Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DİYARBAKIR

        “Malan bar kir lele... Çüne waran le... Dine le dine le dinara mın...”

        Yıllar önce Dersim’den göçün türküsüdür “Evleri Taşıdılar”...

        “Uzak diyarlara gittiler” diye devam eder...

        En acı bölümü de “Etimizi yediler yılanlar, fareler” nakaratının söylendiği kıtadır.

        Oysa “Deli kız” dediği kadını içindir bu türkünün dizeleri...

        Diyarbakır’ın Ali Paşa semtinde, hendeklere döşenen mayınların patlaması sonrası yıkılan evlerinden kalma eşyalarını taşıyanları görünce, bir arkadaşım anımsattı türküyü.

        Ali Paşa’nın ne güzel bağları, ne buz gibi çağlayan suları, ne de güzel kızları kalmıştı.

        Çamur deryası, barut kokusu, silah sesleri arasında, sadece evini taşıyan, göç edenleri vardı...

        Böyle bir ortamda kimsenin de lorke oynayacak hali yoktu.

        1 ay önce aynı sokaklarda gezmiştim.

        O tarihte, silah sesi daha yoğun, sokaklar ıssız ve soğuktu...

        Bugün ise silah sesi daha az, ancak göç eden, beddua okuyan, tepki koyan daha çok.

        Eğer bir süre daha devam ederse v aracağı yer çok daha sıkıntılı...

        Uçakta sohbet ettiğim devlet büyükleri, siyaset temsilcileri de durumun farkında.

        “Bu kadar uzamamalıydı, mesele uluslararası arenaya yayılmamalıydı” diye başladı söze devlet büyüğü...

        Gerisini de getirdi:

        “Cizre’deki bir apartmanın bodrum katı üzerinden yapmadıklarını bırakmadılar. Ambulans gönderdik çıkmadılar, ‘Gelip biz alalım’ dedik, izin vermediler.”

        HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın “Ben gidip alayım” önerisini anımsattım, “Beraber gitsek de durumu yerinde görüp o da anlasa...” dedi ve sustu.

        SİVİLİ KORUMAK İÇİN

        Diyarbakır’da büro şefimiz Veysi İpek ve akademisyen arkadaşım Doç. Dr. Ahmet İlyas ile Sur’un yolunu tuttuk.

        1 ay öncesinin aksine Gazi Paşa, İnönü ve Melik Ahmet caddelerinde yasak kalkmış, dükkânlar kısmen açılmıştı.

        O an geçmekte olan üst rütbeli bir güvenlik görevlisi aracını durdurup yanımıza geldi.

        Eliyle Dört Ayaklı Minare yönünü gösterdi, çatışmanın içinden gelmekte olduğunu söyledi.

        2 ayı aşkın süredir çatışmanın devam ettiğini anımsatıp neden uzadığını sordum, yanıtı şöyle oldu:

        “Biz de bir an önce bitirmek istiyoruz. Ama sivillere zarar gelmemesi için dikkatli hareket ediyoruz. O da sonuç almamızı geciktiriyor. Bir yanda tarihi yapı, diğer yanda evini boşaltmamış yüzlerce insan ve onların arasından ateş açıp vurkaç yapan teröristler...”

        Ali Paşa Mahallesi’nde, çok sayıda silah ve mühimmat ele geçirdiklerini belirtti.

        “Silahlarını ele geçirdik, ama eğitimli gelen bin 100 teröristten söz ediliyordu, şimdi onları arıyoruz” deyip uzaklaştı.

        ‘YAKTI BİZİ!’

        Hasan Paşa Hanı’nın girişinde tanıdık esnafla karşılaştım, hatrını sordum.

        Bir yandan iç çekti, diğer yandan içini döktü; acı, kaygı, öfke doluydu.

        Silah ve patlama seslerini arkamızda bırakıp Ali Paşa Mahallesi’ne doğru yöneldiğimde tablo farklıydı.

        Onlarca kamyonet, kasalarını dar ara sokaklara dayamış, pınardan su içer gibi eşya yüklüyordu.

        Taşınanların arasından bir ara sokağa girdim, 100 metre ileride, Meryem Ana Kilisesi’nin önünde toplanmış kalabalığı, patlamadan harap olmuş yan yana sıralı apartmanlarını seyrederken buldum.

        “Yaktı bizi” diye bağırıyordu yaşlı kadın.

        Beddualarını ardı ardına sıralıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

        “Hadi harap ettiniz de hırsızın girmesine niye izin verdiniz? Tenceremi niye alıp gittiniz? Gözüne mi sokacak o tencereyi? Elektrik tellerimi de çalıp götürmüşler...”

        Dövünen, acı içinde kıvranan, terörden korkan, devletten beklediğini de bulamayan çaresiz insanların arasından geçtim, Urfa Kapı’ya ulaştım...

        Kanıksama ve acı arasına sıkışıp kalmış iki Diyarbakır’a bir daha tanıklık ettim...

        Diğer Yazılar