Amerikan ailesi 'kriz'de
Kötü ruhların bir banliyö evine musallat olduğu 1982 tarihli korku gerilim filmi “Poltergeist”, günümüze uyarlanarak yeniden çekildi. Başrolünde Sam Rockwell’in oynadığı film, ekonomik kriz nedeniyle zor günler yaşayan bir ailenin ruhlarla savaşını anlatıyor..
Öyküsünü Steven Spielberg’in yazdığı 1982 yapımı “Poltergeist”in açılış sahneleri, her şeyin yolunda olduğu huzurlu ve renkli bir banliyö hayatından manzaralar sunar ama ölüm korkusunu da dipten dibe hissettirir. Yeni filmde ise ölüm düşüncesinden ziyade hayatın kendisi korkutucu. Film donuk, mutsuz, hüzünlü banliyö görüntüleriyle başlıyor. Mahalle tenha, çimler solgun ve civardaki evlerin çoğu hacizli. İlk filmdeki aile, Reagan döneminin yükselen kapitalizmine uyum sağlamış keyfi yerindeki orta sınıfı temsil ediyordu. Bu filmdeki Bowen ailesi ise ciddi bir geçim sıkıntısı yaşıyor. Baba (Sam Rockwell) işini kaybetmiş olduğu için aile daha ucuz bir eve taşınıyor.
TEHDİT MEZARLIKTAN GELİYOR
İlk filmde ailenin huzuru, toprağın altından gelen kötü ruhlar nedeniyle kesintiye uğruyordu. Her şeyin kökeninde, kâr hırsı uğruna mezarlığın üstüne ev yapanlar vardı. Yeni filmde tehdit yine evin altındaki mezarlıktan geliyor ama asıl “kötü adam” aileyi o eve mahkûm eden “ekonomik kriz”. Bütün öyküyü ailenin ekonomik krize karşı verdiği bir dayanışma mücadelesi olarak okumak mümkün. İlk filmde ebeveynlerin, küçük kızın televizyon karşısında çok vakit geçirmesine kayıtsız kalması dikkat çekiciydi ve televizyon kötü ruhların bizim dünyamıza ulaştığı bir tür geçitti. Yeni çevrimde ise toprak altındaki ruhlar, mahallenin hemen yanından geçen yüksek gerilim hattından giriyorlar eve. Ayrıca sadece anne (Rosemarie DeWitt) ve babayı suçlamak mümkün değil. Çocuklar cep telefonları, tablet ve dizüstü bilgisayarla kendi dünyalarına gömülmüş durumdalar. Ruhların iletişime geçtiği küçük Madison (Kennedy Clements) ise televizyondan ziyade oyuncakları ve hayali arkadaşlarıyla irtibat halinde. Dolayısıyla, bütün aile maddi ve manevi bir parçalanma içinde. Ancak kötü ruhlara karşı mücadele verirken bir arada olmanın önemini anlıyor, şımarıklıktan, kibirden, şikâyet etmekten ve korkmaktan vazgeçip yeni hayatlarına uyum sağlamayı öğreniyorlar. David Lindsay-Abaire tarafından yazılan senaryonun “ekonomik kriz ve aile” ekseninde ilerleyen yeni bir perspektifi var ama ilk filmin sıcaklığı, ayrıntı zenginliği ve ironi duygusundan uzakta olduğumuz kesin. Yönetmen Gil Kenan, belli ki yeni çevrimde mümkün olduğunca özel efekt avantajına yüklenmiş. Kuşkusuz genel gerilim düzeyi tatmin edici. Kötü ruhların marifetlerini gösterdikleri sahnelerdeki özel efektler ve “öteki boyut tasvirleri” de etkileyici ama filmin bütününden çok da akılda kalıcı bir sahne kalmıyor geriyor. Oysa ilk filmin yönetmeni Tobe Hooper özellikle “küçük kız ve televizyon” ile “eve saldıran ağaç” imgesini çok iyi kullanmış; 1982 yılının özel efekt teknolojisiyle o dönem için harika sonuçlara ulaşmıştı.
ORİJİNAL FİLMİN GERİSİNDE KALIYOR
Gil Kenan ise vasat bir yeniden çevrimin ötesine geçemiyor. Asıl sorun, zamanında çok beğenilmiş bir filmi yeniden çekmenin zorluğundan ziyade bence öykünün ve karakterlerin ilk filmdeki kadar iyi geliştirilememiş olması. Dolayısıyla, baba karakterinde Sam Rockwell’in çabaları da boşa gidiyor. Filmin en dikkat çeken oyuncusu ise evi “temizlemeye” gelen Carrigan Burke karakteriyle Jared Harris. Korku filmi meraklılarına tavsiye edilebilir ama ben her koşulda ilk filmi tercih ederim. Filmin notu: 6
Oflu Hoca’nın Peşinde
Geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nin en çok konuşulan ve beğenilen filmlerinden biri olan “OHA: Oflu Hoca’yı Aramak”, Türkiye’de daha önce benzeri çekilmemiş türde bir politik taşlama. Film, bir inşaat şirketinin sponsorluğunda Karadeniz’de belgesel çekmeye hazırlanan bir ekibin araştırma sürecini anlatıyor. Çekim ekibi bir noktadan sonra varlığı yokluğu tartışmalı efsanevi Oflu Hoca’nın peşine düşüyor. Onlar efsaneleri araştırırken “ayının kız kaçırması” gibi Karadeniz masalları da onları buluyor. Amerikalıların “mockumentary” dediği “sahte belgesel” türünden de esinlenen filmin en hoşuma giden yanı, komik olmaya hiç çalışmadan, yer yer ince bir mizah ve yerli sinemanın genel seviyesinin üstünde bir ironi yakalaması oldu. Sözgelimi, ayının ses kayıtlarının dinlendiği sahne ironik durum komedisine çok iyi bir örnek. Ancak filmin mizahındaki inceliği politik tavrında bulduğumu söyleyemem. Mesela tesettüre giren entelektüel kız bölümünü sevmedim ve komik bulmadım. Ama Levent Soyarslan’ın sinemamıza renk getiren bir film yazıp yönettiğine inanıyorum. Bu arada, özellikle “kamu görevlilerinin HES muhalifleriyle mantarlı kek yiyip hayallere daldığı ve Doğu Karadeniz’deki mega projeye doğru yürüdükleri” sahnenin, filmin Antalya’daki galasında daha önce örneğine pek rastlamadığım bir toplu gülme krizine yol açtığını da belirteyim. Filmin notu: 6.5