
Coenler'in 'Şöhret Yolunda'ya selamı var
Kerem Akça / keremakca@haberturk.com
Coenesk öğeler taşıyan bir folk müzisyeni biyografisi filmi olarak anılabilecek “Sen Şarkılarını Söyle”, Dave Van Ronk’un hayatından esinlenen kurmaca bir başarısızlık hikayesini merceğine alıyor. “Şöhret Yolunda”ya selam çakan iyi çekilmiş bir esere dönüşse de, alt türün başyapıtı “Beni Orada Arama” ile boy ölçüşebilecek bir seviyeye ulaşamıyor. ‘Folk’ özelinde bir ‘insan’ öyküsü olarak öne çıkıp sükunetini korurken, gizemli objelerle, hayali anlarla, unutulmaz bir finalle ve çok iyi yazılmış capcanlı karakterleriyle perdeye dokunma arzusu yaratıyor. “Sen Şarkılarını Söyle”, 17 Ocak vizyonunun en iyisi.
Coen Kardeşler için ‘postmodern hikaye anlatıcıları’ demek çok yanlış olmaz. Onların evrenlerine kendinizi kaptırdınız mı, mizahın, dramanın, sıradan suçların ve hatta masalsılığın da iştirak ettiği keyifli bir akşam yemeğine davetlisinizdir aslında. Bu masadan kalkmak ise bir karaktere kızmak ya da hazırlanan mönüye en baştan karşı çıkmak ile mümkündür. Şayet filmin ortasına gelmişseniz, bu eğlenceden, sinemasal keyiften sizi soyutlayacak bir şey yok diyebiliriz.
COENLER’İN EN KİŞİSEL FİLMİ OLABİLİR
Onların dünyasında kara komedi, absürd komedi ve kara film geleneği fazlaca bulunurken, kafadan kontak karakterlerin gerçeküstücülükle de doldurulduğu bakidir. Bu durum da birçok ‘izlerini süren’ yönetmen doğurmuştur. Retrospektif bir arka planla canlanan günümüze uygun karakterler, slapstick (fiziksel) komediyle de zaman zaman ilişki kurar. “Sen Şarkılarını Söyle” (“Inside Llewyn Davis”, 2013) sanki ikilinin ‘müzik sahnesi yorumu’ ya da ‘en kişisel filmi’ gibi duruyor. Yaratılırken dönemin folk şarkıcısı Dave Van Ronk’tan esinlenildiği söylense de aslında Llewyn Davis tam bir ‘kurmaca biyografi’ kahramanı. Coenler’in kariyerinde ise ‘country müzik’ ve ‘southern gothic’ öğeleri taşıyan, Homeros uyarlaması yol komedisi “Nerdesin Be Birader?” (“O Brother Where art Thou”, 2000) ile akraba olarak görülebilecek bir esere alan açıyor.
Bu durum filme bir ivme veya kıvraklıktan ziyade kendi fanusuna kapanma durumu getiriyor. Ancak bunun avantajları da var. Zira Coen Kardeşler, burada sıfırdan bir hikaye yaratarak 1960’larda folk müziğinin yükseldiği dönemden ‘kaybeden’, ‘başarısız’ ve ‘süssüz’ bir karakterin peşine düşüyorlar.
‘ŞÖHRET YOLUNDA’YA SELAMI VAR
“Nerdesin Be Birader?” kadar ‘Odysseia’ etkili bir süreci izlerken John Goodman’ın oradakine benzer yabancılaştırıcı/detaycı/eğlenceli karakterine de kapılıyoruz. “Arizona Junior”dan (“Raising Arizona”, 1987) bu yana ‘yan karakter nesnesi’ haline gelen isim, burada da hayal kırıklığı yaratmıyor. Ama esasen Hal Asby’nin klasikleşen “Şöhret Yolunda”sına (“Bound for Glory”, 1976) selam çakma çabasında bir folk müzisyeni biyografisi filmi ile yüzleşiyoruz.
Bu müzik dalının atalarından Woody Guthrie’nin 1930’larda yaşadığı gerçek olayları konu aldığı, 1943’de yayımlanan otobiyografik romanı, sözü geçen eserin kaynakçasına dönüşmüştü. Orada akan David Carradine imzalı ‘evsiz müzisyen’ öyküsü ise gerçek bir ‘derin Amerika’ lezzeti ile kavranırken doğal renklerden ve düşük tempodan beslenmişti.
KARDEŞLERİN AĞZINA LAYIK BİR DÖNEM PORTRESİ
Burada ise 60’ların ruhunu oturtma arayışı, renklerde hiçbir dijital oynama yapmadan gerçekleşiyor. Doğal ışıklandırma Jeunet’nin filmlerinden tanınan yetenekli Bruno Delbonnel’in sinematografisinin esas meziyetine dönüşüyor. Ama bunun üzerine bir ‘karizma’yı açığa çıkarmak da unutulmuyor. Adeta siyah-beyaz dönemden renkli döneme geçildiğinde her iki geleneğe de yatkın gibi gözüken bir pelikül çeşidi kullanılıyor. İpeksi grinin bolca ışık yemiş beyazla birleştiği bir ‘ruh’ canlanıyor. Chiaroscuro ışık tekniği, sevilen Coen algısıyla “Nerdesin Be Birader?”in eskitilmiş pelikül tercihi ile “Orada Olmayan Adam”ın (“The Man Who Wasn’t There”, 2001) siyah-beyaz sinematografisini akla getiriyor.
Arkada ışık fazlaca yalıtılırken önde de geceleri üzerimize gelen kırmızı, mavi gibi renklerin ‘desature’ edildiğini idrak edebiliyoruz. Bu durum filme, Coenler’in ağzına layık, oyuncaklı ve postmodern bir retro doku getiriyor. Her şeyin gizemine bu konuda da bir ‘ressam’ algısı ekleniyor. Bunun üzeri ise klasik biyografi düşüncesiyle örülmezken, geleneksel kahraman alışkanlığını devre dışı bırakan bir başarısızlık öyküsü akıyor arka plandan. Onun yan karakterlerle, sevgilisiyle, malum kedisiyle arkadaşlıkları öne çıkıyor. Asla ‘gerçek hikaye’ye bağlı kalıp zamansal parçaları yerleştirme ve dönemlere yayılma sıkıntısı çeken tür örneklerinin zaafları akla gelmiyor. Ayrıca 60’ların rock dünyasını ele almasına alıştığımız biçimci ve özgürlükçü filmler de (bkz. “The Doors”) canlanmıyor. Aksine Coenler, bir sükunet yakalamak istiyor. Çekiciliği, şıklığı da bu sadelikle anlamlandırıyor.
BOB DYLAN DÖNEMİNDEN ANTİ-KAHRAMANLAR KEYİF VERİYOR
Llewyn Davis, şöhret basamakları niyetine çıktığı yolda Woody Guthrie gibi bütün ABD’yi ayaklarının altına almıyor. O dönemin ağır temposu ise bazı rötuşlarla onarılıyor. Coenler’in montaj sekansa giriş dışında fazla tempoyu arttırmadığı, ritmi ise genel planların işleyişine göre kurduğu bir görsel yapı var halihazırda.
Delbonnel’in yaklaşımı buna çok şey katarken, aslında Llewyn’in öznel dünyasında bir yolculuk izliyoruz. Özellikle bir lokanta sekansında iyice hayali hal alan yolculuğun, oradan dönüşünü doğru belirlemesi bize geçiyor. Bu durum da 60’larda Bob Dylan’ın çıktığı bir dönemde tutunamayan, öteki, anti-kahraman yolculuğuna kulak vermemizi sağlıyor. Bu şahsiyet, tüm ‘Coen centilmenliği’yle kedisinden Dylan’ın ta kendisine kadar ‘gizemli objeler’le bize emanet ediliyor.
‘ÇILGIN’IN İÇİNDE ‘AYRIKSI’ DURMAK LÜTUF İSTER
“Sen Şarkılarını Söyle”, yönetmenlerin kafadan kontak karakterlerini daha ziyade yan hikaye bazında bulundururken (bkz. Çinli aile), melez yapılarını yol filmi, biyografik film ve absürd komediyle akrabalık kursa da çok fazla harman haline getirmiyor. Daha ziyade bir insan hikayesi anlatmak, bununla güldürüp ağlatmak istiyor. Gizemli finalde neler olacağına dair soru işaretleri bırakma geleneği sürerken, gerçeküstücülük, kaza, kedi, köpek, rüyalar, John Goodman ve nicesinden değişik katmanlar arasında filizlenen bir öznel evren inşa ediliyor.
Elbette ‘mizah’ bir “Arizona Junior”, “Büyük Lebowski” (“Big Lebowski”, 1996) gibi yok. Türün eski döneminden beslenen pastiş kara film algısını da göremiyoruz. Dolandırıcı tiplemeler, suçlular canlanmıyor. Daha ziyade Coen Kardeşler’den bir müzisyen biyografisi filmi izlemek isteyen kitleye, kendi markasıyla absürd karakterler, gizemli objeler ve rüyalar veren bir dünya vaat ediliyor. Bu da 60’lara dair bir soyut ruhun öyküsünü hüzünlü bir şekilde izlememize olanak tanıyıp yönetmenler özelinde “Ciddi Bir Adam”dan (“A Serious Man”, 2010) sonra bu devreye odaklanan ikinci temsili ortaya çıkarıyor. Bu eser, kardeşlerin ‘tarihi dönem’ sevdasını bambaşka bir uyrukla canlandırıyor. Böylece filmografisinde de eksikleri ‘ciddi’ tarafından kapatıyor. Bir Coenler başyapıtı olmasa da iyi çekilmiş, sevimli, naif, dönemin ruhunu teneffüs edebilen ve samimi bir film karşımızdaki. İlerleyen dönemde yönetmenlerin müzikle ilişkisi konusunda veya olgunlaşma süreci vesilesiyle geriye dönüp bakılacak bir esere dönüşebilir.
FİLMİN NOTU: 6.7
Künye:
Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis)
Yönetmen: Coen Kardeşler
Oyuncular: Oscar Isaac, Carey Mulligan, John Goodman, Justin Timberlake, Garrett Hedlund
Süre: 123 dk.
Yapım yılı: 2013