'Düşman'sız yapamayanlar
EMİN Alper'in yazıp yönettiği "Tepenin Ardı", Berlin Film Festivali başta olmak üzere, katıldığı yerli yabancı festivallerin çoğundan önemli ödüllerle döndü. Film, farklı dinlerden, halklardan insanları birbirine düşüren, birçok savaşın, anlaşmazlığın ana nedenlerinden biri olan "düşman yaratma" meselesini "küçük ölçekli" bir öyküyle anlatıyor. Yayla evinde oğlunu ve iki erkek torununu ağırlayan Faik (Tamer Levent) civardaki Yörüklerin topraklarına girmesinden, koyun otlatmasından rahatsızdır. Ne var ki, film ilerledikçe, asıl sorunun siluetlerini dahi göremediğimiz Yörüklerden, yani "tepenin ardındakiler"den değil, grubun kendi içinden kaynaklandığını görürüz. Sorun, grup içindeki güç mücadeleleri, çevredeki tek kadına yönelen cinsel arzu ve kıskançlık değildir sadece. Asıl hastalık grubun bütününe sirayet etmiş ve farklı şekillerde tezahür eden "erkeklik" hastalığıdır. Düşmansız yapamamak hastalığıdır bu. Torunlardan biri tüfek ve av takıntılıdır. Diğeri çok gizli askeri operasyonların bir parçası olarak görür kendini. Issızlığın ortasında tüfek taşıyan, toprağına girdi diye başkasına ait bir hayvanı kesip yiyebilen, yalan söyleyen, ikiyüzlü davranan ve "militer düşler" kuran bu erkekler grubunun sadece birlik olabilmek için değil, asıl kendi aralarında işlenmiş suçları unutabilmek için düşmana ihtiyaçları vardır.
Emin Alper, kamerası, kurgusu, mekân kullanımı vekadrajlarıylada neden düşmana ihtiyaç duyulduğunu çözüp, anlamaya çalışıyor. Panoramik kadrajları erkeklerin geniş arazideki huzursuz yalnızlıklarını ve kendilerine güvensizliklerini yansıtırken, kamera gerilim ya da savaş filmlerindeki gibi sürekli omuz çekimleriyle takip ediyor karakterleri. Sık sık karakterlerin görüş açısını yansıtan kamera, tarafsız ve her şeyi bilen bir anlatıcı olmayı reddediyor. Kavak fidanlarını telef eden ama bize gösterilmeyen birinin görüş açısından başlayan filmde, kimin ateş ettiği, kimin kimi vurduğu hep belirsiz kalıyor. Filmdeki karakterler bütün suçların faili olarak Yörükleri gösterirken, asıl cevapların tepenin bu yanında olduğunu da hissediyorsunuz. Bir ilk film olduğu düşünüldüğünde film grameri açısından yaratıcı bir iş var ortada.
Diyaloglardaki sadelik, karakterlerin inandırıcılığı, yöre ağzının kullanımı, filmi kuru bir simgeselligin yavanlığından koruyor, perdede olup bitenlerin her gün dünyanın her tarafında yaşanabileceğine inandırıyor sizi. Tabii bunda oyuncuların da büyük payı var. Her daim öfkeli Faik'te Tamer Levent, bezgin ve sinik Nusret'te Reha Özcan ve içinde kopan sessiz fırtınaları başarıyla yansıtan Mehmet'te Mehmet Özgür gibi sadece tecrübeliler değil, Zafer'de Berk Hakman başta olmak üzere gençler de iyi. Özetle aldığı ödülleri hak eden, yeni bir yönetmenin gelişini haber veren, seyre değer, mütevazı ve sağlam bir film bekliyor sizi.