
Bilimsel deneydi, aksiyon kahramanı oldu
24 OCAK FİLMLERİ
‘Blade’ ve ‘Karanlıklar Ülkesi’nin vampir filmleri için yaptığını, frankenstein filmleri için canlandıran “Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı”, demode ve hantallaşmış bir korku ötekisini çevik bir aksiyon kahramanına çevirmesiyle değer kazanıyor. ‘I, Frankenstein’ çizgi romanından uyarlanan eser, ‘yeni ırklar’a ve ‘yaradılış süreçleri’ne el atan güçlü ve modern Adam Frankenstein tanımı ile dikkat çekici. Bilimkurgusal dünyasıyla ise ‘canavar kuşakları’ arasındaki mücadeleyi öne çıkarıyor.
1930’ların canavarlarından frankenstein, günümüzde çok kullanılan bir motife dönüşmemiştir. Zira vampir ve kurt adam gibi hızlanmaya eğilimli, kıvrak, etrafa kan saçabilen veya dönüşüm geçiren bir mizaca sahip değildir. Aksine çabucak hantallaşabilen, iri kıyım haliyle dikkat çekmiştir. Sinema tarihini de bu açıdan turlayarak ününe ün katıp asla çok popüler bir alt tür yaratmamıştır. Büyük oranda Mary Shelley’nin romanının ‘bilimkurgu’ ile kurduğu ilişkinin ‘yaradılış’ında bıraktığı izin cezasını çekmiştir. Sessiz dönemde de örnekleri olmasına karşın ‘frankenstein filmi’nin en bilinen kaynakçası 1931 tarihli Universal ürünü “Frankenştayn”dır (“Frankenstein”).
GELENEKSEL UYARLAMALAR RAFA KALKTI
O eserin ardından oluşan seri ise büyük oranda yaratıcı devam filmi “Frankenştayn’ın Nişanlısı”nın (“Bride of Frankenstein”, 1935) katkısıyla sinema tarihine adını altın harflerle kazımıştır. Ama Shelley’nin ‘yaratım’ı günümüzde sadık uyarlamalardan ziyade modern dünyayı temsil edecek eserlerle anılmıştır, genelde yan karaktere dönüşmüştür. Bilimsel deney meselesinin ve çılgın bilim adamı motifinin ise şekli şemali değişmiştir. Dr. Frankenstein’ın ceset parçalarından oluşturduğu canavar, bambaşka bir ‘ameliyat’ sürecine çevrilmiştir. Franju ve Teshigahara’nın 60’larda çektiği başyapıtlarının (“Yüzü Olmayan Gözler” ve “The Face of Another”) entelektüel yaklaşımı bir yana 2000’lerde “May” (2002), “İçinde Yaşadığım Deri” (“La Piel Que Habito”, 2011) gibi örnekler ilk akla gelenlerdir.
Ama sanki Frankenstein’ın en son sadık uyarlaması Branagh’ın “Mary Shelley’den Frankenstein”ıdır (“Mary Shelley’s Frankenstein”, 1994). Birçok kesimce eleştirilse de bence yaratıcı-yaratım ilişkisini bir hayli doğru gören bir Branagh-De Niro çekişmesinden güç almıştır bu eser. Korkutucu, karanlık ve aydınlatıcıdır.
BLADE KADAR GÜÇLÜ, NEO KADAR GÜNCEL
Günümüzde ise bu motifin, nasıl vampirlerin, kurt adamların artık melez bir nesne, çizgi roman aygıtına dönüşmesi bakiyse böylesi bir kıyafet giymesi şarttı. Burada da 200 yıl sonrasına gelen, babasının oğlu Adam Frankenstein bir devir başlatmak için kolları sıvıyor. Neredeyse ‘Blade’ kadar güçlü, ‘Neo’ kadar sanal dünyayla ilişkili bir kimlikle karşımıza çıkıyor.
Onun izinde ise arkasına romantizm ve gotik mimariyi alsa da 19. yüzyıl görünümlü distopik bir coğrafyaya odaklanıyor. Gargoyle (filmde Türkçesi çörten olarak geçiyor) tarikatının ve şeytan ordusunun kol gezdiği bir dünyada halen ‘yaratılan’ ırkların geçerli olduğu bir evren yaratıyor. Bunların alegorik açıdan neyi temsil ettiğini bilemeyiz. Ama Beattie’nin ‘Karanlıklar Ülkesi’ (‘Underworld’) kıvamında yeşil ekran teknolojisini bastırarak ıssızlıktan aldığı lacivert ile siyahı karıştıran renk paleti gayet kaotik kokuyor.
YEŞİL EKRAN TEKNOLOJİSİ BAZEN AKSIYOR
Bu da işin ucunu iktidar için Katolik Kilisesi’ni dahi kullanan, bilgisayar oyunu geleneğini benimsemekten gocunmayan bir işe kadar götürüyor. Tek hayıflanacak taraf ise arada yeşil ekran teknolojisinin uzak çekimlerde, üst açılarda sarkması. Bu zaafın bertaraf edilmesi ve Eckhart’ın yanına eklenen sarışın kadın oyuncunun dizi kimliği kokması biraz filmden koparıyor seyirciyi. Ama ayrıştırma sürecini tanımlamadan dijital aksiyona da kapılmak kaçınılmaz hale geliyor.
“Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı”, “Frankenweenie” (2012) gibi nostaljik dertleri olan bir eserle hiç muhatap olmuyor. Aksine ‘Karanlıklar Ülkesi’vari bir evrende ırkları birbirinin üzerine yönlendiriyor. Biraz “Val Helsing”in (2004) melez ve kurmaca alışkanlıklarını canlandırıyor. Bilim adamlığının liderliğe, toprak sahipliğine dönüştüğü bir mekanda, körelen hayatlara dikkat çekiyor. En eski bilimsel deneyin en yeni, dinamik ve güçlülerle mücadelesi de bir çekicilik taşıyor. Yumurtasından doğan yeni yaratımlar da, Gargoyle gibi çizgi filmlerde gördüğümüz ‘canlanan bina süsü’ olarak bilinen bir yaratığı anlamlı kılıyor.
FRANKENSTEIN MESELESİNDEN ZİYADE EFEKTLERE YÜKLENİYOR
Yüksek tempolu bir aksiyonu, fantastik aksiyonu dolduran seyir zevki müthiş. Bu konuda ‘korku’ ikonlarının ‘Blade’ sonrası yüklendiği alışkanlığa ‘frankenstein’ olma meselesini sokuyor. Yaradılışla, Tanrıyla, teknoloji-insan ilişkisine Sanayi Devrimi öncesinden bakmayla ilgilenmiyor. Dr. Frankenstein üzerinden yapılan aristokrasi eleştirisini umursamıyor.
Tam tersine düelloyu, yüksek sesi öne çıkarıyor. Fütüristik atmosferden vampir geleneği geliştiren “Kutsal Savaşçı” (“Priest”, 2011) ve “Vampir İmparaorluğu” (“Daybreakers”, 2009) gibi bir seviyeye yaklaşamıyor öte yandan. Ama son ‘Karanlıklar Ülkesi’ filminin bilimkurgu ile imtihanının yamacına da yanaşıyor.
GÜNÜMÜZE UYGUN BİR HARMAN
Ama her şeyin bir üretime bir ihtişama dönüştüğü günümüzde görkemi yükseltmeden, bir destansı savaşı başlatmasıyla ilginç bağlar kuruyor. İlk teknolojik, birçok akımla bir araya gelen bilim harikası canavarı gelecekte son model bilimkurgu yaratığı haline getirmek başlı başına bir gelişme, bir heves, bir coşku anlamına geliyor. Buradan ulaşılan noktada ‘cyborg’vari bir gelenek yaratılması konusunda adımlar atılmamasını, ‘melez’lik esasına girilmemesini, doğrudan aksiyon ve tempo ile ilgilenilmesini bir tercih olarak görebiliriz.
Belki de Kevin Grevioux’nun çizgi romanının getirdiği bir durum bu. Ama ister istemez enerjik Frankenstein ruhunun üzerine bir şeyler eklenmesini istiyorsunuz. Öte yandan buradaki Adam Frankenstein’ın da ‘kurt adamlar’ ile ‘vampir’lerin hızlandığı, çabucak çoğalabildiği bir ortamda süper kahramanlarla baş edebilecek seviyeye geldiği gözüküyor. Korku, fantastik ile aksiyonu iç içe geçiren harman ise günümüze uygun bir seyirliği beraberinde getiriyor.
FİLMİN NOTU: 5.5
Künye:
Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein)
Yönetmen: Stuart Beattie
Oyuncular: Aaron Eckhart, Yvonne Strahovski, Bill Nighy, Miranda Otto
Süre: 93 dk.
Yapım yılı: 2013
ZAMANE AJANI ARANIYOR
Eski model bir casusun, ‘Bourne’un gerçekçilik devriminin yaşandığı bir dönemde üzerimize ‘Soğuk Savaş’ aşısıyla atılması nasıl bir etki yaratabilir? Tamı tamına “Jack Ryan: Gölge Ajan”ın hissettirdiği gibi… Kenneth Branagh’ın memuriyeti, basmakalıp karakterler, klişelikte zirve yapan entrikalar, öylesine yazılmış diyaloglar ve sete niye uğradığını anlamayan oyuncularla bütünlenince elbette sonuç kaçınılmaz: Başıboş bir casusluk aksiyonu.
Tom Clancy’nin Soğuk Savaş döneminde yarattığı Jack Ryan, o tabana uygun ve siyasi kriterleri yüksek bir casus tiplemesidir. 1990’da “Kızıl Ekim” (“The Hunt for Red October”), 1992’de “Tehlikeli Oyunlar” (“Patriot Games”), 1994’te “Açık Tehlike” (“Clear and Present Danger”) ile sinemaya uğramış, en son 2002’de de “En Büyük Korku” (“The Sum of All Fears”) ile saf değiştirmişti. Bugüne değin Sean Connery, Harrison Ford ile Ben Affleck’in can verdiği bu ‘kusursuz ajan’ tiplemesi, şimdi de Chris Pine gibi ‘Star Trek’ ile ünlenen bir isme bel bağlıyor.
‘BOURNE’ ÇAĞINDA DEĞİL MİYİZ?
“Jack Ryan: Gölge Ajan” (“Jack Ryan: Shadow Recruit”), Kenneth Branagh’ın memuriyetinden çok şey umarak yola çıkan temiz bir stüdyo filmi yaratmanın peşinde. Ancak bunu yaparken bile aksiyon sahnelerinin hantallığı, diyalogların çiğliği ve karakterlerin klişeliği o kadar göze batıyor, olup bitenlere günümüzün ajanlarının alışkanlığıyla adapte olamıyoruz. Omurgasına casusluk geriliminin muhalefet yapma geleneğini de alan ‘Bourne’ çağında bir geriye dönüş, “Ajan Salt”un (“Salt”, 2010) yaptığı gibi canlanıyor.
Afganistan’a giden bir savaş gazisinin ya da askerin CIA’in, hükümetin adamı olması üzerine yoğunlaşmak ise tatmin etmiyor. Zira sonuç bayat bir Rus kötü adamla, soluğu Kremlin Sarayı’nın kapısında almamıza kadar uzanıyor. Bu durum da Harrison Ford arayışını doruğa çıkarırken, oyuncuların ne yaptığını bilmediği bir süreçle bizleri baş başa bırakıyor. Film ise büyük oranda 90’lardan fırlayan külüstür ana karakterinden çekiyor.
MEMURLUKTA DORUK NOKTASI
Tom Clancy yaşasa muhtemelen bu tablodan hoşnut olmazdı. “En Büyük Korku”nun politik açıdan yanlış duran söyleminin de aşağı çekilmesine kabul etmezdi. Burada Chris Pine’ın ne yaptığını bilmemesi, Keira Knightley’nin modern dünyada bir türlü inandırıcı duramaması, Kevin Costner’ın yapaylık abidesi pozlar vermesi derken Branagh’ın tiplemesi bile ‘garip’ durabiliyor en fazla.
Sinemaskop oranında tempo da yapan, entrikayı da bindiren bir casusluk aksiyonu var. Ama neye alamet? Açıkçası kestiremiyoruz. Branagh’ın başarılı Shakespeare uyarlamalarından buraya sıçrayıp oyuncu yönetimini bile halledememesi ise ‘memurlukta doruk noktası’ deyişini akla getiriyor. “Thor”dan (2010) sonra bir kez daha tökezlemesini sağlıyor. Zaten “Jack Ryan: Gölge Ajan”, neresinden bakarsanız bakın kötü oynanmış, kötü yazılmış ve kötü yönetilmiş bir eser olmaktan kurtulmuyor. Hatta bu durumdan da hiç gocunmuyor. Paramount bunun farkında ki filmi Hollywood’a göre ölü sezonda vizyona sokmuş.
FİLMİN NOTU: 2.5
Künye:
Jack Ryan: Gölge Ajan (Jack Ryan: Shadow Recruit)
Yönetmen: Kenneth Branagh
Oyuncular: Chris Pine, Keira Knightley, Kevin Costner, Kenneth Branagh, Colm Feore
Süre: 105 dk.
Yapım yılı: 2013
ACILI BİR HAYAT
Ağlama emri veren ve Hollywood hayranı bir aşk hikayesi. Felix Van Groeningen, Belçika sinemasından çıkan genç auteur yönetmenlerden biri olmadığını burada da ispatlıyor. “Kırık Çember”, ‘hüzünlü olaylar’dan kurulu kırılgan dramatik yapısını, aşırılık yanlısı motiflerle harmanlamaya çabalıyor. Sonuç ise kağıt üstünde iyi çekilmiş ve temasal açıdan ilgi çekici ama son kalemde kolaycı bir film.
Müzik ve sinema müptelaları ya da Ruben Impens’in sinematografisiyle oluşturulan karelere hayran kalanlar için kaçırılmayacak bir film. “Kırık Çember” (“The Broken Circle Breakdown”, 2013), biri dindar, diğeri ateist iki farklı ruhun aşk, cinsellik ve evlilikle yüklenen birlikteliğine bakış atıyor. Hollywood’un 60’lar ruhuna göndermelerde bulunurken, bazen yalınlığı, bazen samimiyetiyle inandırıcı duran ama eninde sonunda iflah olmaz bir ‘Amerika seviciliği’ dolan bir eser.
ÇAĞAN IRMAK’IN SEVECEĞİ BİR BATICI YAKLAŞIM
Bunu yaparken sinemaskop oranında kendini izlettirse de bir anlamda hikaye anlatma geleneğinin dışına çıkmıyor. Van Groeningen, çocuk sahibi olmanın dine yaklaşımla yol açabileceği acılardan hayatın sert gerçeklerine kadar filmin her karesine bir hüzün yerleştiriyor. Mayınlı bölge misali ilerleyen film, Çağan Irmak’ın seveceği bir noktaya kadar ulaşıyor.
Bir anlamda da mavi, kırmızı gibi renk filtrelerinden güç alan sinematografiden, uyuşturucu ve cinselliğin anlamlarından besleniyor. Bluegrass grubu solisti, kovboyumsu haliyle Belçika zemininden bir Amerikancı, batıcı yaklaşımın tanımını yapıyor.
DRAMATİK YAPI İYİ KÖTÜ İŞLİYOR
Ama başroldeki Didier’yi de canlandıran Johan Helderbergh’in oyununu çok seven yönetmenin elinde bundan sonra çok fazla bir şey kalmıyor. Bunun da sebebi aslında Didier ile Elise’in (Veerle Baetens) kırılgan bir görsel yapıya oturtulmasıyla neredeyse bütün dramatik çekiciliğini kaybetmesi. Üstelik iki saatlik süreyle de ‘kolay yoldan etkileme’ arzusunu her dakika hissettirip göstermelik bunalım yaratılması affedilir gibi değil. Zira bu sayede ‘aşırılık’a giren cinsellik içerikli kareler bir anlam kazanamıyor. Büyük oranda da sanki Belçika’nın dindar kasabalarının, muhafazakarlığın hayata getirebileceklerine odaklanılıyor. Özgürlükçü müzisyen ruhunun dindar bir zemine çarpınca, Hıristiyanlıkla yüzleşince neler yapabileceği gözlemleniyor.
Filmin ‘vur dine!’ şeklinde ilerleyen dramatik yapısı söylem adına tatmin ediyor. Ama işi tiyatro oyunu temelinden dışarı çıkaramıyor. Sinematografik kaliteyle gelen şık ve gösterişli planlar haricinde kurgu konusunda aman aman bir beceri göremiyoruz. Roman uyarlaması “Çölde Kutup Ayısı”ndaki (“De Helaasheid Der Dingen”, 2009) 13 yaşında IQ’su sorunlu karakterin bakış açısından ‘aşırılıklar’ ile ‘melodram’ı iç içe geçirme arzusu bir kez daha ‘sadece felsefe!’ adına tüketiliyor. ‘Müzik ve sinema’ alanının hayranlarını ayrı tutarsak, “Kırık Çember” hemencecik unutulup gidiyor.
FİLMİN NOTU: 4.8
Künye:
Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown)
Yönetmen: Felix Van Groeningen
Oyuncular: Veerle Baetens, Johan Heldenbergh, Nell Cattrysse
Süre: 111 dk.
Yapım yılı: 2013
OSCAR’IN FAVORİSİNİ KANADA PRÖMİYERİNDE İZLEYİP YAZMIŞTIM
2000’lerin en iyi hapishane filmi “Açlık”ın yönetmeni Steve McQueen, nevi şahsına münhasır bir siyahi İngiliz. Burada en yüksek bütçeli eseri “12 Years a Slave”de köleliğin arttığı bir dönemde Amerikan İç Savaşı’nın arifesinde şovenist, işkenceci, tecavüze meyilli ve şiddet yanlısı tutumları incelemeye alıyor. 1841 yılında haksızlığa uğrayan aristokrasi sınıfına mensup Afro-Amerikalı kemancı-marangoz Solomon ile zamanla mesafeyi daha da açarak doğal renklerin, uzun planların, sessizliğin ve mum ışığının hakimiyetine yükleniyor. Beyaz Amerikalıların ‘adam kaçırma’ya uzanan zalim tutumlarını mercek altına alırken, kölelikle ilgili hikayesiyle tüylerinizi diken diken edecek bir esere imza atıyor.
Eylül’den bu yana yazılarımda ‘Oscar’ın en büyük favorisi’ olarak bahsettiğim “12 Yıllık Esaret”i bundan dört ay önce 38. Toronto Film Festivali’ndeki Kanada prömiyerinde izleyip kaleme almıştım.
FİLMİN NOTU: 7
Künye:
12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave)
Yönetmen: Steve McQueen
Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Paul Giamatti, Lupita Nyong’o, Benedict Cumberbatch, Paul Dano, Sarah Paulson
Süre: 133 dk.
Yapım yılı: 2013
‘MELROSE PLACE’İN CİNSEL İÇERİKLİ PİLOT BÖLÜMÜ KIVAMINDA
‘Glamorama’ ve ‘American Sapığı’nın yazarı Bret Easton Ellis’in senaryosundan Paul Schrader’ın sinemalaştırdığı “Şöhret Tepesi”, düşük bütçesinin ve Lindsay Lohan’ın varlığının zararını görmüş gibi. Zira karşımızdaki eser ‘çöp’ görünümüyle anılabilecek, cüretkar ama ucuz bir çalışma.
“Şöhret Tepesi”ni 13. Filmekimi kapsamında izleyip kaleme almıştım.
FİLMİN NOTU: 2
Künye:
Şöhret Tepesi (The Canyons)
Yönetmen: Paul Schrader
Oyuncular: Lindsay Lohan, James Deen, Nolan Gerard Funk, Amanda Brooks
Süre: 99 dk.
Yapım yılı: 2013
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
47 Ronin: 3.3
Arkadaşlar Arasında: 2.3
Aziz Ayşe: 4
Bir Hurdacının Hayatı (Epizoda u Zivotu Bereca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker): 3.8
Bir Vampir Hikayesi (Byzantium): 6
Bu İşte Bir Yalnızlık Var: 4.4
Buraya Kadar (This is the End): 4
Carrie: Günah Tohumu (Carrie): 3
Çocuk Pozu (Pozitia Copilului / Child’s Pose): 4.2
Danışman (The Counselor): 5.3
Dinozorlarla Yürümek (Walking with Dinosaurs): 0.7
Direniş Günlerinde Aşk (Apres Mai / Something in the Air): 5.4
Düğün Dernek: 3.9
Düzenbaz (American Hustle): 4.3
Erkek Tarafı: Testosteron: 1.8
Erkekler: 3.5
Ferahfeza: 4
Genç ve Güzel (Jeune et Jolie / Young & Beautiful): 3
Gloria: 6.8
Halam Geldi: 3.5
Hayatboyu: 7
Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları (The Hobbit: The Desolation of Smaug): 5.9
Kaçış Planı (Escape Plan): 4
Kadın İşi Banka Soygunu: 2.6
Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2
Kedi Özledi: 4.7
Kusursuzlar: 6
Küf: 6.5
MC Dandik: 3.5
Oldboy: 5.4
Onur Savaşı (Jagten / The Hunt): 5.5
Ölümsüz Aşk (Ain’t Them Bodies Saints): 5.9
Özür Dilerim: 2
Paranormal Activity: İşaretliler (Paranormal Activity: The Marked Ones): 3.2
Patron Mutlu Son İstiyor: 3.7
Popüler (Populaire): 6.1
Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2 (Insidious: Chapter 2): 5.8
Sağ Salim 2: Sil Baştan: 3.2
Saroyan Ülkesi: 5
Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis): 6.7
Senin Hikayen: 5.3
Sev Beni: 4.5
Sona Doğru (All is Lost): 2
Sürgün: 2.9
Tamam Mıyız?: 4
Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Walter Mitty): 4.5
Yarım Kalan Mucize: 2.5
Yılın Savaşı (Battle of the Year): 1.6
Yozgat Blues: 6.5
Yunus Emre: Aşkın Sesi: 3
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.