Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Mozilla/5.0 AppleWebKit/537.36 (KHTML, like Gecko; compatible; ClaudeBot/1.0; +claudebot@anthropic.com)

        30 KASIM FİLMLERİ

        Hollywood’daki gerçekçi korku geleneklerini takip eden bir yönetmen ikilisinin ikinci işi olan “Görünmeyenler”, bu yıl izlediğimiz “D@bbe: Bir Cin Vakası” ile beraber ‘B sınıf yerli Paranormal Activity’ tanımını kalkındırmak için üretilmiş gibi. Zira Özyurtlu Kardeşler’in “Ev” ile yakaladığı sosyal eleştiri, rehine gerilimi damarı ve görsel beceri, burada korkuya ya da doğaüstü dünyaya transfer olunca ortadan kaybolmuş. Bu durum Oren Peli gibi alana hakim bir yönetmenin ihtiyacını her karesinde hissettiren, sabırsız, ce yapmayı seven, klişelere bağlı ve tutarsız bir korku diyarının habercisi oluyor. Belli ki kardeşlerin burada profesyonellik adına başka bir yönetmen tutması, aksine ‘bilinçsizlik’in adresine dönüşmüş. Özyurtlu Kardeşler’e önerimiz, ilerleyen dönemde görev tanımlarını “Ev”deki gibi belirlemeleri.

        Ev” (2010) ile tür sinemasının içinde bir geleneğe bağlı kalacaklarını duyuran Özyurtlu Kardeşler’in kariyerlerinin ikinci halkası “Görünmeyenler” de bu konuda duruşu olan bir eser. Özellikle o filmdeki “Ölüm Bizi Gözetliyor” (“My Little Eye”, 2002) etkisinin burada “Paranormal Activity”ye (2007) çevrilmesi, dramatik ve görsel yapının oluşumuna büyük katkı yapmış. ‘Omuz/el kamerası’, ‘gerçeklik’, ‘mat renkler’, ‘röntgenci işlevli güvenlik kamerası’ ve ‘hareketten kesme’ odaklı anlayış da büyük oranda perdedeki yerini almış.

        Karadedeler Olayı”nın altında

        Tek değişiklik ise kardeşlerin bu kez korkuya kayıp doğaüstü öğelerle daha doğru ilişki kurmak için Melikşah Altuntaş’ı transfer etmeleri olmuş. Bu durumun karşılığı büyük oranda ‘korku-gerilim’ sahnesi çekme adına bir profesyonellik hamlesi olarak görülebilir. Buna istinaden “Görünmeyenler” (2012), ‘buluntu film’e (found footage) dönüşen hareketlenmenin bir ürünüyle bizi yüzleştirirken “Karadeleler Olayı”nın (2011) üstüne çıkamayan bir kültürel cin filmine açılıyor.

        Bu konuda rahatlıkla B sınıf ürünlerimizden biri olan “D@bbe: Bir Cin Vakası”nın (2012) yanına yerleştirilebilir. Zira orada da burada da ‘ucuz’cu kimi sahneler video algısındaki matlığı yıkmanın ötesinde kurgu tutarsızlıkları ve yapay efektler getiriyor. Korkuda önemli olan ‘soğukkanlılık hassasiyeti’ de bu sayede bir tarafa bırakılıyor ve çoğu zaman ‘fazla heyecan iyi değildir’ tümcesi akla geliyor.

        Korkutma numaraları sessiz sinemayı hatırlatıyor

        Zaten Hollywood’a daha yakın bir hikaye anlatma sürecinden bildiğimiz kardeşler, ilk filmlerinde ‘rehine gerilimi’ odağından TV’nin yarattığı faşist düzenin insan ruhuna yaptıklarını ele almıştı. Başlangıça gerçekliği bozan bir açılış sekansı koymaktan da geri durmamışlardı. Burada ise güvenlik kamerası çekimlerinin arasına yerleştirilen daha parlak görüntüler ve zıplatan ses efektleri, birazcık ana yapıyı bozmuş gibi gözüküyor. Bu durum da Oren Peli, Tod Williams gibi o gelenekte Ozu kadar minimalist uyruklu yönetmenlerin düşüncesinin devreye girmemesini sağlıyor.

        Görünmeyenler” de aslında böylesi bir eksiklikle görsel bir dağınıklığın içinde bir oraya bir buraya sallanıyor. Bunu şiddetli yapıp seyirciyi de rahatsız ediyor üstelik. Güvenlik kameralarından alınan salon, dış bahçe, merdiven ve oda genel planları da bu sayede anlamsız hale geliyor. Araya giren video cızırtısı kıvamında atlamalar hareketten kesme adına bir kalkınma getiriyor. Ancak onun ötesinde bir anda çıkan ‘cin kızlar’ın sessiz sinemadan kalma ‘üst üste bindirilip yanılsama yaratan kareler’ tekniğiyle korkutma malzemesine çevrilmesi adeta Alman dışavurumculuğu dönemini hatırlatıyor.

        Ev” kadar olgun ve planlı değil

        Dış bahçe sahnelerinde bu durumun inandırıcılıktan çıkması ya da sonlarda keşif olarak doğru ‘lamba içi kamera’nın böylesi ‘bulunmuş görüntüler’in arasındaki işlevinin sorgulanmaması dağınık görsel yapının en bariz göstergesine dönüşüyor. Alper Özyurtlu’nun görüntü yönetmeni koltuğundaki dolgun renk alma becerisiyle ‘ucuzcu numaralar’daki değişimleri de kavraması ya da Caner Özyurtlu-Serhat Hasanoğlu ikilisinin diyaloglarla bir samimiyet aşılaması nedense bir yönetmenin hakimiyetiyle korkutucu sahnelere alan açamamış.

        Zira eskilerden M. Night Shyamalan’ın geleneğini uygulayan ya da şimdilerden Oren Peli gibi sessizlikten anlam yaratan korku yönetmenleri kolay bulunmuyor. Bu da Hollywood’da ve bütün dünyada böylesi ‘kayda alınmış gerçek olay’ odaklı eserlerin bir anlamda sallanan kameraya, ses efektlerine ve kadraj boyutsuzluğuna kapılmasına alan açıyor. Adeta bu ‘ucuz’ durmaya yatkın formatın dezavantajlarını açığa çıkarıyor. Ancak bu durumun “Karadedeler Olayı”nda doğru bir elbise giyip “Blair Cadısı” (“The Blair Witch Project”, 1999) temsili sunması halihazırda dururken, olan bitenlerin çıkış noktasının “Ev” kadar özgün, dolu ve tutarlı durmaması da üzücü.

        Alanına hakimiyeti bırakıp parçalardan beslenmeyi esas almış

        Sadece araya “Cinnet” (“The Shining”, 1980), “Diğerleri” (“The Others”, 2001) gibi ‘evli korkulardan bir şeyler ya da tekinsiz öğeler sıkıştıralım’ düşüncesiyle işlenen kolaycı popüler sinema numaraları, en azından “Okul” (2004) ve “Gen” (2006) örneklerindeki gösterişli Hollywood anlatısının ihtiyacını açığa çıkarıyor. Zira klişelerin kullanımı öylesi bir üslup var olmadıkça bir anlam kazanamıyor. Bunlar gerçekleşmeyince de “Görünmeyenler”, izini sürdüğü formatı doğru bir kültürel ambalaja sokma becerisini gösteremiyor. Bunun devamında da “D@bbe: Bir Cin Vakası” ile birlikte “Paranormal Activity”nin ‘artakalanları’ tamlamasıyla anılmayı hak eder hale geliyor.

        Bu da bir anlamda kolay unutulacak bir işin, sadece 83 dakikalık süresiyle sevindirici durması bir tarafa tekrarlara fazla bel bağlamasıyla da can yakamamasını sağlıyor. Peki ya böylesi filmlerde ‘buluntu film’ kaynağı varken video aralarını ‘uyum kesmesi’ ile bağlamanın kimi yerlerde açığa çıkan ‘mükemmeliyetçi intizam’ dışında amacı ne olabilir? Onu çözmek zor. Çünkü furyaya dönüşen bu alan biraz da serbest bir anlatıyı, daha hassas ve natüralist bir omurganın orta yerine yerleştirmeyi gerektirir. Ancak burada öyle bir şey yok. Flashbackimsi bölümlerde mat renklerden inadına parlak renklere geçilmesi hem seyircinin algısını bozuyor, hem de kolaycı numaralardan bir döngü oluşmasını sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Görünmeyenler

        Yönetmen: Melikşah Altuntaş

        Oyuncular: Güliz Oktar, Nihan Okutucu, Duru Ok, Deniz Özmen

        Süre: 83 dk.

        Yapım yılı: 2012

        PROJE DOĞRU, SÖYLEM YANLIŞ

        Görünürde 1979’da İran İslam Devrimi’nin göbeğinde iktidar değişimindeki kargaşayı eleştirmek üzerine kurulan hikaye yapısıyla “Operasyon: Argo”, hınzır ve alaycı bir iskelete de sahip. Büyükelçilikteki Amerikalı görevlilerin Tahran’da mahsur kalması üzerine göstermelik bir film ekibinin ‘casusluk timi’ olarak kurtarma operasyonuna gönderilmesinin ana çerçevesi de yerinde. Ancak Affleck belli ki bu politik açıdan tehlikeli meseleyi Amerika’nın Orta Doğu politikalarını destekleyen militarist, milliyetçi ve dini açıdan ayrımcı bir söylemle doldurmuş. Bu da büyük oranda yönetmenin tarihi hikayeyi kaldırma ve doğru bir siyasi süzgeçten geçirme konusunda olgun durmayan ‘liberal’ bakışından kaynaklanıyor.

        Metafilm ile casusluk gerilimi arasında bir hikaye tabanına sahip “Operasyon: Argo” (“Argo”, 2012), Ben Affleck’in türsel kalıplarla oynama arzusuna fazlasıyla yakışıyor. “Hırsızlar Şehri”nde (“The Town”, 2010) ‘büyük Amerikan suç filmi’ üretirken soygun filminde alışık olduğumuz formülün dışına çıktığı görülmüştü. ‘Büyük bir soygunun planları, kendisi ve sonrası’nın yerine ‘birkaç soygun sahnesi’ yerleştiren yönetmenin hazırlık aşamalarını ve dramatik çatışmaları aralara serpiştirerek bir algı yenilemesine gittiğine tanıklık etmiştik. Burada ise politik açıdan iddialı bir süreci masaya yatırarak sınıf atlamak, daha fazla ciddiye alınmak istiyor kendisi.

        İlginç hikaye emperyalist ve militarist bir başarı hikayesine mahkum bırakılıyor

        Grant Heslov’un ve George Clooney’nin desteğini alan Chris Terrio’nun senaryosu, büyük oranda muhalif bir tabanın habercisi oluyor. Ancak 1979’da İran İslam Devrimi’nin ayaklanmalarının ortasında mahsur kalan İran Kanada büyükelçisinin durumu ve altı Amerikalı görevlinin ‘kurtarılma operasyonu’ ya da ‘rehine krizi’ hiç de doğru işlemiyor. Emperyalist ve militarist bir başarı hikayesinden öteye gidemezken kaş yaparken göz çıkartan bir konuma yerleşiyor.

        Rodrigo Prieto ve Alexandre Desplat’nın ‘sinematografi’ ve ‘beste’ adına katkı veremediği eserin Affleck’in ‘ağırlık’ını hissettirme özgüveninden çektiği çok açık. Zira burada İran’ı anlatan bölümlerin grenli hali ve ezan sesiyle girişi bir ‘oryantalist’ ötekileştirmeyi beraberinde getiriyor. Buna Amerikan bayrağının yakılmasıyla desteklenen açılış sekansının ‘girizgah lafları’ da eklenince, bir anlamda rehin alma süreci doğrudan hedefini belli ediyor.

        Arap ya da Orta Doğu ülkelerinden intikam mı almak istiyor?

        Affleck, İran bölümlerini daha grenli ve yakın plana yakın ölçeklerle hallederken aslında makyaj, kostüm, saç ve aksesuar tutarlılığı konusunda 70’lerin ruhunu yaşatmak isterken bir ‘düşük bütçe’ hissiyatı yaratmış. Sanki mekanlara sızan ‘bir günde halledilmiş’ izlenimi, bıyıklara ve peruklara büyük oranda yansırken bunun üzerine eklenen ‘şovenist İran halkı görüntüleri’ de dini ayrımcılığı beraberinde getiriyor. Yönetmen adeta Afganistan’a da kölelik meselesine de lafı bağlayıp bütün Arap ya da Orta Doğu ülkelerinden ihtikam almak istiyormuş gibi ‘saldırgan’ hareket ediyor.

        Taşlama niyetine yerleştirilen ‘kozmik savaş’ alt başlıklı ‘Argo’ uzay operası filmi de ‘Star Wars’ tabanının çekiciliğine ve hikayesini ‘rehin alma’ üzerinden şekillendirmesine karşın, ‘kahramanlık’ meselesini içeriye dahil etmekte başarılı olamıyor. Aksine Alan Arkin ile John Goodman’ın süreç içindeki ‘sözlü espriler’i ile kalkınıyor. Bu sayede kitsch (bayağılık estetiği) kıyafetler, ‘göstermelik (fake) gişe rekortmeni’ gibi laflar ve daha nicesiyle eğlence kat sayısı yükseliyor.

        Geceyarısı Ekspresi”nden daha tehlikeli olabilir

        Ancak esas tehlikeli nokta, diğer tarafta yürümeyen diyalogların burada oluşmasıyla içimizi bir ‘umut’un kaplaması. Zira İran bölümlerinde akan gerçek anlamda “Geceyarısı Ekspresi”ni (“Midnight Express”, 1978) hatırlatan bir karikatürizasyon. Buna dramatik yapının ‘ayraç’ları adına sahnelerin bağlanmaması ve oradan kaçırma sürecinin Müslümanları aptal yerine koyar bir tabana yerleştirilmesi de eklenince yanlışlar çorap söküğü gibi üst üste geliyor.

        Bu da Affleck’i dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olma noktasına kadar götürüyor. Bu durum da “Hırsızlar Şehri” ile yükselen sinemasının dekupajını daha ticari bir yöne kaydırıp alçakgönüllü bir politik sürece açılması konusunda uyarıcı bir işlev üstleniyor. Zira “Kızımı Kurtarın”daki (“Gone Baby Gone”, 2007) sosyal sorumluluk düşüncesi burada da bir Amerikancı ambalajla temsil buluyor sanki. Büyük oranda da politik yapıyı da filmi de zedeliyor. “Operasyon Argo” da ister istemez 11 Eylül sonrası siyasi açıdan kör kör parmağım gözüne ilerleyen filmlerden birine dönüşüyor. Bunun sebebi büyük oranda taşlama hedefiyle canlanan ‘metafilm’ omurgasının bu ciddi sürecin değerini azaltıp önemsenmez hale getirmesi aslında...

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Operasyon Argo (Argo)

        Yönetmen: Ben Affleck

        Oyuncular: Ben Affleck, Bryan Cranston, Alan Arkin, John Goodman

        Süre: 120 Dk.

        Yapım Yılı: 2012

        ÖLÜM ORUÇLARININ DÜNÜ BUGÜNÜ

        1980’deki askeri darbe sonrası cezaevlerinde yaşanan sıkıntılar, 1990’ların ortalarında F-Tipi hücrelerdeki ‘insan canını umursamayan’ durumlara kadar uzandı. Bunun yol açtığı ölüm oruçları ise iktidara karşı haykırışı adeta hazin bir tablonun ışığında canlandırdı. “Simurg” da gözlemci yetisiyle 1996’da bu olaya birinci ağızdan tanıklık eden altı mahkumun yaşadıklarını ‘belgeleme’ yeteneğini gösteriyor. Süresini biraz uzun tutsa da iktidar eleştirisini yaparken izlediği yollarla seyirciyi içine almayı ve durumun acıklılığına dikkat çekmeyi beceriyor.

        Pers mitolojisinden bildiğimiz Zümrüdü Anka Kuşu Simurg’tan adını alan, onun izinde de bir reenkarnasyon ya da arınma hikayesi sunan “Simurg”, F-Tipi cezaevlerindeki tanımsız kıyıma odaklanıyor. 1996’da o ‘dar alan’da kalıp ölüm orucu eylemine başvuran ve bir hastalığa yenik düşen bir grup insanın peşine takılıyor, onları dünüyle bugünüyle masaya yatırıyor. Etnik grup ayrımı yapmaksızın bir insansızlığın özetini sunuyor.

        Bu hazin tabloya tanıklık edilmeli

        Sonbahar”da (2008) ve “Açlık”ta (“Hunger”, 2009) kurmaca adına gördüğümüz ‘ölüm orucu’ ya da ‘açlık grevi’ meselelerinin böylece bir belgesi sinemaya miras bırakılıyor. Bu karakterlerin hapishane görüntüleri ile günümüzden görüntüleri üst üste bindirilip bir süreç oluşturuluyor. Tuğlalar çok fazla duygu sömürüsüne kaymadan bir emeğin, arayışın ya da tutunmanın temsiline dönüşüyor. Sosyal gerçekçi birey hikayesine benzer bir omurga oluşturulup mesafenin korunması yaklaşımın farkını ortaya koyuyor.

        Simurg”, bu izde şimdiki zamanı ekran bölme tekniğiyle sarıp video görüntülerini de tam ekran niyetine yerleştirince ‘iki farklı format’ yetkinliğiyl ilerliyor. Bunu belgesel geleneklerine dokunmadan 100 dakikayı aşan süresine yaymaya çabalıyor. Mesajını verme ve iktidarın ortaya çıkardığı bu ‘dar alana sıkıştırma fiyaskosu’na tavır alma konusunda herhangi bir sıkıntısı yok. İnsanlarla bir olup siz de bu hazin tabloya tanıklık ediyorsunuz.

        Ancak Ruhi Karadağ, meselenin toplumsal bilinç yaratmasına ve önemine fazla kapılıp biraz süreyi uzun tutmuş. Bu da zaman zaman omurganın hasar alıp görüntülerin işlev vermekten ziyade ‘slayt gösterisi’ne dönüşmesini sağlıyor. “Simurg”, bu durumdan çekerken bir yeniden doğum ya da irkilme hikayesi sunup, bu durumu mitik bir tasvirle devreye sokmasıyla da dikkat çekmeyi beceriyor. Meselenin muhalefetini entelektüel bir yolla kavrıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.7

        Künye:

        Simurg

        Yönetmen: Ruhi Karadağ

        Süre: 109 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        BELLEK DOLGULU MÜKEMMEL ASKERLER

        Kas kuvvetine bel bağlayan teknolojik aksiyonlardan “Evrenin Askerleri”, militarist bir film olsa da Van Damme’ın varlığı ve hikayesiyle külte dönüşmüştür. Onun dördüncü halkası “Evrenin Askerleri 4: İntikam Günü” ise yaptıklarını bir ‘dolgu bellek bilimkurgusu’nun içinden sanrısal, şiddeti yoğun ve özgüveni yüksek bir dünyada canlandırıyor. Ancak bundan çıkan sonuç en kısa tanımıyla: Plastik öğeler, karakterler, yüz ifadeleri ve üç boyut efektiyle kavranmış, video raflarındaki çöp oranını yükseltmeye yarayan ve kadrosunun kitlesini hedefleyen bir ‘pespayelik’ örneği.

        1992’de biraz da ‘kaslı kahramanlar’ periyodundan güç alarak filizlenen ‘Evrenin Askerleri’ (‘Universal Soldier’) serisi büyük oranda ilk filmin iradesiyle ayakta duruyor şimdilerde. Roland Emmerich imzalı yapıtta Vietnam Savaşı’nda yaşamını yitiren iki askerin ‘UNISOL’ adlı bir programla ‘cyborg’a dönüştürülmesi, bir anlamda teknolojik aksiyon tabanını oluşturan ana unsurdu. Van Damme ile Lundgren’in çatışmasından da bir iyi-kötü mücadelesi devreye girmişti. Klonlanarak tektipleştirilen bu robot-insan karışımı yaratımlar bir anlamda ‘oyun nesnesi’ haline gelmişti.

        Boorman, Proyas gibi yönetmenlerden bildiğimiz bir alt tür temsili

        Ancak Emmerich’in filmi militarist görüşüyle göstere göstere savaş çağrısı yaparken ‘mükemmel asker’ yaratma adına çözümler sunuyordu. O zamanın ‘klonlama’ meselesinin ‘Terminatör’, ‘Robocop’ gibi filmlerin robotlarından etkilenen mizacı da bir anlamda birbirini düelloya davet eden ‘teknoloji’ ile ‘insan’ın sınavlarına uzanıyordu. Aksiyon ile dövüş öne çıkarken, bütçenin A sınıf katkısı da kültleşme sözünü veriyordu. 1998’de bir devam filmine açılsa da tutturamayan seri neredeyse 2009’da sıfırdan başlatıldı.

        Üçüncü film “Universal Soldier: Regeneration”i izlemedim ama onun John Hyams’ın yeni eğilimlerinden geçtiğini tahmin etmek zor değil. “Evrenin Askerleri: İntikam Günü” (“Universal Soldier: Day of Reckoning”) ise onun izinden ilerliyor. Teknolojik aksiyonu dolgu bellek bilimkurgusuna çevirirken, bunun zihinsel ve sanrısal karşılıklarını yapay hale getirmesi de elbette kaçınılmaz hale geliyor. Zira Paul Verhoeven, John Boorman, Alex Proyas gibi yönetmenlerin varlığıyla kendine bir yaşam çizgisi belirleyen bu alt türün burada ‘korku mu, bilimkurgu mu, aksiyon mu?’ olduğunu bilmeyen bir başıboşluktan mustarip olduğu kesin. Bu da adeta kalbi atmayan bir bedenin içinde olduğumuzu hissettiriyor çoğu zaman.

        Üç boyutun yanında yoğun cinsellik ve şiddet de dahil edilmiş

        Üç boyutun ‘ver coşkuyu!’ kıvılcımıyla ilerleyen dramatik yapı da Scott Adkins’in gözünden ve iç sesiyle ilerleyen ‘bakış açısı kamerası’yla start alıyor. Bunun devamında onun belleğinde olup bitenleri ‘Van Damme ve Lundgren klon mu?’, ‘peki ya gerçekten aile kıyımının gerçekleştiği söylenebilir mi?’ gibi sorularla kavramaya çabalıyoruz. Aslında bu konuya girme düşüncesi, günümüze ayak uydurmayı ‘yoğun çıplaklık ve tavizsiz seks sahneleri’ ve ‘umursamaz şiddet’ ile doldurunca bir vizyon ortaya çıkıyor.

        Ancak sinemaskopta kör kör parmağım gözüne, üç boyuttan yararlanan karakterlerin bize bakmasıyla oluşan sekansların, bu boyutsuz vücutlar ve fütursuz müzikle de bir ihtişam getiremediği aşikar. Her şey o kadar karton kurulmuş gibi duruyor ki Van Damme’ın bu ‘mükemmel asker’ üreten kurumun görevlisindeki ‘kel hali’ de Lundgren’ın sarışın mafya patronu tipleri de ‘çöp eğlenceliği’ etkisi yaratmakla kalıyor. Onları kült bir tüketim uğruna izlemeyen kitle ise 2.35:1’in orantısız genişliği, dingin tempoya ayak uydurup kendini ciddiye alan kurgu ve volüm patlaması yapan müzik kullanımı eşliğinde sinema zevki almaya mahkum bırakılıyor. Üstelik 114 dakikalık bir sürede ‘video nasty’ periyodundan fırlamış yan karakterlerin varlığıyla...

        FİLMİN NOTU: 1.8

        Künye:

        Evrenin Askerleri: İntikam Günü ( Universal Soldier: Day of Reckoning)

        Yönetmen: John Hyams

        Oyuncular: Scott Adkins, Jean-Claude Van Damme, Dolph Lundgren

        Süre: 114 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        HAVANA’NIN YEDİ FARKLI YÜZÜ

        Küba’nın egzotik bir düşünceyle hatırladığımız başkenti Havana’dan yedi öyküyü çerçevesine alan “Havana’da 7 Gün”, bunu sinemada alışık olduğumuz ‘antolojik film’ alanında kalıcı bir işe dönüştürüyor. Medem, Del Toro, Suleiman, Noé, Trapero, Cantet ve Tabio gibi tanıdığımız isimlerin her birinin temalar eşliğinde kendi ruhunu kabul ettirip ‘bütüne ayak uydurmaması’ projenin en dikkat çekici yanı. Bu da sözü geçen eseri, her parçasından ayrı bir tat aldığımız keyifli bir serüvene dönüştürüyor.

        Antolojik film’ dediğimiz kısa filmlerden oluşan uzun metrajlı tek bir filmin bedenini birbirine uzak yönetmenlerden oluşturmak en önemli şeydir. Bu durum geniş çaplı ve kuşbakışı bir gözlem getirirken; “Paris, Seni Seviyorum” (“Paris, Je t’aime”, 2006) ve “Olağanüstü Hikayeler” (“Histoires Extraordinaires”, 1968) gibi başarılı örneklerle de süslenmiştir. Burada da aslında Leonardo Padura’nın senaryosu ile Daniel Aranyo’nun ortak sinematografisi bir şeyleri çözmüş...

        Alegorik toplamın her parçası bir değer

        Havana’da 7 Gün” (“7 días en La Habana”, 2012) de yedi parçası da ayrı bir vizyon kokan, kimi eksiklerine karşın kayda değer bir işe dönüşüyor bu sayede. Amerikalısı, Fransızı, İspanyolu, Filistinlisi, Arjantinlisi, Kübalısı, Porto Rikolusu fark etmeden bir bakış açısı getiriyor. Havana’nın ‘sinema’, ‘aşk’, ‘cinsel özgürlük’, ‘ritüeller’, ‘dans’ gibi hammaddelerle örülü evreni de bu sayede kendine hak ettiği karşılığı buluyor.

        Özellikle Julio Medem’in getirdiği ‘yasak ilişki’ vizyonu, Elia Suleiman’ın ‘deadpan komedi’ (poker surat komedisi) zekasıyla politik konjonktürü eleştiren bir kılık değiştirme salgılaması ya da Noé’nin lezbiyen ilişkiyi üzerinden atma adına yapılan ritüelleri ‘Fransız şok sineması’yla bütünlemesi dikkat çekici. Del Toro’nun ‘travesti hayat kadını’ meselesini ele alırkenki eğlenceli duruşu, Cantet’nin klasik gözlemci tavrı, Trapero’nun inadına plan sekans düşüncesi, Tabio’nun ise alegorik toplum görüntüsü yaratma adına yaptıkları da bir kimlik getiriyor.

        İlgi çekici bir Küba güzellemesi

        Kabul etmeliyiz ki son kalemde dans, cinsel özgürlük, aşk ve hafif pembe dizi tonuyla dolu bir coğrafyadan arta kalanlar keyifli bir yolculuğa dönüşüyor. Trapero’nun Kusturica üzerinden yaptığı ‘Havana Film Festivali’ hikayesinin birazcık süresinin uzun olması, Cantet ve Tabio’nun da bu konuda kendilerini geri çekmek istememeleri projeyi zedeliyor.

        Fakat yaşayış tarzından inanışlarına, zevklerinden alışkanlıklarına kadar bir toplumun portresi sadece ‘turistik belge’ olarak kalmadan fotoğrafı çekilmiş halde önümüze koyuluyor. Bu da aslında yönetmenlere özgür alan açılıp kamera kullanımından temalara, ses kullanımından oyunculara kadar bir ‘makro-Havana’ bakışı sağlanmasında yatıyor. Projenin bütün yönetmenlerinin önceden belli öğeleri seçmesi de belli ki Medem’in filminin esmer güzeli Melvis Santa Estevez gibi ‘yıldız adayları’nı sinemaya armağan edecek.

        Sonuçta aşk, komedi ve dramı iç içe geçirirken pembe dizi rötuşlarını etrafa dağıtmasıyla ilgi çekici olan bir Küba güzellemesi ya da alegorisi sunuluyor burada. Tabiri caizse ‘yeme de yanında yat’ haliyle elbette...

        FİLMİN NOTU: 5.8

        Künye:

        Havana’da 7 Gün (7 Días en La Habana)

        Yönetmen: Laurent Cantet, Benicio Del Toro, Julio Medem, Gaspar Noé, Elia Suleiman, Juan Carlos Tabio, Pablo Trapero

        Oyuncular: Josh Hutcherson, Emir Kusturica, Melissa Rivera, Daniel Brühl

        Süre: 129 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti – Bölüm 2 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 2): 7

        Araf: 7

        Asteriks ve Oburiks: Gizli Görevde (Astérix et Obélix: Au Service de Sa Majesté): 3

        Aşk Yeniden (Hope Springs): 5.7

        Aşkın Ömrü Üç Yıldır (L’Amour Dure Trois Ans): 6.1

        Ayı Teddy (Ted): 6

        Babamın Sesi: 5.5

        Başka Bir Kadın (La Vie d’Une Autre): 4.5

        Bulut Atlası (Cloud Atlas): 8.5

        Cennetteki Çöplük: 2.5

        Cesur (Brave): 6.6

        Çanakkale 1915: 4.5

        Çanakkale Çocukları: 3.6

        Dağ: 4.8

        Elena: 6.7

        Evim Sensin: 0.9

        Frankenweenie: 6.5

        Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan): 7.5

        Geriye Kalan: 5.7

        Gölgede Dans (Shadow Dancer): 5.8

        Gözetleme Kulesi: 3.8

        Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks): 6.5

        İlk ve Son Aşkım (Seeking a Friend for the End of the World): 4.6

        Katil Joe (Killer Joe): 3.5

        Moskova’nın Şifresi: Temel: 3.4

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        Mükemmel Plan (Friends with Kids): 5.5

        N’Apcaz Şimdi?: 2.4

        Oğlum Bak Git: 2.5

        Otel Transilvanya (Hotel Transylvania): 7

        Paranormal Activity 4: 1.2

        Paranorman: 4.5

        Roma’ya Sevgilerle (To Rome with Love): 4

        Ruh (The Pact): 5.5

        Sadakatsizler (Les Infidèles): 4.5

        Skyfall: 4.5

        Striptiz Kulübü (Magic Mike): 7

        Şimdi Gel de Gör Beni (Lola Versus): 4.9

        Takip: İstanbul (Taken 2): 1.7

        Tehlikeli Takip (End of Watch): 4

        Tetikçiler (Looper): 8.4

        The Master: 7.5

        Uzun Hikaye: 5.4

        Yargıç Dredd (Dredd): 5.8

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar

        Sizlere daha iyi bir hizmet sunabilmek için sitemizde çerezlerden faydalanıyoruz. Sitemizi kullanmaya devam ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz. Detaylı bilgi almak için ‘Çerez Politikasını’ ve ‘Aydınlatma Metnini’ inceleyebilirsiniz.
        Bu çeviride Google Translete kullanılmıştır. Anlam ve çeviri hatalarından haberturk.com sorumlu değildir.