Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Rock müziğin efsane ismi Morrissey’in hayatından bir kesit aktaran “İngiltere Benim” (England is Mine), alışılagelmişin aksine bir zirveye çıkış ya da başarı hikâyesi anlatmıyor. Bunun yerine, Morrissey’in şarkı söylemeye başlamadan önceki yıllarına odaklanıyor

        ADINI The Smiths’in bir şarkısının sözlerinden alan film, İngiliz müzisyen Morrissey’in 1970’lerin Manchester kentinde geçen gençlik yıllarını anlatıyor. Ama Morrissey’in solistliğini yaptığı efsane grup The Smiths’in ilk provaları, kendi müziğini bulması ya da ilk albümüyle ilgili bir başarı öyküsü seyretmiyoruz. Çeşitli sıkıntılar ve başarısızlıklarla geçse de Morrissey’in müziğine ilham veren yıllar geliyor karşımıza.

        O günlerde onun için zor olan, ne yapacağından ziyade nasıl yapacağı… Çünkü en yakınlarının önünde bile şarkı söyleyemiyor. Solist arayan gruplarla görüşmeye gidemiyor. Arkadaşının zoruyla gitse bile son dakikada kaçıyor. Gidip görüşse, bu kez tutulup kalıyor. Kaldı ki filmde onu şarkı söylerken gördüğümüz sahnelerin sayısı çok değil.

        Film, Morrissey’e esin kaynağı olan punk rock atmosferini, dönemin müzik kültürünü anlatmayı ihmal etmiyor ama “İngiltere Benim” tipik bir müzik filmi değil. Kaldı ki, Morrissey (Jack Lowden) de müzisyenden ziyade okumayı çok seven, asosyal ve sessiz bir genç olarak resmediliyor... Çalıştığı vergi dairesinden kaçmak, hayata tutunmanın bir yolunu bulmak ve kendi sözünü söylemek istediği belli ama içe dönüklüğünü aşamıyor.

        MELANKOLİK BİR FİLM

        Peki, Morrissey’i kilitleyen mesele ne? Kendine güvensizlik mi, başarısızlık korkusu mu? Ya da baş edilemez bir utangaçlık sorunu mu? Film bu sorulara açık bir yanıt vermediği gibi sorunu nasıl aştığına dair kesin açıklamalardan da uzak duruyor. Bu yanıyla, başarının pes etmeden sürekli mücadele ederek geleceğine inanan Amerikan geleneğine uymayan bir film. Hatta tam aksine, sanatsal yaratıcılığın bazen yalnızlıkla, okuyarak, kendini dinleyerek geleceğine inanan bir yanı olduğu dahi söylenebilir.

        Yönetmen Mark Gill, Morrissey’in gençliğinin geçtiği sokakları, gece kulüplerini, yaşadığı evi, sanatçı Linder Sterling’le (Jessica Brown Findlay) arkadaşlığını ve dönemin Manchester’ını, pastel tonlarındaki sıcak ışıkların mat bir karanlığa karıştığı melankolik bir renk paletiyle getiriyor karşımıza. Hikâyenin mutlu sona bağlanacağını bilmemiz, filmdeki o yoğun hüzün duygusunu bastıramıyor. Film, bizi kendi gençliğimizle, o yıllardaki ruh hallerimiz ve arayışlarımızla da yüzleştiriyor.

        Ne var ki, Morrissey’in müziğinin ve The Smiths’in ilk dönemlerinin pas geçilmesi galiba bir tatminsizlik hissi bırakıyor. Filmin “Bir insanın kendi olabilmesiyle” ilgili sorunları pek iyi geliştirdiğini de düşünmüyorum. Biz de ailesi ve arkadaşları gibi Morrissey’e yakınlaşamıyoruz. Ama seyrettikten sonra duygusu güçlenen, karakterleri ve sahneleriyle akılda kalan bir film. Özellikle finalde Morrissey’in acılarına şahitlik eden mekânların boş görüntüleri etkileyici.

        Doğru hamleyi yapmakta sürekli geciken, kendi iç dünyasına kilitlenip kalmış bir gencin öyküsünü seyretmek ve Morrissey’i Morrissey yapan o yıllara, müziğinin şekillendiği döneme şahit olmak istiyorsanız görmenizi öneririm.

        Filmin notu: 6.5

        Diğer Yazılar