Şu 'yerleşke' sözü kullanılmasın da ne denirse densin!
OSMANLICA tartışmasının ardından şimdi de “Üniversite kampüslerine ‘külliye’ mi diyelim, yoksa ‘yerleşke’ demeye devam mı edelim?” tartışması başladı.
“Yerleşke” denmesin de, ne denirse densin! “Külliye” de olabilir, “kampüs” diye de kalabilir, hattâ hiç vârolmamış başka kelimeler bile uydurulabilir: “Vecâtâ”, “nirânî”, “senâfur”, yahut “fakülte”yi andıran “fekaalit” veya “ders”ten türemiş hissini verecek olan “dürâsi” gibisinden saçma-sapan birşeyler...
“Yerleşke”den neden mi hoşlanmıyorum? “Hışırtı” yahut “fışırtı” gibisinden, suya atılmış efervesan tablet sesini hatırlatan ve kulağı tahriş etmesine ramak kalmış uydurma bir “sözcük” olduğu için!
Öyle kelimler vardır ki, içlerindeki harflerden bazıları yanyana geldiklerinde tırmalama yahut tırmalanma hissi verirler. “Ş” ile “k”nın ardarda olduğu “yerleşke” de aynı duyguyu yaratır; hattâ bu kelimeyi ilk defa işitiyor iseniz “matruşka”, “babuşka”, vesaire gibi Rusça bir söz söylendiğini bile zannedebilirsiniz.
KURALDIŞI KELİME: AŞK
Tuhaftır,Türkçe’de “ş” ile “k”nın yanyana olduğu, ama bu iki harf ardarda gelince çıkan ses kerahetine rağmen kulağı rahatsız etmeyen, üstelik mânâ bakımından da son derece hoş bir kelime vardır: “Aşk”!..
Belki de ilk seslisinin ince değil de kalın, yani “a” olmasından ve sonuna bir başka sesli harf gelmeyip “k” ile bitmesindendir, yahut efsunlu bir sebep vardır, kimbilir?
Sadece benim değil; dostum, arkadaşım ve yakınım olan daha birçok kişinin “Öztürkçe” denen uydurulmuş kelimelerden hoşlanmamamızın ardında öyle ideolojik maksatlar yahut nostaljik takılmalar gibisinden bir tuhaflık bulunmuyor. Sebep yeni kelimelerin âhenkli olmaması ve aslında birkaç farklı karşılığı olan bir kavramın artık tek bir kelime ile anlatılmaya çalışılması, yani kelime uydurulurken dilin fakirleştirilmesi...
O ÂHENK NEREYE GİTTİ?
Türkçe bir zamanlar âhenkli bir dil idi, ilk defa işiten bir yabancıya gayet müzikal gelirdi...
Şimdikinden değil, bundan en az yarım asır evvelki Türkçe’den bahsediyorum...
Sonra o dil gitti; yerini takır tukur, haşır huşur, “yapıt”lı, “çapıt”lı, “tikel”li, “istenç”li, “yalanak”lı, “dolanak”lı bir hırıltı aldı. Türkçe’yi üstelik sadece âhenksizleştirmekle kalmadılar; “Şu kelimenin aslı Arapça, bununkisi Farsça, ötekininki bilmemnece” deyip anlaşılmaz bir dil ırkçılığının neticesinde lisanı daralttıkça daralttılar ve gençliği yüz-yüz elli kelime ile konuşmaya çalışır hâle getirmeye muvaffak oldular.
Hattâ mâlûm kurum lisanın en güzel, en hassas ve en derin kelimelerinden olan “aşk”ı bile bir zamanlar bizlere çok görüp ortaya “sevi” diye kerih bir söz attığı zaman rahmetli Attilâ İlhan “Yani bundan böyle ‘âşık’ yerine ‘sevici’ mi diyeceğiz?” diye yazmıştı...
Bugün sadece “aşk” ile sınırlandırılan o duygu, Türkçe’nin tecavüze uğramadığı zamanlarda daha kaç kelime ile ifade edilirdi bilir misiniz?
İşte, birkaçı: Aşk, sevda, muhabbet, garam, ibtilâ, hevâ, alâka, şagaf...
Netice mâlûm: “Sevda”yı arada bir de olsa kullanıyoruz; “muhabbet” artık sulu bir kavram hâline geldi, diğerleri ise çoktan unutuldular ve sekiz söz ile ifade edilebilen bir kavrama ait yedi kelime çoktan ölüp gitti ve sadece biri hayatta kalabildi!
Türkçe’de “Allahaşkına”dan tutun “Aşkolsun”a kadar binbir vesile ile ve en fazla kullanılan kelimelerden birinin karşılığı bile sekizde bire düşmüş ise, dilin geri kalanının ne halde olduğuna buyurun, karar verin!