Kilise 'spot ışığı' altında
Katolik Kilisesi’nin çocukları taciz eden rahipleri sistematik olarak koruduğunu açığa çıkarmaya çalışan bir grup araştırmacı gazetecinin gerçek öyküsünü anlatan “Spotlight”, en iyi film Oscar’ının güçlü adaylarından biri
Film 1970’li yıllarda, çocuk taciziyle suçlanan bir rahibin polis merkezinden elini kolunu sallayarak çıktığı sakin ama çarpıcı bir sahneyle açılıyor. Rahibi sadece uzaktan görüyor, Kilise’nin makam otomobiline binerek gecenin içinde kaybolup gidişini izliyoruz. Film boyunca kamera, iki sahne hariç rahiplere yakınlaşmıyor. İlkinde tacizci rahipleri koruyan kardinali, ikincisinde ise evinin önünde ayaküstü kendini savunan emekli bir rahibi görüyoruz. Katolik Kilisesi filmde görsel anlamda ortada değil ama varlığını, baskısını her karede hissettiriyor. Hatta filmin bu fikir üzerine şekillendiği dahi söylenebilir. Kaldı ki, ikinci sahneden itibaren her şeye, Boston Globe Gazetesi’nin özel haber birimi Spotlight ekibinin gözünden bakarak buzdağının görünmeyen kısmını keşfetmeye başlıyoruz. Bu yanıyla, tam bir gazetecilik filmi “Spotlight”. Editörün haber konusunu yayın yönetmeninden aldığı andan yayımlanmasına kadar olan süreç ayrıntılarıyla işleniyor. Muhabirin haber mücadelesini, psikolojisini; editörün habere katkısının önemini görüyoruz. Özellikle haberin sabır ve itinayla “pişirilmesi”, çerçevesinin çok iyi çizilmesi bir araştırmacı gazetecilik dersi gibi...
KLİŞELERİ BOŞVERMİŞ
Ancak sadece gazetecilik üzerine bir film olduğu söylenemez. “Spotlight” ı önemli ve etkileyici kılan özelliği, tacizci rahipleri koruyan bütün bir sistemi deşifre etmesi... Hedefte sadece kilise yok. Mesele sokaktaki sıradan Katolik’ten başlıyor, savcılara ve medyaya kadar uzanıyor. Josh Singer ve Tom McCarthy’nin yazdığı senaryo, kimseyi kötü adam ya da kahraman yapma derdinde değil. Tam aksine, vicdanlı ve ahlaklı adamların bile “sistem”e nasıl dahil olabileceğini göstermeyi hedefliyor. Dolayısıyla “Spotlight”, “iyiler – kötüler karşıtlığı”nı bir yana bırakıp “gri bölge”lerin keşfine çıkıyor ve tam da o noktalarda özel bir film haline geliyor. Savcısı, avukatı ve gazetecisiyle yıllar boyunca herkesin topu birbirine atıp sorumluluktan kaçmasının altı incelikle çiziliyor. Kurumlar arasındaki doğal uzlaşmaları, medyaya gönderilen ama kimsenin hatırlamadığı dosyaları, birinci sayfalık haberlerin iç sayfalara nasıl gömüldüğünü görüyor; kilise baskısının ne kadar dolaylı ve ince yollardan yapıldığına şahit oluyoruz.
“Spotlight”ın en sevdiğim yanı, gerçeklerden yola çıkmanın avantajıyla klişeleri boş vermesi, seyircinin zekâsına, hassasiyetine güvenerek zor yolu seçmesi... Tom McCarthy, senaryodaki katkısının yanı sıra yönetmen olarak da iyi iş çıkarıyor; süsleri bir yana bırakıp meselenin özüne yöneliyor. “Katolik Kilisesi’nin dokunulmazlığı” nın varabileceği trajik boyutları ve insan psikolojisi üzerindeki yıpratıcı etkilerini diyaloglar ve oyunculuk üzerinden anlatıyor. Özellikle gerilimin yükseldiği anlarda, kameranın oyunculara yaklaştığı uzun planlar dikkat çekici. Kamera ve kurgu genel olarak oyuncunun hizmetinde. Görsel atmosferde gerçekçi bir yaklaşım var. Oyuncular kendilerine açılan geniş alanı iyi değerlendiriyorlar. Oscar adayı Rachel McAdams (Sacha) ve Mark Ruffalo (Rezendes) gayet iyiler ama ben en çok, anahtar bir karaktere sade ve duyarlı bir yorum getiren Michael Keaton’ı beğendim. “Spotlight”ın Oscar’ın en güçlü adaylarından biri olduğunu da belirtelim.
Filmin notu: 7.5