CIA kovalar, Bourne kaçar
Matt Damon, “The Bourne Ultimatum”dan 9 yıl sonra bir kez daha Jason Bourne olarak geliyor karşımıza. Serinin “Jason Bourne” adını taşıyan yeni filmi, öncekilerin formülünü tekrar etmekten öteye gidemiyor
JASON Bourne serisi, ajan filmlerindeki yeni eğilimin öncülüğünü yapmasıyla bilinir. Yeni eğilim, “devletin hizmetindeki kahraman ajan” imgesini “derin devlete başkaldıran yalnız ajan” olarak değiştirir. Dolayısıyla, Jason Bourne deyince aklı- mıza öncelikle, CIA içindeki kötü adamların ipli- ğini pazara çıkaran ajan imgesi gelir. O, gizli servislerin hizmetine girmeyen, sadece kendi hesabına çalışan ve sürekli kaçış halinde olan mükemmel ajandır. Tetikçi olarak kirli işlerde kullandıktan sonra ondan kurtulmaya çalışan “derin devlet” yetkilileriyle olan hesabı hiç kapanmaz. Onlar Bourne’u yok etmek isterken, Bourne da onların karanlık oyunlarını açığa çıkarır... Senaryosunu yönetmen Paul Greengrass ile serinin önceki filmlerinde çalışan Christoper Rouse’un yazdığı “Jason Bourne” da bu formülden sapmıyor.
SORUNLAR KÖTÜ ADAMLARA BAĞLANIYOR
Önceki filmlerden hatırladığımız bir karakter olan Nicky (Julia Stiles) CIA’yi “hack”leyerek ele geçirdiği dosyaları Jason Bourne’a ulaştırmak istiyor. CIA direktörü Robert Dewey (Tommy Lee Jones) ise bu teslimatı engellemek için harekete geçiyor ve peşlerine merhametsiz bir tetikçi (Vincent Cassel) takıyor... Yunanistan’da yasa dışı dövüşlerden kazandığı üç beş kuruşla geçinmeye çalışan Bourne, bir anda kendini CIA’in ABD’deki merkezinden yönetilen bir insan avının hedefi olarak buluyor... Bourne’un attığı her adımı ileri teknoloji yardımıyla takip eden Heather Lee’nin (Alicia Vikander) “Bourne’u yakalayalım ama öldürmeyelim, hatta yeniden CIA için çalışmaya ikna edelim” önerisiyle birlikte teşkilat içinde yeni entrikalar kuruluyor... Bourne’un CIA’ye dönüp, dönmeyeceği, serinin ruhuna ihanet telakki edilebilecek bir soru ama öykü ne yazık ki buradan ilerliyor. Aslında “kim vatansever, kim hain?” sorusu daha derinlemesine kurcalansa belki film için daha hayırlı olabilirdi... Daha önemlisi, ilk üç filmde, derin devlet, liberal bir bakış açısıyla eleştiriliyordu. Bu filmde ise vatanseverlik meselesi öne çıkıyor ve sorunlar daha çok kötü adamlara bağlanıyor. Sosyal medya patronu Aaron Kalloor (Riz Ahmed) karakteri üzerinden anlatılan yan öyküye baktığımızda da devletin internet üzerinden özel hayata müdahalesi bir devlet politikası değil, kötü adamların uygulaması olarak yansıtılıyor.
KAOSU SEYİRCİYE BİRE BİR YAŞATIYOR
Paul Greengrass’ın öncelikli amacı, iki saat boyunca nefes nefese ilerleyen bir tempo yakalamak olduğu için, filmin aslında bu tür meseleler üzerinde derinleşme şansı pek yok. Atina’da polisin müdahale ettiği bir protesto gösterisi sırasında yaşanan ilk kovalamaca sahnesi, filmin aksiyon mantığını çok iyi özetliyor. CIA legal ve illegal olmak üzere iki ayrı koldan Bourne’u yakalamaya ya da öldürmeye çalışırken, o da kendi planlarını kalabalıkta kaybolarak gerçekleştirmeyi deniyor... Dolayısıyla, aksiyon sahneleri genellikle kalabalığın ortasında geçiyor. Greengrass, bazen oyuncuların bakış açılarını takip eden, genellikle yakın plan ağırlıklı son derece hızlı bir kurguyla yaşanan kaosu seyirciye bire bir yaşatıyor. Teknik işçilik, kalabalık şehir mizansenleri gayet iyi ama çoğu sahnenin aynı görsel fikre yaslanıyor olması filmin aleyhine işliyor. Bourne’un teşkilata katıldığı yıllara kadar giden baba hikâyesi de bence biraz zorlama duruyor. Seriye yeni bir kan getiremeyen “Jason Bourne”u beğendiğimi söylemem mümkün değil. Buna karşılık bir aksiyon olarak iyi çekilmiş bir film olduğu kesin.