Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir süre önce bu köşede “Zamanın gürültüsü” başlıklı bir yazı yazmış, yazıda ünlü Rus besteci Dmitri Şostakoviç’in, “Sanat, zamanın gürültüsü üzerinde duyulan Tarih’in fısıltısıdır” tanımından hareketle, onun romanını yazmış olan Julian Barnes’ın sorduğu “Öyle ise, zamanın gürültüsüne karşı ne çıkarılabilir?” sorusunun cevabını öğrenirsem eğer, başka bir yazıda bunu sizinle paylaşacağıma söz vermiştim.

        Sorunun cevabını o yazıya konu olan Barnes’ın kitabının sayfaları arasında buldum; ben de bu pazar yazısında bu cevaptan yola çıkarak bu bahiste biraz daha laflamak istiyorum.

        ***

        Romancı Julian Barnes’a göre, “zamanın gürültüsüne” karşı çıkarılabilecek tek şey, “içimizdeki müzik”tir, evet “içimizde olan o müzik, ki bu müzik bazıları tarafından gerçek müziğe dönüştürülür. Gerçek müzik, on yıllar boyunca, eğer zamanın gürültüsünü bastıracak kadar güçlü, gerçek ve safsa, tarihin fısıltısına dönüşür”.

        İşte sorunun cevabı bu...

        Şostakoviç hayatı boyunca bir tek buna sadık kaldı.

        Stalin döneminde bir “sabit fikre” köle yapmak istediler onu. Ama onu onlardan ayıran tek şey, “Ha birisine köle olmuşsun, ha onun fikrine” demesiydi. Hatta ona göre “fikir köleliği”, fiziksel kölelikten çetindi.

        ***

        Tarihin bütün şedit rejimlerini, bütün büyük diktatörlerin hayatlarını inceleyin, hemen hemen hepsinin “notalardan” çok “kelimelerden” korktuğunu göreceksiniz. Ceberut iktidarlara, azgın diktatörlere göre “insan ruhunun mühendisleri” besteciler değil, yazarlardır çünkü.

        O yüzden dikta rejimlerinde önce kitaplar yasaklanır, sonra toplu halde yakılırlar.

        ***

        (Şimdi bir parantez.. Geçen hafta Avesta Kitapevi’nin Diyarbakır’da bulunan deposu kundaklandı. Kürdolojinin 2 bine yakın temel eseri zarar gördü, önemli bir kısmı yandı, geride kalanlar yangın söndürme faaliyeti sırasında ıslandı, kullanılamaz hale geldi. Diyeceksiniz ki kim yaptı bunu? Bundan 15-20 sene önce bu ülkede böyle bir soru sormak abesle iştigaldi. Ehmedé Xani, Melayé Ciziri, Cegerxwin gibi klasik Kürt edebiyatının en önemli edip ve âlimlerinin kitaplarını ceberut devletten başka kim yakabilirdi ki? Hele Diyarbakır’da... Ama bugün bu soruyu soruyorsanız, demek ki artık eskinin ceberut devletinin yerine geçmiş daha şedit, daha zalim bir teşkilat var karşımızda; kendi fikrinde olmayanı yok etmeye yeminli bir örgüt... Yangından kurtarılmış, ıslanarak artık okunamaz hale gelmiş kitapları hatıra olarak saklamak isteyenlere, yayınevinin sahibi Abdullah Keskin adreslerine göndermeye hazır; kendilerini mazlum bir halkın kurtarıcısı ilan edenlerin alnında kara bir leke olarak kalsınlar diye...)

        ***

        Parantezi kapatıp dönelim mevzumuza...

        Bir ülkenin bir diktatör tarafından idare edilip edilmediğini öğrenmek istiyorsanız, o ülkede kaç kitabın yasaklı, yazdıkları kitaplardan dolayı kaç yazarın hapiste olduğuna bakacaksınız.

        Yeterli sayıda yasaklı kitap ve tutuklu yazar bulamazsanız, istediğiniz kadar “Bakın diktatöre” diye bağırın, sesinizi duyan hiç kimse dönüp işaret ettiğiniz yere bakmaz.

        Öfkenizden kudurursunuz!

        ***

        Şostakoviç’in yaşadığı dönemde binlerce kitap yasaklıydı Sovyetler Birliği’nde; yüzlerce yazar hapisteydi. Diktatör, “kelimeleri” bertaraf etmiş, sıra “notalara” gelmişti.

        Anekdotu Julian Barnes’ın “Zamanın Gürültüsü” romanından aktarıyorum.

        Şostakoviç bir türlü onların istediği “notalara” basmıyordu. Siyasi bilinci eksikti. Yoldaş Troşin’i onu “bilinçlendirsin” diye yanına vermişlerdi. Duyabilen kulaklar için müzik yapan bir büyük bestekârı “eğitsin” diye bir odunu görevlendirmişlerdi anlayacağınız.

        Bir süre önce Stalin, Şostakoviç’e telefon etmiş.

        Ulu Önder’in müzisyenle telefonda konuşmuş olması büyük bir hadiseydi. Kendisini “proleter devrimci” yapsın diye görevlendirilmiş öğretmeni Troşin evine geldiğinde gözü duvardaki telefona ilişir. Gider önünde durur ve Şostakoviç’e;

        “Yüce Önder’in sizi bu telefonda aradığı doğru mu, ben yeni duydum da” der.

        Oysa Stalin’le konuştuğu telefon o değildi, yine de;

        “Evet, doğru,” diye cevap verir Şostakoviç.

        Troşin telefona hayran hayran bakar.

        “Stalin ne büyük adam. Devletin onca önemli işi dururken size bile vakit ayırabiliyor demek.”

        “Evet, gerçekten hayret verici.”

        “Çok tanınmış bir besteci olduğunuzun farkındayım” diye konuşmasını sürdürür öğretmen Troşin. “Ama Büyük Önder’imizle karşılaştırıldığınızda siz kimsiniz ki?”

        “Ben bir solucanım” diye cevap verir Şostakoviç.

        “Evet, siz gerçekten de bir solucansınız” der Troşin ve tekrar telefona bakar.

        “Bu telefon çoktan bir müzeye kaldırılmış olmalıydı, yazık hâlâ bu berbat duvarda duruyor” der.

        ***

        Böylesine büyük bir sanatçıyı bir “solucana” dönüştüren bir büyük diktatörün resimlerini hâlâ evlerinin duvarlarına asıp pos bıyıklarına hayran hayran bakanların, “Türkiye’de diktatörlük var” diye bağırmaları ne yaman çelişki anne!

        Barnes yerden göğe kadar haklı...

        Komünist bir rejimde yaşamadan komünist olmak çok kolay olsa gerek.

        Diğer Yazılar