Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Meryl Streep, “Sıradışı Anne”de (Ricki and the Flash) kariyer uğruna çocuklarını bırakmayı göze almış rock’çı anne Ricki’yi oynuyor. Film, Ricki’nin yıllar sonra çocukları ve eski eşiyle karşı karşıya gelmesini anlatıyor.

        GÜNÜMÜZDE rock’çılar, “rock’çı olarak” yaşlanıyorlar. Çoluk çocuk sahibi olmaları, gençlik yıllarındaki gibi yaşamak istemeleri gerçeğini değiştirmiyor. Rock’çıların dışında kalan “yaşlılar”ın da çoğu artık eskisi gibi değil. 60-70 yaş kuşağının sorunları 50 yıl öncesine göre daha farklı. Hollywood da bu süreci ıskalamamaya çalışıyor ve özellikle son yıllarda bu kuşağın daha önce hiç anlatılmamış öykülerini getiriyor karşımıza. “Sıradışı Anne” de bunlardan biri.

        OBAMA’YI SEVMEYEN BİR ROCK MÜZİSYENİ

        Ricki Rendazzo, yıllar önce hayallerini gerçekleştirmek için çocuklarından uzaklaşmayı göze almış bir anne. Geldiği nokta ise hayallerinden uzakta: Markette kasiyerlik yapıyor, küçük bir evde yaşıyor ve geçim sıkıntısı çekiyor. Yine de mütevazı bir barda düzenli olarak sahneye çıkan bir rock grubu ve aynı grupta çalan gitarcı bir sevgilisi var... Seyirciye en şaşırtıcı gelen özelliği ise bütün o isyankâr rock’çı hallerine rağmen Obama’yı hiç sevmeyen bir Cumhuriyetçi olması. Diablo Cody’nin senaryosu, Amerikan toplumu üzerine altan alta ilgiye değer sosyolojik gözlemler yapıyor. Country ve rock gibi müzik türlerinin Amerika’daki konumu bunlardan sadece bir tanesi... Ricki’nin, eski eşi ve çocuklarının yaşadığı Indianapolis’te yer yer “uzaydan gelmiş” muamelesi görmesi, finaldeki Bruce Springsteen şarkısının salonda uyandırdığı etki de ilgiye değer.

        Filmin en sağlam damarı ise Ricki’nin Indiana’ya geldiği ve ailesiyle karşılaştığı ilk bölümde ortaya çıkıyor. Hâlâ bir öğrenci gibi yaşayan Ricki, karşısında tüm sorunlarına karşın “aile olmayı” başarmış bir aile buluyor. Dışlanmaktan rahatsızlık duyuyor, yaşadıkları evi ve üst orta sınıf konforunu kıskanıyor. Ama en önemlisi, çocuklarının en büyük sorunlarından birinin aslında kendisi olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve depresyon yaşayan kızı Julie dışında hiçbirine çok faydası olmayacağını görüyor. Bütün bunlardan sonra Ricki’nin nasıl bir değişim geçireceği, filmin nereye doğru gideceği büyük bir önem kazanıyor.

        MERYL STREEP KENDİ ÖZ KIZIYLA OYNUYOR

        Ancak film işte tam da buradan itibaren ironi duygusunu ve ilginçliğini kaybetmeye başlıyor. Her şey “herkesin kendi olmaktan gurur duyduğu” iyimser bir Amerikan filmine dönüşüyor. Amerikan aile dramlarının bazı temel klişelerinden uzak durulduğu kesin. Göz yaşartıcı yüzleşme, hesaplaşma sahneleri yok. Ricki gerçekçi bir değişim yaşıyor. En önemlisi, anne olmak ile gençlik hayallerine sadık kalmak arasında yaptığı tercih nedeniyle Ricki kesinlikle yargılanmıyor. Ancak Ricki’nin yaşadığı dramın, çelişkilerinin hakkıyla anlatıldığını söylemek pek mümkün değil.

        Yine de bu filmi seyretmek için birkaç neden var. Başta şarkılarını kendi seslendiren Meryl Streep olmak üzere tüm oyuncular çok iyi. Julie rolündeki Mamie Gummer’ın gerçek hayatta Streep’in kızı olduğunu belirtelim. Karakterlerin canlı ve sahici çizilmesinde kuşkusuz yönetmen Jonathan Demme’in de büyük katkısı var. Demme, San Fernando Vadisi’ndeki “yarı dolu” barda geçen sahnelerde ve Indianapolis’teki düğün bölümünde yönetmenlikteki asıl ustalığın ayrıntılara hâkimiyet olduğunu; bir giysi, dans, jest ve şarkıyla çok şey anlatılabileceğini kanıtlıyor. Son olarak, filmin müzikal olmasa da bol şarkılı bir film olduğunu hatırlatalım.

        Filmin notu: 6.5

        Metropol masalı

        TECRÜBELI ABD’li yönetmen Peter Bogdanovich’in senaryosunu Louise Stratten’le birlikte yazdığı “İlişki Durumu: Kaçamak” (She’s Funny That Way) ilk anları itibarıyla Woody Allen filmlerini hatırlattı bana. Sadece New York’ta geçmesi, bir grup insanın karmaşık gönül ilişkilerini anlatmasıyla değil; kurgusu, kamera kullanımı, ritmi, anlatımı ve duygusuyla da bir Woody Allen filminin içinde gibi hissettim kendimi. Birlikte olduğu telekızları kurtarmaya çalışan yönetmen Arnold Robertson (Owen Wilson), oyuncu olmak isteyen telekız Isabella (Imogen Poots), dünyanın en kötü ve asabi psikiyatrı Jane (Jennifer Aniston), çapkın aktör Seth (Rhys Ifans) başta olmak üzere tüm karakterler bir Woody Allen filminden çıkıp gelmiş gibiydi açıkçası. Ancak finaldeki 1946 yapımı Ernst Lubitsch romantik komedisi “Cluny Brown”dan gösterilen sahneyle her şey netleşti. Gerçek bir sinema tutkunu olan Bogdanovich, Allen’ın sinemasında da izleri bulunan daha eski bir ustadan, Lubitsch’ten esinlenmişti aslında. Özellikle diyalogların üst üste gelmesi sanki Lubitsch’in komedilerine bir göndermeydi.

        GERÇEKLERDEN KAÇIŞ

        Kimden etkilenirse etkilensin ikinci yarıdan itibaren filmin “kimin eli kimin cebinde” tarzında hafif bir vodvile dönüştüğü kesin. Ancak karakterler inandırıcı, oyuncular harika ve öykü akıcı olunca filmin hafifliği hiç rahatsız edici olmuyor. Zaten Bogdanovich, daha ilk sahneden karakteri Isabelle’in ağzından “gerçeklerden kaçış filmi” seyredeceğimizi söylemiyor mu? Sonuç olarak, hayallere, mucizelere inanan romantik bir genç kızdan dinlediğimiz eğlenceli bir metropol masalı bu... Filmde provası yapılan oyun metinlerinin de çok iyi yazıldığını ve filmin öyküsüne hizmet ettiğini belirtelim.

        Filmin notu: 6

        Diğer Yazılar