
Orta sınıfın kazanç yolları
22 TEMMUZ FİLMLERİ
Amerikan banliyö yaşamına farklı bir pencereden bakan, alternatif bir güreş filmi olarak anılabilir. “Kazananlar Kulübü” (“Win Win”), “Misafir” ve “Hayatın İçinden” gibi katıksız bağımsız karakter draması olarak ayakta duran eserlerin yönetmeni Thomas McCarthy’nin olağandışı dostluk hikayelerinin bir yenisi. Ancak bu sefer aile babası ile yan komşunun torunu arasındaki bu diyaloğun arasına biraz daha mesafe koymuş yönetmen. Buna paralel olarak da yaşamını idame ettirmek için kendi ‘win win’ durumlarını yaratmak isteyen hafif sinsi karakterlerin peşine takılmış. Bu zeki karaktersel örgü absürt yan öğelerle de dengelenince karşımıza günümüz dünyasıyla ilgili zengin mesajlar içeren bir eser çıkmış.
Koşan bir Paul Giamatti’nin (Mike) durup sapsarı ve büyük puntolarla yazılmış ‘Win Win’ ibaresine takılması aslında açılış sekansından başlayan süreci bize anlatıyor. ‘İlle de kazanacağım. Her yolu zorlamak mübah!’ düşüncesi doğrultusunda ‘büyük zorluklar’a karşı ayakta durmaya çalışan orta sınıf mensuplarının yarı-absürt hikayesini sunuyor burada Thomas McCarthy. Bir bakıma sınıfsal tıkanmanın görsel karşılığı ile yüzleşerek filme girmemizi istiyor. Koşarken yorulmak da aslında avukatlık ve güreş koçluğu derken sıkışıp ‘sevgi’ye vakit ayıramayan, gerçek anlamda ‘soluksuzluk’ çeken evli Mike’ın halet-i ruhiyesini özetlemeye yarıyor.
Absürt bir ana karakterin hayatını idame ettirme çabası
Karakterimizin başlarda kalp zorluğu çektiğine şaşırmayın, gerçek anlamda öyle bir durumda kendisi! Sabah-akşam çalışan ve sınıfsal yükselişi hedefleyen bu tiplemenin ‘win win’ durumunu yani ‘herkes kazançlı’ (veya alan memnun satan memnun) düsturunu kovaladığı söylenebilir. Aslında doğrusuyla yalanıyla bir şekilde dünyada varlığını sürdürebiliyor Mike. Ancak bu noktada karakterimizin zor konuşan komşusu Leo’nun (Burt Young) torununun devreye girmesiyle birlikte ‘ikili çözülme’ ile yüzleştiğini görmek mümkün.
Thomas McCarthy’nin karakter draması alanında eskilerden Jerry Schatzberg, yenilerden Nicole Holofcener kıvamındaki dengeli duruşu; dramatik yapının da olabilecek en saf omurgayla ilerlemesine yol açıyor. Zira onun esas sevdiği; olağan, sıradan ve yalnız ama hayatını idame ettirebilen ana karakterini ‘dışarıdan gelen bir başka karakter’ ile dramatik sarsıntıya uğratmak.
Dramatik yapının temellerinden yükselen dostluk hikayeleri
Böylelikle de deus ex machina (arada somut bir maddenin veya beklenmedik bir tipin ortaya çıkmasıyla ana karakterin hayatında her şeyin değişmesi) dediğimiz terim devreye giriyor ve sinemada çokça gördüğümüz ‘sakin kasabaya gelen yabancı’ formüllü westernlerin karakter draması duruşu alevleniyor. “Hayatın İçinden”de (“The Station Agent”, 2003) gerçek bir kasaba ve cüce tipli bir öteki girişi mevcut durumdaki ‘ölüm acısı’nı dostluk üzerine yerleştirirken, “Misafir”de (“The Visitor”, 2007) 60 yaşındaki yalnız bir adamın evine gelen iki Müslüman göçmen ile birlikte sevgiyi, samimiyeti ve sahiciliği tatması odak noktası olmuştu.
McCarthy’nin ana amacı da olağan dışı dostlukları merkeze yerleştirip sinemaya bu koldan bir şeyler armağan etmekti her zaman. “Hayatın İçinden”de 16 mm ile el kamerasına takılıp görsel zaaf yaşayan yönetmen, son iki filminde bu durumu 35 mm’nin sabit çerçeveleriyle aşmış gibi gözüküyor. “Kazananlar Kulübü” de bu orta yaşlı adamın komşusunun bir şeyler saklayan ve aile ilgisizlikten mustarip torununun gelmesiyle birlikte yaşadığı karaktersel çözülmeye odaklanıyor.
Kuşak farklarına ‘orta sınıf’ kaynaklı özgün bir bakış
Yani yönetmen gerçek anlamda dramatik yapının köklerine, Jean Renoir’ın bu alandaki öncü eğilimine kadar gidiyor. Ancak bu noktada soyut dostluk sürecini birbirinden ‘yararlanma’ya ya da ‘win win’ aracına çeviren iki karakterin, Mike ile Kyle’ın garip durumlarına odaklanıyor. Aile babası olan Mike’ın ‘güreşte para var oraya yönelelim’ duruşunun arkasında saklı olan ‘dedesine de kazık atmıştık’ pişmaniyeti ile Kyle’ın ‘geçmişte araba çaldığım için güreşten uzaklaştırılmıştım. Onu söylemezsem yükselirim’ cinliği, bir bakıma özgün bir kuşak farkları portresi koyuyor ortaya.
Zaten McCarthy de daha çok ikili diyalog ya da motivasyondan farklı alt metinler çıkarmak için buraya kadar gidiyor. Herkesin kazançlı çıktığı bir olay örgüsü kurarken de bu ikilinin ilişkisini aile ilgisizliği, sınıfsal hapsedilme, sevgisizlik, yalnızlık, gerçek dünyaya uyum sorunsalı gibi açılardan sarmayı seçiyor. Bu noktada ‘her şeye rağmen hayat devam ediyor’ sonunu önceki filmlerinden sonra bir kez daha betimlemeyi ihmal etmemiş yönetmen.
Aile ilgisizliği, para hinliği, aldatma gibi saklanan sorunlara el atmış
Tabii “Kazananlar Kulübü”nü bu sonuca ulaştıran; Cassavetes ile temelini ‘cinema-vérité’ geleneğinden alıp sonradan farklı alanlara açılan karakter dramasının ‘komedi’ içerikli eğilimini izlemesi ve açı-karşı tekniğine bel bağlaması esasen. Ancak tempoyu asla yükseltmezken, paralel kurgu gibi teknikleri de uyum kesmesine çevirip kesin sonuç almak istiyor McCarthy. Orta ölçekli planlarla çekilen karakterlerin, duruma göre boy ve bel planlarıyla da tasvir edildiği görülebiliyor. Sıçramalı kurgu ise çok nadiren bir temposal uyum aracına dönüştürülüyor.
Bu bağlamda McCarthy, oyuncu yönetimi ve diyalog odaklı akan ama ağır tempoyla ilerleyen bir yapıta imza atıyor. Esas hedefini ise aile ilgisizliği, para hinliği, aldatma gibi orta sınıfın beklenmedik saklı sorunları üzerinden kuruyor. Dengeli finaline gelirken bu soğukkanlılığını koruması ise hazin duruma ‘absürt’ yan karakterlerle yaklaşıp bir samimiyet yakalamasından kaynaklanıyor.
Alternatif bir güreş filmi ya da anti-spor filmi
Zira Mike’ın arkadaşı Bobby Cannavale’den zor konuşan müşterisini oynayan Burt Young’a, onun kızını karakterleştiren Melanie Lynskey’den oğlunu canlandıran Alex Schaffer’a kadar bütün karakterler tepeden tırnağa buram buram sahicilik kokuyor. Lynskey’nin kokoş ve makyajlı halinin filmin ‘yapay’lık vaziyetini, Cannavale’nin her türlü alandan espri çıkarması ise ‘mizahi’ duruşunu güncellemeye yaradığı söylenebilir.
Lafın özü McCarthy, bir kez daha dramatik yapının temel elementleriyle oyuncu yönetimi ve diyalog katkısıyla derdini anlatabilmiş “Kazananlar Kulübü”nde. Modern dünyanın sınıfsal ve insanlık açmazlarını perdeye aktarırken sıkıntı yaşamamış. Buna ulaşırken ise “Barton Fink” (1991) ve “Şampiyon” (“The Wrestler”, 2008) gibi örneklerini tek tük gördüğümüz ‘güreş filmi’ alanında alternatif bir duruşu olduğu ve başarı hikayesinden ziyade arka plandaki karakterlerin sosyolojik gel-gitleriyle ilgilenerek dikkat çektiği söylenebilir yönetmenin.
FİLMİN NOTU: 6
Künye:
Kazananlar Kulübü (Win Win)
Yönetmen: Thomas McCarthy
Oyuncular: Paul Giamatti, Amy Ryan, Alex Schaffer, Bobby Cannavale, Burt Young, Melanie Lynskey, Jeffrey Tambor
Süre: 106 dk.
Yapım Yılı: 2010
İLİŞKİ FİLMİ ALANINDA GÖVDE GÖSTERİSİ
1998’de “Koş Lola Koş” ile yakaladığı atılım ve kabul ettirdiği biçimci yönetmenlik stili ile dikkat çeken Tom Tykwer, Avrupa sinemasında görmeye alışık olduğumuz bir ‘üçlü ilişki filmi’ ile çıkageliyor bu sefer. Sinemaskop formatında, ona uygun stil numaraları içeren sekanslar eşliğinde ve bembeyaz bir dokuyla ilerleyen bu yapıt, yönetmenin hem o alana cevabını vermesine hem de o eserlerin bir anti-tezini sunmasına olanak tanıyor. “3”, ulaştığı cüretkar noktalara ‘pembe dizi omurgası’ kurarak gitmesiyle de aslında ‘en uç ne yapabilirim?’ güdüsünün parodisel bir karşılığını canlandırmış perdede.
Ülkesinde çektiği filmlerin son şubesinde “Koş Lola Koş” (“Lola Rennt”, 1998) gibi dünya sinemasını etkisi altına alacak bir başyapıt veren Tom Tykwer, ABD’ye transfer olduğunda da aslında yedinci sanattaki yeniliklerine ara vermedi. “Koku: Bir Katilin Hikayesi”nin (“Perfume: A Story of a Murderer”, 2005) slasher filmine zeki bir oluşum getirmesinin yanında “Uluslararası”nın (“The International”, 2009) iyi çekilmiş evrensel bir casusluk-gerilimi olarak dikkat çektiği de söylenebilir.
“Koş Lola Koş”un düzenini farklı bir alana kaydırmış
Ama nedendir bilinmez Tykwer, son filmiyle ülkesi Almanya’ya dönmeyi tercih etmiş. Ancak işin daha da ilginci “3” (“Drei”, 2010), sanki yönetmenin Almanya’da fazlaca çekilen ve iletişimsizliği ele alan beyaz dokulu ilişki filmlerinden birini üretebileceği iddiası ile yola çıktığı bir eser. Yönetmen, buna kendi biçimci dokusunu transfer ederken “Koş Lola Koş”da bütüne yayılan anlatı oyunlarının bir kısmını bu eserde de görmek mümkün.
Açılış sekansından itibaren bu görsel karakteri belli eden yönetmen, hayatın ve evliliklerin tekdüze kurallardan çıkan ama hep aynı yere varan bir kapitalizm düzmecesi olduğunu anlatan bir sekansla yapmış girizgahı. Telefon direklerinin kablolarından sağa doğru ilerleyen ya da kayan kamera zamanla ‘tek kablo’ya düşüp, anlatıcının ‘önemli kelimeler’ söylemini bitirmesine yol açıyor.
Adeta Avrupa’da üretilen ilişki filmlerinin bir anti-tezi
Onun ardından gelen ‘evli bir çiftimiz var ama mutsuzlar, birbirlerini aldatacaklar’ açıklaması ise, yönetmenin sinemasal bakışını ekran bölme tekniği ile perdeye taşımış. Böyle olunca da genelde minimalist bir yaklaşımla, uzun planlar ve geniş açı objektifle resmedilen bu tema, Tykwer’in elinde farklı bir anlatıya kavuşmuş oluyor ilk kez.
Zaten filmin ilişki yumağının arasında ekran bölme girişlerini öne çıkarınca, iletişimsizlik ve konformizm odaklı dingin planların hakimiyet kurmasını engellediği söylenebilir. Aslında hikayesini kurarken de birazcık alaycı ve aşırı noktalara gitmeyi tercih etmesi, bir ‘Avrupa ilişki filmi parodisi’ gibi kokmasına yol açıyor “3”ün.
Heteroseksüel ve eşcinsel eğilimler içermesi ‘uç noktalara gitme’ egosunun bir kanıtı
Öyle ki testis kanseri olan erkek tarafı, kadın tarafının kendisini aldattığı adamla eşcinsel ilişkiye girebildiği gibi, bu üçlü birbirlerine yakınlaşacakken bir ‘hamileyim ben’ sorunsalı patlak verebiliyor. Erkek ise gençken bir başka kadından çocuğunun olduğunu öğrenebiliyor. Yani tam bir pembe dizi olay örgüsü mevcut. Tykwer ise esasen desteği abartılardan alarak uç noktalara gitme konusundaki ustalığını ispatlıyor burada. Eşcinsel ve heteroseksüel alanlara açılması da bunun bir kanıtı.
Bu durumun yanında paralel kurgu, müzik ve beyaz kontrast konusunda da zirve yaptığı söylenebilir kendisinin. Erkek ve kadınların orta yaşlı çirkinliğinin ise Tykwer’in üst açı egosundan çıkan öğeler olduğunu itiraf etmeliyiz. Sonuç olarak bir üç kafalı ilişki filmi üretme konusunda vatandaşları kadar başarıya ulaşmayı bilen bir yönetmenin işiyle yüzleşiyoruz. Kendisinin bu hedefinde iletişimsizlik, yozlaşma ve şehir hayatı üzerine son derece mantıklı şeyler söylediği de çok açık.
Kısa film niyetine de izleyebileceğimiz biçimci sinema harikaları içeriyor
Araya soktuğu siyah-beyaz animasyon, siyah-beyaz gerçeküstücü sahne, TV görüntüleri ve daha nicesiyle de biçimci damarını tekrar harekete geçiriyor ve ilk dönemine geri dönüş sinyalleri veriyor. Bunun tek filmlik olması garanti olduğu için bir ‘köklere geri dönüş’ olarak anılması pek doğru değil belki.
Fakat emin olduğumuz bir şey varsa o da Tykwer’in sinema ruhunun “3”e yüzde yüz anlamda sindiği gerçeği. Açılışta gördüğümüz ‘3’ün içine girilirkenki bale plan sekansının metaforik halindeki en ince detayından hikaye anlatma becerisine, ekran bölme tekniğinden işitsel numaralara kadar gerçek anlamda biçimci bir yönetmen filminin içindeyiz zira burada...
FİLMİN NOTU: 7
Künye:
3 (Drei / Three)
Yönetmen: Tom Tykwer
Oyuncular: Sophie Rois, Sebastian Schipper, Devid Striesow, Annedore Kleist, Angela Winkler, Alexander Hörbe
Süre: 111 dk.
Yapım Yılı: 2010
BENİ İÇERİ AL REGAN
2008’de vampir filminin yıllar boyu var olan geleneklerini minimalist Avrupa sanat filminin içine sokarak, alt türü ‘dramatik’ ve ‘derinlikli’ bir noktaya taşımıştı “Gir Kanıma”. “Canavar”ın yönetmeni Matt Reeves imzalı “Kanıma Gir” ise o sağır edecek kadar abartılı efektli Amerikan yeniden çevrimlerinden olmasa da detaylarda kaybolan bir film orası kesin.
2000’lerin son dörtlüğünde devreye giren “Alacakaranlık” (“Twilight”, 2008) ve “Gir Kanıma” (“Lat den Ratte Komma In”, 2008) vampir filminde artık bir şeylerin değişeceğini ispatlıyorlardı. Bunlardan birincisi melez bir iskelet ile postmodernleşme sürecini harekete geçirirken, ikincisi ‘minimalist sinema’ gereklerini türsel öğelerle sarmayı seçiyordu. İsveçli Thomas Alfredson’un eseri Aki Karusmaki, Aku Louhimies, Bent Hamer, Roy Andersson gibi minimalist İskandinav yönetmenlerde gördüğümüz ‘konformist toplumun altında bastırdığı sevgisizlik sorunsalı’nı böylesi bir mitle açığa çıkarmasıyla dikkat çekiyordu esasen.
Reeves yönetmenlik anlamında sıkıntı çekmemiş
Filmin 2010 tarihli yeniden çevrimi “Kanıma Gir” (“Let Me In”) ise bir bakıma bu durumu aynı tarihin karlar altında kalmış Texas’ına uyarlamış. Ronald Reagan döneminde maddi bunalım yaşayan bireylerin yalnızlığını perdeye yine ‘içimizde bastırılan şiddet olgusu’ üzerinden aktarmış. Genel anlamda ilk filmin çerçevesi korunsa da Reeves’in yaptığı değişimler birazcık ‘soyut’ dokuyu ‘somut’a kaydırmaya yaramış orası kesin.
Zira ilk film eğer sinemaskop oranında çekilmiş bir minimalist sinema ürününü andırıyorsa, “Kanıma Gir”in de M. Night Shyamalan ekolünden bir atmosfer odaklı korku sunduğuna şüphe yok. Yani arada bir Nakata-Shyamalan farkı mevcut. Bu bağlamda “Canavar”da (“Cloverfield”, 2008) el kamerası gerçekliğiyle canavar filmine sınıf atlatan Reeves; temposal dengeyi tutturma, minimal plan çekme ve tablo yerleştirme noktalarında tökezlemeyince bu gelenekte de sınıfı geçmiş. Yani yönetmenin, birbirinden bu çok uzak iki korku eğiliminde de başarılı olmasının alan içinde ‘kalıcı’ bir yere geleceği gerçeğiyle iliştirilmesi pekala mümkün.
Soyut öğeler somutla yer değiştirince bütünlük açısından hasar görmüş
Ancak asıl hedef bütçenin yükselip orijinalinde yapay duran makyaj efektlerini değiştirmek olunca o noktada tıkanılmış gibi bir duygu var. Zira bu durum, dingin kaydırma veya sabit kamera açısı ile etkileyici olan ‘ormandaki kesme biçme sahnesi’, ‘sondaki havuz sahnesi’ ve ‘mağaradaki ısırma sahnesi’ gibi bölümlere sıra geldiğinde gerçek anlamda bir dışadönüklüğe yol açmış.
Bunlara vampir kızın ilk belirdiği park sahnesinin orijinal filme göre daha renk paleti parlak hali de eklemlenince aslında Alfredson’ın filmine saygı duymayan bir bütünle yüzleşiyoruz. Bu bağlamda aslında bu sahnelerdeki ölçek oranlarının daha dar olana transfer edildiği de masaya yatırılınca; “Kanıma Gir”in daha çok ‘tempo’ noktasında sınıfı geçip cesur durduğu söylenebilir.
Buna paralel olarak ‘beni içeri al’ anlamına gelen adı, orijinal filmin metaforik, soyut ve şarkı kaynaklı ‘Let the Right One In’ ismiyle kullanım açısından çok net olarak ayrılmış. Zira bu cümle sürekli 12 yaşlarındaki çocuğun ağzına sakız olmuş bir şekilde ‘aşk motivasyonu’na dönüştürülerek ‘somut’ bir düzeneğe yerleştirilmiş.
Vampir kızın ‘Regan’laştırılmak istenmesi bütün çekiciliği yerlebir etmiş
Buna vampir kızın, efektlerle adeta ‘Regan’laştırılması eklenip ağaçta yürüme (ki bu tamamen yeni bir Exorcist markası yaratmak için var), cinayetleri abartılarla sarma gibi ‘büyük oynama’ durumları da dahil olunca sanki bütün sarsılıyor gibi. Zira ya vampir miti ilk dönemindeki ‘canavar’ olgusuna yakın hale geliyor ya da Reeves “Canavar”ın efekt mantığında kalmış izlenimi çıkıyor karşımıza.
Lafın özü İsveç taşrasındaki sevgisizlik ve yalnızlaşma sorunsalının burada Texas’ın yine kırsal bölgesindeki politika etkili bir noktaya taşıyor “Kanıma Gir”. Ancak atmosfer duygusunu koruyup ağır takılsa da ilk filmin soyut şeylerden aldığı gücü somuta çevirince çaptan düşmüş. Yani Reeves için yarım bir başarı karşımızdaki.
FİLMİN NOTU: 4.2
Künye:
Kanıma Gir (Let me In)
Yönetmen: Matt Reeves
Oyuncular: Kodi Smit-McPhee, Chloe Moretz, Richard Jenkins, Cara Buono, Elias Koteas, Sasha Barrese
Süre: 116 dk.
Yapım Yılı: 2010
Mandy Moore’un başrolünde oynadığı, ‘Alacakaranlık’ın vampirlerinden Kellan Lutz’un ise ona eşlik ettiği bir evlilik komedisi diyebiliriz en doğru tanımıyla. Ancak izleyicisini bu ikilinin evli çift olduğu konusunda ikna edemeyen eser, yönetmeninden ve yan karakterlerden de destek alamayınca ‘derme çatma bir yapı’ya teslim olmuş. “İyi Günde Kötü Günde”, sinema filmi bütününün içinde sadece girişindeki ‘aşk’ ve ‘düğün’ bölümlerini İzlandalı görüntü yönetmeninin katkısıyla iyi yapılandırmakla kalmış. Ancak onların süresi de 10 dakikayı geçmiyor işin garibi.
‘Evlilik komedisi’ mi desek, ‘romantik-komedi’ mi, yoksa ‘durum komedisi’ mi bilemiyoruz. Ancak kesin bir şey var o da “İyi Günde Kötü Günde”nin (“Love, Wedding, Marriage”, 2011) ilk beş dakikadaki açılış sekansının ardından ‘doldur-boşalt’ bir yapıyla derme çatma ilerlediği gerçeği. Zira orijinal ismine denk düşen ‘aşk’ ve ‘düğün’ kısımlarını zeki sinematografik tercihlerle halleden filmin, bunlardan üçüncüsü olan ‘evlilik’ meselesinde kendini adeta uçurumdan aşağı attığı söylenebilir.
Yatay geçiş yapan ve mankencilik oynayan oyuncular
Zira yönetmenlik koltuğunda oyuncu Dermot Mulroney’nin oturmasının da katkısıyla ‘yatay geçiş yapan oyuncular’ın uğrak noktası haline gelen sahne önü, sıfır kimya ile bir şeyler yaratmak için debeleniyor sadece. Bu noktada ne Allyson Hannigan, ne James Brolin, ne de Jane Seymour gibi yetenekli oyuncular bir işe yarar hale geliyor. ‘Alacakaranlık’ serisinin en deli vampiri Kellan Lutz ise bir şekilde ‘mankencilik’ oynuyor ve koca bir 90 dakikayı üstü çıplak geçişleriyle tamamlıyor.
Moore’un da bunlara ‘ayrı diyarlardan gelme hali’ eklenince sanki derme çatma yapı tamamlanıyor gibi. “İyi Günde Kötü Günde”, gerçek anlamda bir olmamışlık hissiyatı yaratmaktan ziyade yönetmensiz ama prodüksiyon kalitesi ile ayakta kalmaya çalışan günümüzün popüler yerli filmlerini hatırlatıyor. Bu noktadan evlilik yanlısı bir tutum izlemesi ise çok önemli değil eldeki eserin.
Sadece ilk 10 dakikası için ‘film’ nanıma bir şeyler söylenebilir
Zaten 90 dakikanın sadece ilk 10 dakikası için ‘film yetisine sahip’ yorumu yapılabilir. Geri kalanı bir hayli trajik. Onda da Baltasar Kormakur’un işlerinde gördüğümüz İzlandalı görüntü yönetmeni Óttar Guðnason’un sinemaskop formatındaki becerisinden bahsetmekten başka bir noktaya ulaşamıyoruz. Mandy Moore’un evlilik danışmanını canlandırması ise adeta bir tesadüf. Bunu filmin bileşenlerini bir araya getirmek için yapsaymış daha faydalı olabilirmiş.
FİLMİN NOTU: 2
Künye:
İyi Günde Kötü Günde (Love, Wedding, Marriage)
Yönetmen: Dermot Mulroney
Oyuncular: Mandy Moore, Kellan Lutz, Jessica Szohr, James Brolin, Jane Seymour, Michael Weston, Sarah Lieving
Süre: 91 dk.
Yapım Yılı: 2011
MİNİĞİM VE HIRSIZIM
El çizimi animasyonunun özgün temsilcilerinden olan Japon animeleri, şüphesiz son 30 yılda ‘Hayao Miyazaki ve ondan etkilenler’ şeklinde yürüyen bir alan. “Aşırıcılar” da onun şirketi Studio Ghibli’nin yeni bir ürünü. Minik insanların yaşam mücadelesine odaklanan ABD kaynaklı bir romandan uyarlanan eser, bunu ne Richard Matheson’ın ‘The Incredible Shrinking Man’i gibi bilimkurgu diyarlarına ne de Jonathan Swift’in ‘Gulliver’in Gezileri’ gibi masalsı fantastik macera konseptine yerleştirmiş. Aksine “Aşırıcılar”, Norton’un kitabını çocuk izleyicilere hitap eden diyalogların üzerine kurulan bir omurgayla servis etmeyi seçince hedefini yüksek koyma sıkıntısı çekmiş.
Bilimkurguda ‘bilimsel deney filmi’ kavramının içinde karşımıza çıkmasına alıştığımız ‘küçük insan’ kabusu, sinemada ‘masal filmi’ alanında da fazlaca temsil vermiştir. Aslında bir elin parmaklarını geçmeyecek bu örneklerden biri de Mary Norton’ın ‘Borrowers’ adlı romanıdır. 1997 tarihli bir de uyarlaması olan bu edebiyat eserinin 2010 yapımı Miyazaki etiketli versiyonu ise ‘aile veritabanı’nı kuvvetlendirmekten öteye gidemiyor.
Hollywood’daki fantastik aile filmlerinden fazla farkı yok
“Aşırıcılar” (“Kari-gurashi no Arietti”, 2010), kuşkusuz Miyazaki’nin şirketi Studio Ghibli’nin adını arkasına almasının katkısıyla teknik anlamda fazlaca yoğun ve derinlikli bir iş sunuyor. Özellikle minikler ile insanların evlerinin arasındaki tıklım tepişlik farkı tablo kıvamında detaylandırılmış detaylandırılmasına. Ancak buradaki küçük-büyük ilişkisinin Hollywood animasyonlarındaki fantastik aile portrelerinden farkı yok. Bu noktada da hikayeden ziyade arka plandaki ‘yağlı boya’ya odaklandığımız bir anime’yle yüzleşiyoruz.
Bu da sanki alanın 2000’lerin ikinci yarısında girdiği açmazın son noktası gibi duruyor. Zira burada kaynak alınan masal romanının ne ‘soygun filmi’ gibi altı dolu bir yere, ne de ‘peri masalı filmi’ gibi çok katmanlı bir noktaya ulaştığını söylemek mümkün. “Arthur ve Minimoylar”daki (“Arthur et Les Minimoys”, 2006) küçük insan macerasının çok da üzerinde bir şey değil “Aşırıcılar”.
Swift ve Matheson’ın derinlikli metinlerini aratıyor
Jonathan Swift’in ‘Gulliver’in Gezileri’ romanındaki gibi sınıfsal eleştiri bulundurmaması ise derslik diyaloglarla sarılmasına yol açmış yapıtın. Böyle olunca da el çizimi animasyonu tekniğiyle alanın 80’lerin başından beri gerçekçi insan karakter yaratma geleneğini geliştirme güdüsüne ister istemez saygı duyar hale geliyoruz.
Ancak Richard Matheson’ın romanından uyarlanan “The Incredible Shrinking Man” (1956) gibi eserleri arar hale geliyoruz bir yerden sonra. Zira orada ciddi bir küreselleşme kabusu vardı. Burada ise capcanlı renk paleti dramatik anlamda derinleştirilemiyor.
FİLMİN NOTU: 5
Künye:
Aşırıcılar (Kari-gurashi no Arietti / The Borrowers)
Yönetmen: Hiromasa Yonebayashi
Seslendirenler: Mirai Shida, Ryunosuke Kamiki, Shinobu Otake, Keiko Takeshita
Süre: 94 dk.
Yapım Yılı: 2010
YENİ MİLENYUMA YAKIŞAN TERÖR GERİLİMİ
Terör gerilimlerinden alışık olduğumuz asker, polis veya araştırmacı karakter ile teröristin kovalamacasının birinci kolunu tamamen ortadan kaldırıp, ikincinin psikolojisine odaklanan bir tür filmi. 11 Eylül sonrası artan ‘Terörist kim?’, ‘Terörist içimizde mi?’ gibi soruları incelerken isimsiz ve hiç konuşmayan bir karakterin izini sürerek de bunların cevabını milletsel olarak vermiyor. Aksine “Ölümüne Kaçış”; bir tutam gerçeküstücülük, bir tutam macera izleği, bir tutam yabancılaşma ve bir tutam Büyük Buhran dönemi atmosferi aşılayarak, kötü bir adamın ruh halinin nasıl çıkartılacağının analizini yapmış. 50 yıllık kurt yönetmen Skolimowski, bu kez sistem karşıtı tutumunu 70’lerin ‘politik’ içerikli tür filmlerine ve günümüz siyasi tablosuna yönlendirmiş. Bu hedefinden de politik damarı güçlü ve tecrübesine yakışan bir terör gerilimi çıkartmış.
Yaklaşık dört ay önceki Türkiye prömiyerinde izleyip kaleme aldığım “Ölümüne Kaçış”ın yazısına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
YENİ MİLENYUMA YAKIŞAN TERÖR GERİLİMİFİLMİN NOTU: 7
Künye:
Ölümüne Kaçış (Essential Killing)
Yönetmen: Jerzy Skolimowski
Oyuncular: Vincent Gallo, Emmanuelle Seigner, David L. Price, Zach Cohen, Philip Goss, Mark Gasperich
Süre: 84 dk.
Yapım Yılı: 2010
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
40: 6
Aşk ve Küller (Blue Valentine): 6
Aşka Son Şans (La Chance de Ma Vie / Second Chance): 3.1
Aşkın Halleri (Le Nom des Gens): 4
Ateşli Oda (Habitación en Roma / Room in Rome): 7.9
Başka Bir Yerde (Somewhere): 8.2
Beastly: 5.2
Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): 4.3
Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin / A Separation): 2.5
Çatı Katı (Loft): 4.5
Çömez (Cherry): 5.5
Dehşet Evi (Secuestrados / Kidnapped): 6.6
Dehşetin Gözleri (Zwart Water / Two Eyes Staring): 3.5
Demir Kapılar (Iron Doors): 4.1
Devlerin Günahı (There Be Dragons): 3.5
Gönül Avcısı (L’Arnacoeur / Heartbreaker): 5.3
Gördüğüm En Güzel Kadın (La Prima Cosa Bella / The First Beautiful Thing): 5.5
Hangover 2: Felekten Bir Gece Daha (The Hangover: Part II): 5.3
Hanna: 7.9
Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 2 (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II): 5.8
İhanet (Partir / Leaving): 5.5
Julia’nın Gözleri (Los Ojos de Julia / Julia’s Eyes): 7.5
Kadın İsterse (Potiche): 4
Kadının Fendi (Made in Dagenham): 3.5
Kaledeki Yalnızlık: 5.2
Kar Beyaz: 6.3
Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde (Pirates of the Carribbean: On Stranger Tides): 5
Kartal (The Eagle): 3.3
Kayıp Hazine ((St. Trinian’s 2: The Legend of Fritton’s Gold): 1.2
Kiracı (The Resident): 5
Koğuş (The Ward): 7.3
Kung Fu Panda 2: 6.2
Kutsal Savaşçı (Priest): 7
Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs / Little White Lies): 4
Küçük Günahlar: 6
Larry Crowne: 4.1
Misafir: 1.4
Mutlu Azınlık (Happy Few): 8
Mutluyum, Devam Et (Happythankyoumoreplease): 2.9
Ödünç Sevgili (Something Borrowed): 4.1
Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile: 4.9
Ölüm Odası (Chatroom): 7
Ömrümüzden Bir Sene (Another Year): 6.5
Özgürlük Yolu (The Way Back): 3
Ruhlar Bölgesi (Insidious): 10
Serseriler (Neds): 6.5
Sevimli Cüceler: Cino ve Jülyet (Gnomeo & Juliet): 4.3
Super 8: 3.5
Şeytanı Gördüm (Akmerul boatda / I Saw the Devil): 7
Suçlu Kim? (Henry’s Crime): 4.9
Tanrılar ve İnsanlar (Des Hommes et des dieux / Of Gods and Men): 1.7
Transformers: Ay’ın Karanlık Yüzü (Transformers: Dark of the Moon): 6
Troll Avı (Trolljegeren / Trollhunter): 4.2
Tuzak (Wrecked): 2.8
Türkan: 2
Yağmuru Bile (También la lluvia / Even the Rain): 5.5
X-Men: Birinci Sınıf (X-Men: First Class): 6
Zor Hedef (À Bout Portant / Point Blank): 5.4
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
keremakca@haberturk.com