Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ödül mevsiminin öne çıkan filmlerinden biri “The Two Popes”...

        Dünya prömiyerini Telluride Film Festivali'nde gerçekleştirdikten sonra küçük bir festival turuna çıktı. Kasım ayının sonlarına doğru başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde sınırlı sayıda salonda gösterime girdi ve ödüllere aday olabilmek için gerekli koşulları sağladı...

        “The Two Popes”, 20 Aralık'tan bu yana Netflix'te yayında... Yeni Sinema Yasası'yla birlikte Netflix'in Türkiye'de, ödüllere aday olabilecek bu tür filmleri internetten önce sinema salonlarında gösterime girmesi pek mümkün görünmüyor. Yasaya göre sinema salonunda gösterime giren bir film ancak 5 ay sonra dijital platformlarda gösterilebiliyor...

        Filmin yönetmeni, son yıllarda daha çok televizyon dizilerine ağırlık veren Brezilyalı sinemacı Fernando Meirelles.... Kendisini “Tanrıkent” (2002), “The Constant Gardener” (2005) ve “Blindness” (2008) gibi filmlerinden hatırlıyoruz.

        Senaryo yazarı ise tam bir biyografik film uzmanı... Yeni Zelanda doğumlu Anthony McCarten, “The Theory of Everything” (2015), “Darkest Hour” (2017), “Bohemian Rhapsody” (2018) gibi Oscar adaylıkları ve ödülleriyle öne çıkan üç filmin senaryosuyla tanınıyor.

        Stephen Hawking, Winston Churchill ve Freddie Mercury'nin biyografik öykülerinden sonra McCarten, bu kez kapalı kapılar ardında geçen bir Vatikan hikâyesiyle geliyor karşımıza...

        Filmin adı “İki Papa” olsa da McCarten, Papa Benedict'ten ziyade Papa Fransuva'nın yani Kardinal Bergoglio'nun hayat hikâyesine yoğunlaşıyor... Ama filmde bir Papa'nın hayat öyküsünden daha fazlası var...

        Sözgelimi, rekabet... Film, 2005 yılındaki Papalık Seçimi'yle açılıyor...

        Almanya'dan gelen Kardinal Joseph Aloisius Ratzinger (Anthony Hopkins), arzulu ve istekli bir Papa adayı... Muhafazakâr bir Katoliklik anlayışını temsil ediyor. Kilise'nin hep olduğu gibi kalmasını istiyor.

        Mütevazi ve sade hayat tarzıyla tanınan Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio (Jonathan Pryce) ise Katolik Kilisesi'ndeki reformist kanadın sevdiği isimlerden biri... Emekli olup köşesine çekilme hayalleri kuran Bergoglio, seçimler sırasında aldığı her oya şaşırıyor ve beklemediği şekilde Ratzinger'in “bir numaralı” rakibi haline geliyor.

        2005 seçimlerini anlatan açılış sekansının ardından 2012'ye geçiyoruz... Artık Papa Benedict olarak anılan Ratzinger ile Kardinal Bergoglio, seçimlerden sonra Vatikan'da bir kez daha buluşuyorlar...

        Buluşma, kaçınılmaz şekilde çatışma, anlaşmazlık ve tartışmalarla başlıyor. Sonuçta, Katolik Kilisesi'nin farklı kanatlarını temsil ediyorlar. Kişilik olarak çok farklılar. Bergoglio sade ve mütevazi bir din adamı. Gösterişi, lüksü hiç sevmiyor. Tango yapıyor, popüler kültürle arası iyi ve sıkı bir futbol meraklısı... Ratzinger ise protokola önem veren, kuralcı, gelenekçi ve elit kültüre bağlı biri... Bergoglio'nun davranışlarını, Kilise'ye ve kendisine eleştiri olarak kabul ediyor.

        Bergoglio'nun derdi, tartışmaya girmekten ziyade erken emeklilik kağıtlarını imzalatmak. Kendi köşesine çekilmek isteyen, yaşlı ve bilge bir adam o...

        Bir süre sonra Ratzinger'in de tartışmayı kazanmak veya kaybetmenin ötesinde daha önemli dertleri olduğu hissediyoruz. Sonuçta, o da tartışmadan kaçmak isteyen yorgun bir adam ve kafasında başka meseleler var.

        “The Two Popes” ilk bakışta, rekabetten dostluğa ve dayanışmaya doğru evrilen duygusal bir “kendini iyi hisset” filmi...

        Futbol meraklılarının özellikle bir sahneden etkilenmemeleri mümkün değil... McCarten'in, Bergoglio ile Ratzinger arasındaki çatışmayı da bir tür “ezeli rekabet” gibi kurguladığı söylenebilir... Kilise'nin reformist ve muhafazakâr kanatları arasındaki anlaşmazlığın kökleri sonuçta derinlere gidiyor. Ama filmin asıl meselesi, bu rekabet değil... İkisini birleştiren o ruh hali... Daha doğrusu, uzlaşma noktası...

        “The Two Popes”, tarihe geçmiş iki önemli şahsiyetin hikâyesiyle değil, kalplerini birbirine açarak yakınlaşan iki yaşlı adamın duygularını, düşüncelerini anlatarak yakalıyor seyircisini...

        Ratzinger ile Bergoglio, daha insani, temel ortak noktalarda buluşuyor ve Katolik Kilisesi'nin gelecekte gideceği yön konusunda bir uzlaşma zemini arıyorlar...

        Görünen hikâye bu... Ama görünmeyen başka şeyler var ve o “görünmeyen şeyler” bana daha önemli geliyor.

        Aslına bakarsanız, Ratzinger ile Bergoglio'nun 2012'de Vatikan'da buluştuklarına dair hiçbir kayıt yok... McCarten de buluşmanın hayali olduğunu saklamıyor zaten. Ama özellikle Ratzinger'e yakın olanlar, başta Bergoglio'nun emeklilik öyküsü olmak üzere filmde olup bitenlerin hiçbirinin doğru olmadığını ısrarla vurguluyorlar.

        Buluştukları tarih daha önemli... 2012, Papa Benedict'in İtalyan basınına sızdırılan belge ve haberlerden ötürü ciddi sorunlar yaşadığı, adeta köşeye sıkıştığı bir dönem... Tacizci rahiplerin Katolik Kilisesi tarafından sistemli olarak korunmasıyla ilgili getirilen sert eleştirileri de unutmamak gerek...

        Filmde “VatiLeaks Skandalı” olarak anılan olaylar birkaç imayla geçiştiriliyor. Tacizci rahiplerin sistematik olarak korunmasına ise biraz daha geniş yer ayrılıyor; ama -ne kadar az yer verilirse verilsin- “The Two Popes”un kalbindeki mesele sanki öncelikle bu olaylarla ilgili...

        Filmi tam da buradan okumaktan yanayım.

        2015'te seyrettiğimiz ABD yapımı “Spotlight”, çocukları taciz eden rahiplerin sistematik korunmasını anlatan bir filmdi... Aynı yıl Şilili yönetmen Pablo Larrain, "El Club"ta gözlerden uzak bir kasabada sürgüne mahkûm edilen Katolik rahiplerin yaşadıklarını gerçekçi bir üslupta getirdi karşımıza. Ardından François Ozon, 2018'de “Yüzleşme” (Grâce à Dieu) ile Fransa'daki çocuk tacizleri üzerinden yeni bir cephe daha açtı Kilise'ye karşı... Her üç film de gerçekten çok ses getirdi...

        “The Two Popes” bu üç filme verilmiş bir tür dolaylı yanıt, özeleştiri ya da savunma gibi geliyor bana...

        Elbette, inkâr ya da karşı argüman yok. Tam aksine, Ratzinger'in beyazperdede yaratılan kurmaca karakteri üzerinden dile getirilen açık bir özeleştiri var... O özeleştiri ya da günah çıkarma sahnesi, “koruma”nın altında yatan mantığı da deşifre ediyor aslında... Dolayısıyla, “O rahipleri korumakta hatalıydık ama kötü niyetli değildik” diyen bir tür savunma olduğu söylenebilir.

        Bugün Papa Fransuva olarak Katolik Kilisesi'nin başında olan Kardinal Bergoglio ise Kilise'nin yıllardır çok kötü yönettiği bu sürecin tümüyle dışında kalan, aynı hataları asla yapmayacak bir lider olarak geliyor karşımıza... Böylelikle, Kilise'nin onunla birlikte yeni ve beyaz bir sayfa açacağına emin olmamız isteniyor.

        Ratzinger, Katolik Kilisesi'nin hatalı geçmişini, Bergoglio ise aydınlık geleceğini temsil ediyor... İkisinin, krizin doruğa çıktığı 2012'de yaşadıkları bu sıcak muhabbet ve dostluk ise Katolik Kilisesi'nin manevi bütünlüğüne vurgu yapıyor... Yani, muhafazakâr ve reformist kanadın bütünlüğüne.... Özellikle finalde ikisini bir araya getiren haber görüntüsü, bu bütünlüğü temsil ediyor. Bir anlamda, Bergoglio'nun Ratzinger'i kurtardığı söylenebilir. Dolayısıyla, özellikle Ratzinger taraftarlarının filme çok sert eleştiriler getirmesi beklenebilir.

        Bu arada, filmin alt metinlerinde göz ardı edilemeyecek önemli bir katman daha var...

        Ratzinger, kendisini sevmeyenler tarafından Nazi'likle suçlanan bir isim... Filmde bu suçlamanın doğru olup olmadığıyla ilgili bir sahne yok. Ama bu suçlama, Bergoglio'nun Ratzinger'le empati kurmasına yol açıyor. Çünkü Bergoglio, hayatının bir döneminde Arjantin cuntasına destek vermekle suçlanmış ve Ratzinger'e oranla çok daha kötü şeyler yaşamış bir din adamı...

        Arjantin'deki cunta yıllarını anlatan bütün sahnelere Bergoglio / Papa Fransuva adına bir tür savunma olarak bakmak mümkün... Ama savunmanın ötesinde başka bir mesele daha var burada... Başta Cizvitler olmak üzere Katolik Kilisesi'nin Arjantin'de cuntaya karşı verdiği savaş...

        Filmin hedeflerinden biri, cuntanın öldürdüğü rahipleri hepimize bir kez daha hatırlatmak.... Bence buradaki Katolik rahiplerin anti – faşist mücadelesine yapılan vurgu, filmin alt metinleri için Bergoglio'nun geçmiş hikâyesinden çok daha önemli...

        Söylemek istediğim, “The Two Popes”un biraz hesaplı bir film olduğu... Belki Katolik dünyasının çok daha fazla seveceği, sahipleneceği ve önemseyeceği bir film...

        Sadece bir film olarak baktığımda ise öncelikle iki mükemmel oyuncu gördüğümü söyleyebilirim... Katolik dünyasının manevi lideri Papa Fransuva'ya fiziksel benzerliğiyle dikkat çeken Jonathan Pryce harika bir performans çıkarıyor. Anthony Hopkins ise son yıllarda beyazperdede gördüğüm en iyi performanslarından biriyle geliyor karşımıza...

        Anthony McCarten, alt metinleri incelikle gizleyen bir dostluk öyküsü yazmış. Sistine Şapeli'ne açılan odadaki yemek sahnesi dahil özellikle iki usta aktörü bir araya getiren sahnelerin çok iyi yazıldığı kesin... Ama Bergoglio'nun geçmişe dönüş öyküsünde sinemasal açıdan parlak yanlar bulmak zor. Kaldı ki, Bergoglio'nun gençliğinde yaşadıklarının bir kısmı, tarihsel gerçekliklere uymuyor. Cunta kısmında anlatılanların çoğu doğru olsa da Bergoglio'nun özel hayatı ya da rahipliği seçmesiyle ilgili sahnelerde kurmaca yanlar ağır basıyor..

        Fernando Meirelles'in oyuncu yönetimi başta olmak üzere teknik anlamda iyi iş çıkardığı kesin ama önceki filmlerine oranla daha düz ve sıradan bir film olduğunu düşünüyorum.

        Sonuçta “The Two Popes”u baştan sona ilgiyle seyrediyorsunuz ama gerçekliği anlatmaktan ziyade yoğurup şekillendiren bir film olduğu söylenebilir. En önemlisi, özellikle “Spotlight” ve “Yüzleşme”yi seyrettikten sonra Ratzinger'in özeleştirisi galiba çok etkili olmuyor. Yeri gelmişken, ne dediğini de "duymuyoruz" zaten...

        6/10

        Diğer Yazılar