmızı gibi renklerin doğal renk skalasının yerini aldığı bu evren mekana göre de değişkenlik gösteriyor.
Mullan, haç imgesinin tahtasında durduğu okul sınıfında, kamerasını arka plandaki şiddetten boş bir duvara yönlendirerek sarı-turuncu renklerle ve ince seslerle göstermeden etki yaratmayı beceriyor (locked-down shot tekniğinin katkısıyla). Eve gelen John’un odasına çıktığı anlarda ise kapkaranlık ev tablosunu, aşağıya koyduğu geniş açı ile adeta ‘bir köle yurdu’ olarak görselleştiriyor. Bunun üzerine çerçevenin önüne yerleştirilen kendisinin canlandırdığı baba karakteri de, küfür rekoru kıran ve saldırganlığa varan dolu dolu portresiyle ‘korkutucu’ tabloyu tamamlıyor.
Her yaşam alanı için farklı bir görsel anlayış
Anlayacağınız okuldaki suç eğilimleri evde kara film atmosferine bırakıyor kendisini. Bu baskı bir sıkışmışlık ise eğer, elbette dış mekan da bir şiddetsel patlama yaratıyor. Bir süre sonra okuldan uzaklaştırılan John’un, çocuklardan etkilenip sokak kültürünün içinde ‘baskı kuran ana birey’ haline gelip kademe atladığı yeni bir düzene açılıyoruz. Orada da doğala yakın renkler ve uzun planlarla yansıtılan 70’lerin İskoç işçi sınıfının gerçeklerinin, sonda ‘tehlikeli bir dönem’ tasviri yapan çayırlı-aslanlı tabloya varacak kadar iç kıyıcı olduğunu söyleyebiliriz.
Mullan, burada bir kez daha hikaye anlatma zekasını kanıtlarken, bundan sonra da din, toplum, eğitim sistemi, kilise gibi asla vazgeçilemeyecek kurumlar hakkındaki söylemlerine devam edeceğini ispatlıyor. Yönetmenin İngiliz sosyal gerçekçi sinemasının gelenekselleşen ‘kitchen sink drama’ formatını geliştirip köklerinden arındırdığına şüphe yok. Ancak bir sonraki filminde süreyi çok fazla uzatmaması dileğiyle...
FİLMİN NOTU: 6.5
Künye:
Serseriler (Neds)
Yönetmen: Peter Mullan
Oyuncular: Conor McCarron, Peter Mullan, Greg Forrest, Gary Lewis, Marianna Palka, Joe Szula, John Joe Hay
Süre: 107 dk.
Yapım Yılı: 2010
GERİL AMA MANTIK ARAMA!
1990’ların erotizm, cinsel saplantı, tutku, ihanet gibi kelimelerle akla gelen psikolojik-gerilimlerinin 2011 şubesi. “Kiracı”, böylesi bir saplantıya maruz kalan bir kadının şehir hayatının mahremiyetsizliğinin içindeki mücadelesini; şaşılmadık bir şekilde ‘eşinden ayrılıp feminist iş kadını olursan doğranırsın!’ gibi bir motivasyona dayandırıyor. Görsel açıdan çok iyi bir işçilik sunan eserin yönetmeninin yolu açık. Başrol oyuncusu Hilary Swank de yine kalitesinden ödün vermiyor. Ancak dramatik yapı ve karakter gelişimlerinin ‘kalem’sizliğinin tartışmasını yapmak bile ayıp. Peki efsanevi korku şirketi Hammer Films’in 30 yıl sonraki ilk üretimi “Kiracı”, şirketin yeniden doğuşu olarak algılanabilir mi? İşte filmin esas zihinlerde canlandırdığı soru bu.
Hitchcock yaşıyor olsa idi, şüphesiz mirasının böyle kullanıldığını görse utanç duyabilirdi. Zira onun ‘şüphe’, ‘tansiyon’ ve ‘atmosfer’ dolu psikolojik-gerilimleri 90’lardan beri ‘erotizm’, ‘stil’ ve ‘türsel karmaşa’ ile yoğurulmaya başlandı. Aslında “Temel İçgüdü” (“Basic Instinct”, 1992), erotik-gerilim olarak görülse de kara film, polisiye ve slasher filmi kalıpları açısından en az “Yedi” (“Se7en”, 1995) ve “Kuzuların Sessizliği” (“Silence of the Lambs”, 1991) kadar belirleyici bir filmdi. Ancak 90’larda daha çok ‘psikopat ve alımlı bir erkek veya kadının tehdidi’ üzerine yerleşen tür denemelerinin üremesine yol açtı.
50’lerin Hitchcockyen röntgenci tiplerinin en demode temsilcisi
Böylesi eserlerden nasibini alan 2011 tarihli “Kiracı” (“The Resident”) da aslında Polanski ve Hitchcock’un filmlerini hatırlamamızı sağlıyor. “Trendeki Yabancılar”ın (“Strangers on a Train”, 1951) ve “Kadın Katili”nin (“Peeping Tom”, 1960) ‘röntgenci manyak’ tiplerinin günümüze yansımalarından bir örnekleme sunuyor öncelikle.
Ancak bunu yönetmenlik düzeyinde bir teknik işçilik başarısına dönüştürse de Jeffrey Dean Morgan’ın oyunculuk ve karaktersel boyut noktasında tıkanıp dramatik çatıyı darmadağın etmesi bahsettiğimiz 90’lar ekolünü yeniden canlandırıyor. Hem de ‘antik çağ’dan kalma bir kötü adam tiplemesiyle...
Hammer Films’in yeniden hareketlenmesini sağlayabilir mi?
Aslında bu noktada Atom Egoyan’ın “Büyük Hata”sı (“Chloe”, 2009) ile akraba bir filme dönüşüyor Antti Jokinen imzalı eser. “Kiracı”, RKO ile Universal’ın korku üretimlerine 1930’ların sonuna doğru İngiliz rakip olarak doğan Hammer Films’in otuz yıllık aranın ardından yeniden hareketlenmesini sağlar mı bilemeyeceğiz. Ancak burada son 20 dakikayı ve Morgan’ın karakterini dışarıda bırakınca bir çağa ayak uydurma algısı mevcut, itiraf etmeliyiz. Zira bir B filminin varlığından söz etmek mümkün değil. Her şey profesyonel bir bakış açısının ürünü.
Buna istinaden görüntü yönetmeni Guillermo Navarro’nun güç alan Finli Jokinen’in röntgenci kameradan tutun renk kullanımına kadar akıl almaz bir detaycılıkla çıkageldiğini gözlemleyebiliyoruz. Açılış sekansındaki ve hastanedeki yalnızlığın yanında ev içi gerilimin ‘atmosfer’ düzeyine kadar her şey incelikli bir şekilde tasarlanmış. New York’un Brooklyn Köprüsü’nün altında konuşlanan ‘mekanik taşrası’ndaki hayatlar da alt açı ve devamındaki renk skalasıyla olması gerektiği gibi portrelenmiş.
Ahlakçı ve kadın karşıtı bir mesajı var
“Kiracı”, röntgenci kamerayı ve Hilary Swank’in yeteneğini iyi kullanırken sonunu bildiğimiz için çok da göze batmayan hikaye çatısıyla takip edilesi bir eser. Ancak elbette Morgan’ın sayısız mantık boşluğuyla kurbanını kovalar hale gelmesi ikinci yarıyı biraz ‘pamuk ipliği’ kıvamında dökülür hale getiriyor. Bu bağlamda ahlakçı ve feminist metinleri yok eden saldırgan bir cümle de her şeyi tamamlıyor sanki: ‘Eğer kadın başına düzenli sevgilinden ayrılıp başka eve taşınırsan sonun iyi olmaz!’.
Buna karşın banyo sahnesi, seks sahnesi gibi iddialı anları bakış açısından, yansımalarla veya farklı çekim ölçekleriyle çekme becerisinin zihnimize ‘derinlikli kareler’ yerleştirmesinin, birazcık filmin bu ‘ahlakçı’ vasfını unutturduğu söylenebilir. Böylesi detaylardan ve Christopher Lee’nin ‘kült görünüş’ünden güç alan “Kiracı”nın, Hammer Films açısından yeni bir başlangıç olup olmayacağını bilmek zor.
Ancak kesin olan bir şey var o da Jokinen’e stüdyoların yolunu açacağı gerçeği. Zira kendisi 2.35:1 format temiz ve hatta yenilikçi bir işçilik sunuyor bildik gerilim şablonlarının içinde. Yönetmenin hızlı çekim tekniğiyle yakaladığı geriye dönüş algısı ve flashback dokusuna teneffüs ettirdiği ‘nostaljik’ duygu ise dikkat çekici.
FİLMİN NOTU: 4.9
Künye:
Kiracı (The Resident)
Yönetmen: Antti Jokinen
Oyuncular: Hilary Swank, Jeffrey Dean Morgan, Christopher Lee, Michael Badalucco
Süre: 91 dk.
Yapım Yılı: 2010
ASAP BOZMAMA İHTİMALİ DÜŞÜK
Hikaye kurgusu ile sürekli oynayan bir duygusal-dram adı altında anılabilir. 2010’un bu en iddialı aşk filminin, “Sil Baştan” ve “Zor Tercih” gibi bu metodu kullanan tür örnekleri kadar dikkat çekici bir noktaya ulaştığı söylenemez. Zira “Aşk ve Küller”in esaslı hedefi geçmişte gizlenen ‘sarsıcı bir sır’ üzerinden yürüyen duygusal damarla seyirciyi kalbinden yakalamak olmuş. Bunu dar açı objektiflerin sıkışmışlık hissi ve stilize karelerle duygu sömürüsü yapmadan tamamına erdiriyor film. Hatta her izleyici için ‘asap bozucu’ bir yolculuk sunduğu da bir gerçek “Aşk ve Küller”in. Ancak başta bu tek cümleye bağlı kalma sorunsalını ‘sürpriz’ algısına hapsetmesi olmak üzere, tonlama ve mantık boşluğu kavramlarından da ufak yaralar alması sebebiyle alanın içinde ‘çıta’yı yükseklere çektiğini söylemek zor.
Derek Cianfrance’nin filmi genç jenerasyonun iki yükselen ismini Michelle Williams ile Ryan Gosling’i bir araya getiriyor. Aslında özündeki fikre ve oturtmak istediği sinema diline bakarsak en az “Sil Baştan” (“Eternal Sunshine of the Spottles Mind”, 2004) kadar iddialı bir aşk filmi var karşımızda. Ancak “Aşk ve Küller”in (“Blue Valentine”, 2009) bunu, ‘sürpriz’ kavramının ışığında duygusal-dramın sığ dehlizlerine doğru sürüklemesinin cezasını çektiğini söylemeliyiz. Zira eldeki eser, dili, yapısı ve performanslarıyla ayaklarının üzerinde dursa da, seyirciyle arasına mesafe koymadığı için bir türlü kalıcı bir sonuç alamıyor.
Sarsıcı çatısına karşın “Sil Baştan” ve “Zor Tercih”in seviyesinde değil
Öyle ki yönetmen burada bir evliliğin arkasında saklanan sır ile gelen iletişimsizlik, çekememezlik ve süreçsel deformasyon sıkıntısını ele alıyor. Bu sırrı filmin sonlarına doğru öğreniyoruz. Aslında bu durumun içine düşmemizin gerçek anlamda bir sarsıntı yaratabileceğini itiraf etmeliyiz. En azından film bizde bu hissiyatı yaratıyor. Zira yönetmen de bu ‘geçmişteki sır’dan aldığı gücü sömürmeden stilize bir sinema filmi üretmek için kolları sıvamış.
Ancak lineer hikaye kurgusunu bozup ilişkinin dününü ile bugününü üst üste göstermesi sonucunda ne “Sil Baştan” ne de “Zor Tercih” (“The End of the Affair”, 1999) kadar devrimci yerlere gidebiliyor. Her şeye rağmen filmin, Gosling’in yaşlı-gözlüklü hali ile Michelle Williams’ın birazcık yaşlanmış ve balık etli görüntüsü arasında ‘geçmiş zamandaki çıtırlık’ durumunu vurgulayan ilişkisel farkı iyi çözdüğü gerçeğini kabul etmek şart.
Yakaladığı dramatik damardan oluşturduğu dil etkileyici
Zira yönetmenin ilk başta şehir dışında bir yere giden çiftin yaşadığı sorunsalı yansıtmak için son derece yakın ölçekli objektifler kullanarak bir sıkışmışlık hissiyatı yarattığı, bunun üzerinden de adeta ‘öf pöf’ duygularını perdeden seyirciye geçirdiği söylenebilir. Anlayacağınız neden olduğunu bilmediğiniz bir asap bozukluğu hissediyorsunuz. Bu durum yavaş yavaş derinleşirken ‘sürpriz’li bir yapıyla duyguları yakalamayı hedefliyor.
İkilinin karşılaştığı anlarda bu dingin, az müzikli ve bolca mavi filtreli doku yerini bolca sallanan el kamerası kullanımına ve geniş planlara bırakıyor. Günümüzdeki ‘sevgisiz kalma’ durumu, geçmişte bir anlamda ‘üstüne atlama’ ve ‘sevgi patlaması yaşama’ olarak yansıyor peliküle. Bunun sonucunda da Cianfrance’nin oturtmak istediği gel-gitli dil tutuyor belki. Ancak esas ruhunuza işleyen filmin merkeze yerleştirdiği geçmişten gelen sır. Asla da duygu sömürüsü yaptığını söyleyemeyiz bu konuda. Çünkü dramatik damarını ya da etkileyici cümlesini ‘modern’ bir çerçeveye yerleştirdiği çok açık.
En kısa tanımıyla asap bozucu bir aşk filmi
Ancak bazı mantık boşluklarına takılması ve tonlama açısından fazla ağır bir tempoyu tercih etmesi, Cianfrance’nin yüzde yüz anlamda bir sonuca ulaşamamasını sağlamış. Yine de yakalamak istediği duyguyu seyircisinin en hassas noktasına saplayan, asap bozucu bir aşk filmi ya da evlilik filmi olarak anılabilir karşımızdaki yapıt.
Fakat “Aşk ve Küller”in tek bir duygusal noktaya kapılması, bir şekilde esas hedefinden uzaklaşıp özgünlük yolundan geçememesini sağlıyor. Bu da seyirciyle ilişkisinde bir ‘sinsi’likle yüzleşmemizi ya da projeyle kurulan bağın ‘kişisel’liğe kaymasına sebep oluyor. Her şeye rağmen evlilik ile ilgili servis ettiği damarın, hem karamsar, hem doğru, hem de kendini izlettirici bir noktaya ulaştığını kabul etmek boynumuzun borcu.
FİLMİN NOTU: 6
Künye:
Aşk ve Küller (Blue Valentine)
Yönetmen: Derek Cianfrance
Oyuncular: Ryan Gosling, Michelle Williams, Faith Wladyka, John Doman, Mike Vogel
Süre: 112 dk.
Yapım Yılı: 2010
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
Aşka Son Şans (La Chance de Ma Vie / Second Chance): 3.1
Ateşli Oda (Habitación en Roma / Room in Rome): 7.9
Başka Bir Yerde (Somewhere): 8.2
Beastly: 5.2
Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): 4.3
Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin / A Separation): 2.5
Çığlık 4 (Scream 4): 7.8
Çömez (Cherry): 5.5
Dehşet Evi (Secuestrados / Kidnapped): 6.6
Dehşetin Gözleri (Zwart Water / Two Eyes Staring): 3.5
Demir Kapılar (Iron Doors): 4.1
Devlerin Günahı (There Be Dragons): 3.5
Gönül Avcısı (L’Arnacoeur / Heartbreaker): 5.3
Gördüğüm En Güzel Kadın (La Prima Cosa Bella / The First Beautiful Thing): 5.5
Hangover 2: Felekten Bir Gece Daha (The Hangover: Part II): 5.3
Hanna: 7.9
Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires): 4.3
Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu (Fast Five): 4
İhanet (Partir / Leaving): 5.5
Julia’nın Gözleri (Los Ojos de Julia / Julia’s Eyes): 7.5
Kadın İsterse (Potiche): 4
Kadının Fendi (Made in Dagenham): 3.5
Kaledeki Yalnızlık: 5.2
Kar Beyaz: 6.3
Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde (Pirates of the Carribbean: On Stranger Tides): 5
Kartal (The Eagle): 3.3
Kayıp Hazine ((St. Trinian’s 2: The Legend of Fritton’s Gold): 1.2
Kırmızı Başlıklı Kız: Kötülere Karşı (Hoodwinked Too! Hood VS. Evil): 5.6
Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street): 5.5
Koğuş (The Ward): 7.3
Kung Fu Panda 2: 6.2
Kutsal Savaşçı (Priest): 7
Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs / Little White Lies): 4
Küçük Günahlar: 6
Lanetli Miras (La Herencia Valdemar / Valdemar Legacy): 2.6
Misafir: 1.4
Mutlu Azınlık (Happy Few): 8
Mutluluğun Peşinde (Rabbit Hole): 4
Mutluyum, Devam Et (Happythankyoumoreplease): 2.9
Ödünç Sevgili (Something Borrowed): 4.1
Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile: 4.9
Ömrümüzden Bir Sene (Another Year): 6.5
Özgürlük Yolu (The Way Back): 3
Ruhlar Bölgesi (Insidious): 10
Sevimli Cüceler: Cino ve Jülyet (Gnomeo & Juliet): 4.3
Super 8: 3.5
Şeytanı Gördüm (Akmerul boatda / I Saw the Devil): 7
Suçlu Kim? (Henry’s Crime): 4.9
Tanrılar ve İnsanlar (Des Hommes et des dieux / Of Gods and Men): 1.7
Transformers: Ay’ın Karanlık Yüzü (Transformers: Dark of the Moon): 6
Thor: 3.6
Troll Avı (Trolljegeren / Trollhunter): 4.2
Tuzak (Wrecked): 2.8
Türkan: 2
X-Men: Birinci Sınıf (X-Men: First Class): 6
Zor Hedef (À Bout Portant / Point Blank): 5.4
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
keremakca@haberturk.com