On liralık büyük yardım
ÖNCEKİ günkü gazetelerde, Ermenek’teki kazada can veren sekiz madencinin cenaze töreninde çekilmiş bir fotoğraf vardı: Fotoğrafta cenazesi kaldırılan madenci Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe’nin lâstik ayakkabıları görülüyordu ve 75 yaşındaki adamcağızın resminin altına ayakkabılarının “yırtık ve delik olduğu” yazılmıştı.
Haberin devamını dün gazetelerin internet sitelerinde okuduk: Ermenek Kaymakamlığı, Recep Gökçe’ye birini rençberlik ederken, diğerini de günlük hayatında kullanması için iki lâstik ayakkabı vermiş, ayakkabıları caminin imamı götürüp teslim etmişti.
Ama haber “Ölen madencinin babasına Valilik’ten yeni lâstik ayakkabı” diye yazılınca Karaman Valisi dün açıklama yaptı, lâstik ayakkabı göndermesinin sözkonusu olmadığını söyledi, Ermenek Kaymakamı’nı arayıp Recep Gökçe’ye âcil olarak “kışlık ayakkabı” alınması talimatı verdiğini, kaymakamın da bu iş ile imamı görevlendirdiğini ve lâstik ayakkabı verilmesinin imamın tasarrufu olduğunu ifade etti, hattâ “Kışlık ayakkabının parasını da kendi cebimden karşıladım” dedi...
ON KURUŞ BİLE OLSA...
Bugün gazetelerde de okuyacağınız bu büyük hayır, yani Recep Gökçe’ye gönderilen lâstik ayakkabıların kaç para olduğunu biliyor musunuz?
Sadece on lira!
“Devlet duyarsız kalmadı”, “Vali hemen talimat verdi”, “Recep Gökçe’ye ayakkabı yardımı yapmak isteyenler Ermenek Kaymakamlığı’na telefon yağdırdılar”, “Kaymakamın görevlendirdiği imam pırıl pırıl lâstik ayakkabıları götürüp Gökçe’ye teslim etti” diye devlet, millet, vilâyet ve kaymakamlık seviyesinde kazandığımız bu büyük sevabın bedeli yalnızca on liradan ibaret!
Üsküdar’daki sadaka taşı.
Ama, meselenin önemli olan tarafı meblâğ, yani on lira meselesi değil... Verilen ayakkabı on kuruş yahut on milyon bile olsa, yapılan yardımın davulzurna ile duyurulurcasına basın, haber bültenleri ve internet vasıtası ile reklâm edilmesi...
Biz böyle değildik ama şimdilerde bir hallere uğradık! Muhtâca yardımın gereğini bilen ve bu işi yardım görenin rencide olmaması için asırlar boyunca kimselere duyurmadan ve göstermeden yapmış millet artık ianeyi, yardımı ve bağışı reklâm vasıtası hâline getirdi. Bu işi olması gereken şekilde, yani sessiz-sadasız yapanlar bugün hâlâ mevcut ve böyle gerçek hayırseverlerin adedi çok şükür az da değil, ama bir kesim var ki “Filâncaya üç kuruş versem de ismim duyulsa” derdinde!
Üstelik sadece kişiler değil, kuruluşlar bile aynı havada!
Örnek mi arıyorsunuz, buyurun: Ankara Diş Hekimleri Odası’nın başkanı, oğullarını maden kazasında kaybeden ve on liralık lâstik ayakkabı lûtfedilen Recep Gökçe ile hanımının diş tedavilerini yapacaklarını, ulaşım masraflarını da karşılayacaklarını açıklamış!
Bu işi sessiz-sadasız yapmayı, yaşlı karı-kocayı bir vasıta gönderip aldırmayı ve tedavileri tamamlanınca yine aynı şekilde memleketlerine göndermeyi akıl edemeyen Diş Hekimleri Odası, asıl yapması gerekeni unutmuş: Büyük gazetelerden birine “Sevap işleyeceğiz!” diye tam sayfa bir ilân vermeyi...
BU TAŞI BİLİR MİSİNİZ?
Burada, yardımın kimselere duyurulmadan yapıldığı, evinde tencere kaynatmaktan mahrum olan fukaraya en az üç çeşit yemeğin kimselerin görmemesi için gece karanlığında gönderildiği zarif günlerden kalma bir yardım vasıtasının fotoğrafını görüyorsunuz: İstanbul’da eskiden bir hayli olan ama bugünlere sadece birkaçı ulaşabilen, şimdilerde kullanılmayan ve az kişinin bildiği bir “sadaka taşı”nı.
Sadaka taşı, sadakanın sessizce verilip alınmasına yarardı. Fukaraya yardım etmek isteyenler sadakalarını bir buçuk-iki metre yüksekliğindeki bu mermer sütunun üst kısmının ortasındaki çanağı andıran oyuğa bırakır, muhtaçlar da karanlık bastığında bu paranın sadece ihtiyacı kadarını alırdı ve yardımı yapanlar da, alanlar da birbirlerini asla görmez, tanımazlardı...
Bu zarafetin yerini şimdi davullu-zurnalı ve medya destekli yardım reklâmları aldığına göre, bize hakikaten birşeyler oldu demektir!