Ne olacak?
Önce, arife gününden buyana yaşanan terör hadiselerini bir toparlayayım:
Mardin’de üç ilçeye eşzamanlı yapılan saldırılarda üç kişi öldü, dört kişi yaralandı. Silvan’da birliğine gitmek üzere evinden sivil kıyafetle çıkan uzman çavuş Mehmet Ali Sarak, kalleşçe tarandı ve şehit oldu. Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde jandarma ve polis karakollarına otomatik silâhlarla saldıran PKK iki uzman çavuşu, Ali Çakar ile Mehmet Ali Bozkurt’u şehit etti, saldırıda 15 asker, polis ve köy korucusu yaralandı. Ve nihayet Binbaşı Yavuz Sonat Güzel, Tunceli’de şehit edildi. Cizre’deki hadiselerin ardından dün de Bismil’in bazı mahallerinde sokağa çıkma yasağı ilân edildi.
Bunlar son dört gün içerisinde meydana gelen olaylardan sadece okuyabildiklerim!
Peki ne olacak, bu iş böyle daha ne kadar devam edecek?
Türkiye’de bir “Kürt meselesi”nin mevcudiyetini, meselenin geçmişinin çok daha eskilere, tâââ imparatorluk zamanına kadar uzandığını ama Cumhuriyet’ten sonra başka bir şekil aldığını, çok kan ve gözyaşı dökülmesine rağmen bir türlü halledilemediğini çocukluk senelerimde evde büyükler, özellikle de yaşlılar kendi aralarında konuşup birbirlerine hatıralarını anlatırlarken işitmiş ve öğrenmişimdir.
Şeyh Said İsyanı’nı, Dersim faciasını, yahut Ağrı’da ve diğer yerlerde çıkan ayaklanmaları ilk işittiğimde herhalde beş-altı yaşlarımda idim...
DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY VAR!
Aradan neredeyse elli sene, hattâ daha fazla zaman geçti; mekânlar, isimler ve hadiselerin boyutları değişti, çerçeve hep aynı kaldı ama tek bir şey değişmedi: Kan!
Aslında, meselenin değişmeyen bir başka tarafı daha var: Hemen her hadiseden sonra yapılan konuşmalar, söylenenler, verilen nutuklar, sarfedilen “Kanı yerde kalmayacak”, “Devletimiz bunların hepsinin hakkından gelecek güçtedir” yahut “Mücadelemiz devam edecek, temizleyeceğiz” gibisinden klişe sözler...
Aynı mücadeleye, çabaya ve benzer ifadelere, İmparatorluğun son dönemindeki isyanları bastırmakta görev almış askerlerin, devlet görevlilerinin ve siyasetçilerin hatıralarında da rastlanır. Sadece kelimeler ve ifade biçimleri farklıdır ama hadiseler ve devlete yapılan saldırıyı durdurmak için gösterilen mücadele ile bugünkü çaba ve neticeler arasında hiçbir fark yoktur. Bir çete ortadan kaldırılmakta, bu iş yapılırken dünya kadar şehid verilmekte ama hemen ertesi gün aynı çetenin bir benzeri, üstelik daha güçlü olarak ortaya çıkmaktadır.
HATIRALAR AÇIKÇA ANLATIR
Bir örnek: 1904’ten itibaren beş sene boyunca Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketlerle mücadele eden sonraki senelerin meşhur “Enver Paşa”sı Yüzbaşı Enver Bey, otobiyografisinde çete harbini anlatırken bakın, neler yazıyor:
“...Bütün bu cidâl (savaş), kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imha edilen çetelerin yerine yenisi zuhur ediyordu (ortaya çıkıyordu). Hükümet bunların men’ine karşı icrâ-yı tesir edecek (etki edecek) iktidarı gösteremiyordu. Avrupa’nın hükümetlerinin itimadını kaybetmiş olması, artık Osmanlı Hükümeti’nin Rumeli kısmının elden çıkacağı hissini vermeye başlamıştı. ...Anadolu’da Bulgar çetelerine müşabih (benzer) çeteler teşkîliyle halkı uyandırmayı, hiç olmazsa böylece Anadolu’yu Rumeli’nin uğraması muhtemel olduğu inkısamdan (bölünmeden) kurtarmayı düşünmüştük”.
Benzer başkaldırılar o senelerde sadece Balkanlar’da değil, memleketin dört bir yanında, Yemen’de, Ortadoğu’da ve daha birçok yerde yaşanmıştı.
Netice ise mâlûm...
Daha önce de yazmıştım, tekrar söyleyeyim: Artık hemen her gün askerimizi ve subayımızı şehit eden örgüt yahut o örgütün siyasî kanadı muğlâk ifadeleri, karmaşık demeçleri ve kavramlarla dolu anlaşılmayan ifadeleri bir tarafa bırakıp ne istediğini açıkça söylemeli, yani taleplerinin sınırlarını çizmeli; devlet bu talepleri ciddî şekilde yorumlamalı ve bunu yaparken 19. yüzyıldan buyana devam eden mücadele geçmişini de mutlaka gözönüne almalıdır.
Hemen her gün şehit olan evlâtlarımızın çoğunun daha henüz yirmili yaşlarının başında olduğunu unutmayalım!