Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Pazar günü Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Merkezi’nde, Başbakan Binali Yıldırım’ın, belki de Cumhuriyet tarihi boyunca, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yapılan yatırımların birkaç katı kadar büyüklükte bir “yatırım paketini” açıkladığı o bol rakamlı, araya birtakım şakalar karıştırarak yaptığı o tatmin edici konuşmasını dinlerken; “Kürt meselesi” dediğimiz “meselenin” yaşı kadar eski bir soru gelip takıldı kafama.

        Kürt meselesi siyasal bir mesele midir, yoksa ekonomik mi?

        *

        Türkiye Cumhuriyeti devlet bürokrasisi ve bu konuda kalem oynatan, çene yoran entelijansiyası şimdiye kadar bu sorunun cevabını bulmak için harcadığı mesaiyi sorunun çözümü için harcamış olsaydı, belki de bugün böyle bir sorunumuz yoktu.

        Devlet, kurucu babalardan kalma bir mirasla öteden beri, hatta belki de AK Parti iktidarına kadar meseleyi bir “geri bıraktırılmışlık”, bir “güvenlik” ve bazen de bir “feodalite” sorunu olarak gördü. Özellikle kendisine “solcuyum”, “sosyal demokratım” diyen hükümetler, çokça da Ecevit’in ısrarıyla meseleye böyle bir teşhis koydu ve bu yoldan bir sonuca gitmeye çalıştı.

        Peki gitmeye çalıştı da ne yaptı?

        Hiçbir şey... Evet, hiçbir şey...

        “Geri bıraktırılmışlık” iyi de, kim geri bırakmıştı ve neden? Bu bilerek yapılan bir “ihmalse”, bu “suç” değil miydi? Ama devlet suçu kendisinde görmedi; “sosyal bürokrat” devlet kendisinin mikrop bulaştırdığı hastaya “teşhisi” koydu ve “Tedavisi beni ilgilendirmez” deyip kenara çekildi.

        Yol yapmadı. Yol olmayınca bölge her türlü uygarlık nimetinden mahrum kaldı. Yaptığı çarık çürük okullarla yetindi, yıkıldı, yenisini yapmadı. Hastane yapmadı, fabrika yapmadı. İşsizliğin halli için çareler düşünmedi.

        Bütün bunları yapmadığı halde, sopasını da garibanın ensesinden eksik etmedi. Vermediği lokmanın vergisini almayı bildi ama. Askere götürdü, gerektiğinde “sefer görev emrini” hazırda tuttu. Bütün bunların yanında da dilini yasakladı, kültürü yok saydı, Kürtçe konuşana telgraf tarifesi başına ceza kesti, hapishanede Türkçe bilmeyen köylülere İstiklal Marşı’nın on kıtasını zorla ezberletti, hayatında eline fırça almamış ümmiye yüz Türk büyüğünün yağlı boya portrelerini çizdirmeye çalıştı, foseptiğe attı, hapishanede müdürün köpeklerine tekmil verdirtti, yaptı da yaptı...

        Dağa çıkanları da başta “üç beş eşkıya” diye küçümsedi. İnsanların neden dağa çıktıklarını hiç sorgulamadı. Her şeyi askerlere havale edip memleketin diğer tarafına çekildi.

        Sonra da arkasına yaslanarak, “Mesele bir ağalık düzeni, bir cehalet meselesidir” dedi.

        Aslında en büyük “ağanın” kendisi olduğunu hiç aklına getirmedi.

        *

        Böylece AK Parti’ye çok az vincin kaldırabileceği 80 yılda birikmiş muazzam bir yük bıraktı.

        O yük ağırlıklı olarak ekonomikti. Yapılmamış yollar, inşa edilmemiş hastaneler, gidilmemiş köyler, soğuk evler, kirli kasabalar, umutsuz yığınlar, başına gelen her şeye “kader” deyip razı olan, yaratıcılığı keşfedilmemiş, üretici gücü teşvik edilmemiş bir halk...

        AK Parti, meseleye “ekonomik” teşhisini koyup “ekonomiden” de bölgeye zırnık koklatmayanların yaptığı haksızlıkları görerek işe başladı. “Gidemediğin yer senin değildir” dedi ve oralara gitti. Yol yaptı, köprü yaptı, baraj yaptı, hastane yaptı.

        “Ağa devleti”, on dört yıllık iktidarında terleyen, her yere koşan “maraba bir devlet” haline getirdi.

        Ama Kürt’ün derdi bitmedi.

        Kimlik ve dil alanında kimsenin aklına gelmeyen, duyduklarında korkudan uzak köşelere sinen birtakım reformları bu alanda hayata geçirdi.

        Ama dönüp tekrar “ekonomi” bahsine geldi.

        *

        Başbakan Yıldırım konuşurken bir ara, “Evet ekonomik alanda bir yığın adım atabilirsiniz, bu adımları siyasal birtakım reformlarla da destekleyebilirsiniz ama geldiğiniz yer halkı hâlâ memnun etmiyorsa, bre nankörler, daha ne istiyorsunuz dememelisiniz” diye düşündüm ve bir yığın ekonomik kavramla siyasal kavram beynimde iç içe geçti, birbirine karıştı.

        Sahi mesele neydi?

        Mesela bölgede herkes zengin olsa, aşı ekmeği olsa, gelecek kaygısı taşımasa, dili ve kimliği alanında istediği şeylerden vazgeçer mi?

        Bence vazgeçmez. O halde ne yapmalıyız?

        Sanırım hükümetin de geldiği yer benim de vardığım yerdir. Yani zurnanın kendisine yakışan o tiz sesi çıkardığı yer...

        *

        Biz devlet olarak şimdiye kadar yapmadığımız şeyleri yapalım, esirgediğimiz kaynakları oraya aktaralım, kültürel ve siyasal alanda haksızlık olarak gördüğümüz her şeyi düzeltelim, bütün halkı muhatap alarak kimlik ve anadile ait talepleri hoşgörüyle karşılayalım, buna rağmen insanlar hâlâ dağa çıkıyorsa varsın çıksınlar.

        O zaman gönül rahatlığıyla sırtımızı koltuğumuza yaslayıp “Biz elimizden geleni yaptık, ama demek ki bazıları dağlarda yaşamak istiyor, varsın yaşasınlar” diyebiliriz.

        Sanırım sorunun esaslı çözümü de buradadır ve Başbakan Yıldırım’ın elinde silah tutanlar ile silaha rağmen “müzakere” yapılsın diyenlere cevaben söylediği “Çözüm mözüm yok” sözünün arkasında da bu yatıyor.

        Başbakan Yıldırım’ın Diyarbakır seferinden bu sonucu çıkardım.

        Diğer Yazılar